Türkiye’nin Hacı Yatmazı
Siyasete atıldığı tarihlerde Sayın İnönü’yü, gençlere yerini bırakmadığı için suçlayan, Churchill ve Ada-neur’un siyaseti gençlere terk ettiğini söyleyen birisi, bu sözlerin anlamını bilemediği için hala iktidardan uzaklaş-mama mücadelesi verecekti. Ancak 5 Nisan 2000’de son kırk yıldır, siyasi ilkesizliğin, entrikanın, kurnazlığın simgesi “bu adam” devrilecekti.1010
Türkiye’de siyasal tahterevallinin özünü en iyi anlamış, o özü en sadık şekilde sürdürebilen, o yüzden de zaman zaman devrilse de hep geri gelen ve hep ayakta kalabilen siyaset adamı ise Süleyman Demirel’dir... İki kez tahterevallinin alt ucunda oturmağa zorlanmasına karşın, yeniden yükselmeyi bilmiş ve kendisini alt uca bastıran güçlerin de desteğini kazanarak devlet mekaniz-masının en tepesine çıkabilmiştir. Bu dayanıklılık, gücünü halkın demokratik haklarını kullanabilmesi yete-neğinden alan bir kitlesel siyasal yapının meyvesi değildir. Öyle olsa, Demirel’i halk çoktan değiştirmiş olurdu. Bu dayanıklılık, bir tahterevallide siyasetin nasıl yapılacağını en iyi Süleyman Demirel’in bilmesinden ve o tahterevalli siyasetini bozmayacak yolu-yordamı en iyi kullanan kişi olmasındandır.1011
Aslında daha işin başında onu çok iyi tanıyanlar ol-muş ve çevreyi uyarmıştı. AP’nin kurmaylarından İstan-bul milletvekili Tahsin Demiray, Gümüşpala’nın ölümün-den sonraki genel başkanlık seçimlerinde adeta arkadaşla-rına yalvarıyordu:
“Genel başkan olarak Demirel’i seçmeyin. Demirel muhteristir… Seçilir de partinin başına geçerse zararlı olsa da onu kimse yerinden düşüremez. Ve ancak onu ölüm ayırabilir.”
Sayın Demirel, 1965 seçimleri öncesinde AP’nin ikti-dara gelmesi beklendiği hatta oy oranının % 50’lerde tah-min edildiği bir dönemde Genel Başkan seçildi. O dönem-den sonra katıldığı tüm seçimlerde Partisinin oyu sürekli düşmesine rağmen o koltuğunu korumuştur. Zaman za-man bir şekilde başbakandır.1012 Hatta cumhurbaşkanı bile olmuştur.
Öyle de oldu. İhtilaller geçti...1013 O iktidardan geçemedi…
Bu Ülkenin Elli Yılında İzi mi?...
Demirel, Türkiye’nin elli yılında kendisi olduğunu söylemektedir: “77 yıllık Cumhuriyetin 50 yılında ben varım… benim hissem var… elli yılın içerisinde bir adam var. Bu adamın 50 yılın içerisinde 10 senesi hemen hemen yüksek idarecilik, 12 senesi Başbakanlık, 7 senesi Cumhurbaşkanlığı olmak üzere önemli bir sicili var. Yapılanların tümü üzerinde tabii ki bir izi olacaktır. … benim de yapılanlar üzerinde bir izim vardır.”1014 Gerçekten Demirel, çok uzun yıllar siyasal arenada çeşitli şekillerde yer almıştır; siyasal parti lideri, muhalefet partisi lideri, askeri darbe mağduru, Zincirbozan ve Ham-zakoy sürgünü, Başbakan, koalisyon ortağı ve son olarak da Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türk siyasal yaşamının en önemli aktörlerinden biri olmuştur.1015 Doğru söze ne hacet… O elli yıla bakıldığında bir darbe, bir muhtıra, bir sessiz darbe ve bir postmodern darbe vardır. Kan vardır… göz yaşı vardır… insan haklarının ihlali vardır… mezhep ve etnik çatışma, cepheleşme vardır… İşte bu doğrudan, Demirel’in güttüğü cepheleşme siyase-ti, Türkiye’yi ileri götürmemiştir; ekonomisinin olası hı-zını düşürmüş, siyaseten de geriletmiştir. Yaklaşık 40 yıl-lık dönem, o cepheleşme siyasetinin gölgesindeki an-lamsız kavgalarla yitirilmiştir.1016
Demirel’in ülkenin elli yılında izi olduğu iddiasını İsmail Cem’den aktarılan anekdot çok güzel bir şekilde vurgulamaktadır;
İsmail Cem, Çin gezisinde Çinli meslektaşıyla görüşüyormuş. Çinli nezaketen:
“Türk siyasetini takip ediyorum” demiş. “Sizde de köklü aileler var, tıpkı Kennedy ve Bush ailesi gibi. Örneğin bir Demirel ailesi var bir sürü başbakan yetiştir-miş. Bir de Cumhurbaşkanı.”
İsmail Cem bu olayı anlatırken, “Hepsinin aynı insan olduğunu söyleyemedim.” der...1017
İktidarı dönemlerinde ekonomik istikrarın bozulma-sına yol açan kararlar almıştır. 1975–1977 arasında yedi milyar dolar borçlanılmıştır. Böylelikle ekonominin gele-cek dönemlerdeki en önemli sorunu dış borç ödemeleri dengesinde bozulma oluşmuştur.1018 Benzer tablo 1991–1994 yıllarında da sergilenecek ve kendisinden sonraki on yılda Türkiye’nin en büyük iki ekonomik krizine yol açacak kararlar alınacaktır. 1991 genel seçimlerinden sonrasında iktidara gelen SHP-DYP koalisyonu, hükümet programı olarak, bir nevi istikrar programını uygulaya-caklarını duyurmuşlardır. Ancak, iktidara geldikleri 1991 yılından, 1994 krizine kadar, uygulanan ekonomi politi-kası bir önceki dönemden farklı hiçbir nitelik taşımamak-tadır. 1991'de "kamu borçlanma gereğini yüzde 4-5'e indi-receğiz" diyerek göreve başlayan hükümet, açığı bunun üç katına çıkarmıştır. Vergi gelirleri iç borç servislerine bile yetmez hale gelmiştir.1019
TSK’nın politikaya müdahale etmesine yol açan bir başka neden de ekonomik sorunlardır. 1960 ve 1980 mü-dahalesi öncesinde Türk ekonomisi önemli bir kriz içeri-sindedir. Şöyle ki, enflasyon 1958–1960 arasında sürekli artmış ve 1959’da en yüksek seviyeye çıkarak % 20 olmuştur. Enflasyon 1975–1980 arasında da sürekli art-mış 1979’da o zamana kadar ki cumhuriyet tarihinin en yüksek oranına ulaşarak % 73.40 olmuştur. Enflasyon 1980’de % 103,80 olmuş silahlı kuvvetlerde Eylül ayında yönetime el koymuştur. 1960 askeri darbesi, silahlı kuv-vetlerin gerçekleştirdiği ilk müdahale olduğundan, daha çekingen davranılmış ve 1955’de bozulan ekonomik du-rumun 1959’da daha da kötüleşmesi üzerine ancak 1960’da müdahale edilmiştir. 1970 devalüasyonunun da askeri müdahaleye yol açıcı etkisi olmuştur. Ancak 1978 ve 1979 tarihlerinde yüksek oranda artan enflasyon üze-rine silahlı kuvvetler, 1980’de müdahaleyi gerçekleş-tirmiştir. Bir başka deyişle, silahlı kuvvetler ekonomik krizler karşısında zamanla daha çabuk davranmaya başlamıştır.
Ekonomik bozulmaların askeri müdahalelere etkisini gösteren bir diğer gösterge ise devalüasyon oranlarıdır. Şöyle ki, 1958 yılına kadar Türk parası hiç değer kaybet-mezken, o yıl % 221 oranında devalüasyon gerçekleşmiş-tir. İki yıl sonra ilk askeri müdahale olmuştur. 1980 yılında ise devalüasyon %137 gerçekleşmiştir. Devalüas-yon oranları da, silahlı kuvvetlerin ekonomik krizlere karşı giderek daha duyarlı hale geldiğini ve müdahaleler konusunda daha profesyonelce davrandığını göstermek-tedir.
Demirel ilk çıktığı dönemde onun yanında yer alan ve ona hayran olan Mehmet Turgut, Necip Fazıl’a Demirel’i anlata anlata bitiremez. Necip Fazıl’ı bir gün Demirel’le tanıştırır. Sonrasında Üstad’ın Turgut’a bun-dan Anadolu’nun her köy kahvehanesinde bir iki tane olduğunu söylediği rivayet olunur. Mehmet Turgut yıllar sonra Necip Fazıl’ı doğrular tarzda şöyle diyecekti: “Genel Başkanı en temiz hayallerimizde yaşattık. Onu en sağlam ideallerimizin ve en samimi inançlarımızın içinde sandık. Yani insafsızca aldatıldık. Sadece aldatılmakla da kalmayarak, onun yaptıklarıyla hayallerimizin baharı uçup gitti, ideal ve inançlarımız karararak sönüp ortadan kalktı. Kalbimizi ve vicdanımızı süsleyen köklü, masum ve mukaddes namus anlayışımız tarumar oldu.”1020 Mum-cu da Demirel’i “Bir insan, kendi hukuk bilgisinin teme-line ilk harcı koymadan devlet adamı olmaya özenirse, böyle şaşırır, ne söylediği, ne dediği anlaşılmaz duruma düşer” sözleriyle onun sadece ideal ve inanç fukarası olmadığını anlatmaktadır.1021
Demirel, Türkiye’de kendisinden başkasını temsil etmemiş bir kişiliktir. Süleyman Demirel, Ankara Üniv-ersitesi Hukuk Fakültesi’nde verdiği ‘Hukuk Devleti, Dünya ve Çağ’ konulu konferansta sol görüşlü öğrenciler tarafından protesto edildi; “6 Mayıs 1972’de üniversite öğrencilerini öldürdünüz. Ne laikliği, ne cumhuriyeti ne de kadınları sahiplenme ehliyetiniz yok.”1022 Bu protesto sözleri Demirel’i tam olarak anlatmaktadır.
“Efendiler, Kumandanlar askerlik vazifesini ve icabatını düşünürken ve tatbik ederken, siyasi müla-hazaların tesirinde bulunmaktan kaçınmalıdır. Siyasi cihetin icabatını düşünen başka vazifedarlar oldu-ğunu unutmamalıdır. Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi Cumhuriyet’in daima sözünü ettiği bir esas noktadır”.1023
Mustafa Kemal
DEMİREL ve ASKER
Aristo, Platon’un Devlet kitabında ileri sürdüğü ‘koruyucular’ ve diğer sınıflar ayırımını “bir devletin içinde iki devletin yer alması, bunların da bir ölçüde bir birlerine karşıt olması” şeklinde değerlendirmektedir. Aristo’ya göre “Çünkü, (Platon) bir yana ‘koruyucular’ı koyuyor, öte yana da çiftçileri, zanaatçıları ve geri kalan yurttaşları. Bu ancak, onun sözünü ettiği çatışmalara, davalaşmalara ve bütün öteki kötülüklere yol açabi-lir.”1024 Bu ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla vesayet anlayışını izah eden bir yaklaşım ilk kez Platon eleştirisi üzerinden Aristo söylemektedir.
Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır olduğundan başka bir işle uğraşmaya izin vermemektedir. Ordu poli-tikayla uğraşmamalıdır. Ancak Osmanlı bünyesinde oluş-turulan ve varlığını sürdüren yeniçeri ocağının zaman ilerledikçe asli görevinden uzaklaşıp ülke yönetiminde söz sahibi olmak için iktidar kadrosunun seçilmesine müdahil olması ise günümüzde hala devam etmekte olan asker-siyaset sorunun temellerini oluşturmaktadır.1025
Türkiye’de son birkaç yüzyıldır askerlerin siyasetten eğitime yaygın bir şekilde etkili olması, orduya “modern-leştirici” ve “ilerici” bir rolün biçilmesinden kaynaklan-maktadır.1026
Şevket Süreyya Aydemir şunları yazıyor; “... yakın tarihimizde bütün siyasi müdahaleler ordudan gelmiştir. 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden beri bu gelenek, prensip gücünde bir şekle dayanmaktadır. Bu prensip, Türkiye’de Ordunun, siyaset dışı olduğu ve buna her iktidarın ehemmiyetle dikkat etmesi esasıdır. İkinci nedeni teşkil eden şekil meselesine gelince? Bu da yuka-rıda belirtilen prensibin, kamu efkârında ve basında, orduya karşı daima yürürlükte bulunan bir nevi dokunul-mazlık duygusudur. Yani, ordunun siyasete karışmaması hali nasıl bir Anayasa ve Devlet prensibi ise, ordu hakkın-da yazmaktan, eleştiriden ve konuşmaktan kaçınılması da, bizde kendiliğinden yerleşmiş milli bir gelenektir.”
Dokunulmazlık noktası ise tarihsel sürecin beslediği bir toplumsal kabul görmüşlüğün ifadesi olması bakımın-dan önem arzetmektedir. I. Meşrutiyet sürecinden başla-yarak, II. Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı hattında ortaya konulanlar, orduya biçilen misyonun tanımlanması için veri sunmuştur. Bu misyon, askerin siyasete müdahalesi yönünde uygun zemin yarattığı gibi söz konusu aydın kesiminde halktan uzaklık olgusu devreye girdikçe, ordu-ya sığınma sonucu yaratmıştır.
Türk aydını olayların ilk başladığı andan son zamanlara kadar ordu müdahalesini makul görmüş, tartış-masını yapmamış, ordunun elde edilememesi halinde istekleri doğrultusunda gelişmeler olamayacağını düşün-müştür.1027 Bu anlayışla şekillenen aydın kesimi, asker si-yaset bağlantısını kışkırtan bir rol oynamıştır. 1960’larda gün yüzüne çıkan özellikle Yön ve Devrim Dergileri gibi sol tandanslı harekete bu noktadan bakmak mümkün-dür.1028
Sayın Demirel ordu-siyaset ilişkisinde utana sıkıla, ürke korka söyleyebildiği birkaç cümlenin dışında, siyasi yaşamını topu taca atarak bitirebilme başarısı gösterebil-miştir. Söylediği bir kaç kelime de halkın tabiriyle lafı eveleme gevelemedir. Siyasi yaşamının hiçbir anında “Türkiye’de demokrasiyi yerli yerine koymak istiyorsak, askerleri de yerli yerine koymamız lazım. Demokrasi si-vil bir idare tarzıdır ve siviller askerleri yönetirler”1029 di-yen Merhum Özal’ın sözlerinin netliğinde bir ifadesi ol(a)mamıştır. Demirel, iktidarını, el altından potansiyel darbeci askerlerle paylaşarak yürütecektir.1030
İlk Demirel Hükümeti zamanında demokrasi rejimine geçilmesine rağmen, “ordu” imgesi tüm canlılığını koruyordu. Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay ordu-dan emekli edilerek Cumhurbaşkanı seçilmesi ile DP'lilerin Siyasi Haklarının İadesi ile ilgili Anayasa değişikliğindeki yalpalamalar, sivil bir hükümetin üzerin-de ordu faktörünün ne kadar baskın olduğunu göstermek-tedir. Süleyman Demirel Adalet Partisi Genel Başkanı olduğu dönemden itibaren askerin baskısını hep üzerinde hissetmiştir. Ordu'nun siyasal hayata müdahalesi her olayda kendini göstermiş, gelişen olaylar karşısında Ordunun mutlaka bir fikri ve yönlendirmesi olmuştur. Demirel, ilk iktidar döneminden başlayarak sivil yönetim ile asker arasında sürekli bir ikilem yaşamıştır.1031
Demirel’in darbeye karşı bulabildiği tek çare, darbecilerin taleplerini en iyi karşılayan bir oluşuma katkıda bulunabilmek olmuştur. Demokrasiyi feda ederek demokrasiyi kurtarmaya çalışmıştır. Bunu Cevdet Sunay’ı cumhurbaşkanı seçerek denedi ve bu yöntem bir işe yaramadı. 12 Mart’ta ve 28 Şubat’ta parlamentonun açık olmasını demokrasiye delil olarak ileri sürme erde-mini göstermiştir. Sanki bütün diktatörlüklerde hem de halkın oylarıyla seçilmiş göstermelik bir parlamento yokmuş gibi!1032
Köprü dergisinde 1980’li yılların ortalarında Demi-rel’le yapılan bir seri söyleşi vardır. Bu söyleşilerden birisi de asker ve ordu hakkındadır. Bu söyleşiler değişik zamanlarda köprü dergisinde tekrar yayınlanmış, hatta kitap haline getirilmiş olmasına rağmen Demirel tarafın-dan ret edilmemiştir. Demokrasi ordunun yeriyle tayin edilir. Eğer bir ülkede silahlı kuvvetler sivil idarenin emrindeyse, o ülkede demokrasinin birinci şartı yerine gelmiştir. Demokrasi dendiği zaman irade üstünlüğü tar-tışılmayacaktır. Üstün irade milletin iradesidir. Üstün ira-de, devletin lazım olduğu zaman zor kullanmak için eline silah verdiği güç olmayacaktır. Devletin silahlı gücü, yücelme, zengin olma haline de manidir.1033 Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi ancak siyasilerin, aydınların ve halkın kendi çıkarlarının ve siyasi kampının dışında demokrasiye destek çıkması ile mümkündür. Ancak demokrasiyi asıl sahiplenmesi gereken, halkın vekâlet verdiği siyasilerin davranışları maalesef sıkıntı oluştur-maktadır. Özellikle aktif siyasetteki CHP lideri Sayın Baykal ve köşesinden demokrasiyi manüple etmekle uğraşan Sayın Demirel ilginç bir ikili oluşturmaya devam etmektedir. Lorel-Hardy ikilisi gibi; hiç olmasa onlar gibi güldürebilselerdi. Hep anamızı ağlattıklarından bir kere-de bunu istemek hakkımızdır, diye düşünüyorum. Ama nafile! “dürüst siyaset” birisi tarafından 1970 yıllardan beri “vardı da ben mi içtim” söylemleri altında yok oldu-ğu için bize de talihimize küsmek düştü.
Daha önceki bir mülakatında, demokrasiyi tarif eder-ken, “silahlı kuvvetlerin sivil idarenin emrinde olduğu rejimin adı” tanımını getirmiştir... neticede son söz hükümetindir. Hükümet bu son sözü kimin adına söyler? Meclisin. Meclis kimin adına vardır? Milletin. Neticede, silahlı kuvvetler milletin emrindedir. Milletin emrinde olması demek, meclisin emrinde olması demektir. Meclisin emrinde olması demek de, hükümetin emrinde olması demektir. Dolayısıyla, hükümetin emrinde olmayan silahlı kuvvetler olmaz… Silahlı kuvvetleri küçük düşürmek kimsenin aklından geçmez. “Yeri şu olsun; görevi bu olsun” demek, kimseyi incitmez. Silahlı kuvvetlerin yeri, görevi, yetkisi çok iyi tayin edilmeli.
Sizce, imam-hatip okulu mezunları harp okullarına niçin alınmıyor?
Bu konu da kamuoyu önünde açıkça tartışılmalı. Cumhuriyetin okullarıdır bunlar. Açıkça tartışılmalı ve herkes gerekçesini ortaya koymalı. Hükümet söylemeli: Niye alınmıyor? Alınması lazım geldiği, gerekçeleriyle ortaya konmalı. Bu konular, ancak tartışarak bir neticeye vardırılır. Korka korka neticeye varmak ise mümkün değildir.
Namaz kılan dindar öğrencilerin askeri okullardan, dindar subayların da ordudan ihraç edilmesi, kamuoyunu rahatsız eden bir uygulama olarak sürüp gidiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Bir defa, bunların gerekçesi ortaya konmalı. Gerekçe olarak, “Bunlar Müslüman, namaz kılıyor, onun için bun-ları ordudan ihraç ettik” demezler herhalde. Eğer “irtica” deniyorsa, böyle bir suç yok kanunlarımızda.
İşin garibi, askeri yüksek idare mahkemesi kanu-nunun 1981’de değiştirilen 21. maddesi, askeri şuranın tasarruflarını yargı denetiminin dışında tutuyor.
Yargı yolunun kapalı olması çok kötü. Devletin bü-tün faaliyetlerinde yargı yolu açık da, burada niye kapalı? Hem diyoruz ki, demokratik devlette yargı yolu açıktır. Parlamentonun üstünde bile yargı denetimi var. Anaya-saya uygun kanun yapıyor mu, yapmıyor mu, diye denet-liyorsunuz. Burada niye yargı denetimi yok? Böyle şey olmaz. Yargı denetimi şarttır. Yargı yolu mutlaka açık olmalı.1034
Türkiye siyasetinin çoklu kırılma noktası, hep ‘asker -siyaset ilişkisi’nde ortaya çıkmıştır. 28 Şubat’ta ise öncenin siyasi mağduru Demirel, 28 Şubat süreci ile meslektaşı Erbakan’ı asker-siyaset ilişkisi ile siyaset dışı-na iteklemiştir. Sadece Sayın Erbakan’ı iteklemekle kal-mamış, Türkiye’yi de yolsuzlukların ve soysuzlukların ortamına sürüklemiştir.1035
28 Şubat, açık bir askerî müdahale değildir, ama normal akışın dışında siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik sonuçlar doğuran bir süreçtir. Toplumda güvensizlik algı-sına yol açmış ve akabinde büyük ekonomik krize giden yol ‘eskort’laşmıştır.
28 Şubat’ın oluşturduğu toplumsal algı, “Postmodern darbe” algısıdır. Cumhurbaşkanını bile içine sürükleyen bir süreç söz konusudur. Burada Sayın Demirel, daha önce eleştirdiği, askerin salahiyeti’nin etkisine isteyerek ya da istemeden girmiştir.
Bir yıl önce Aksiyon’a verdiği demeçte “28 Şubat Genelkurmay’a gidişimle başladı” diye itiraf edebilmiş-tir. Sen Cumhurun Başı olarak asker vesayetinde siyaseti nasıl tasvip edebildin. Senin istihbarat birimlerinden rahatça alabileceğin bilgi edinebilme becerin yok mu? TSK’nın siyaseti, vesayeti altına alabileceğini ya da en azından böyle bir görüntü verebileceğini düşünmeden davranabiliyorsun. Özal rahmetli, Genel Kurmay Başkanı’nın protokol’de önüne siyaseti geçirebildi. Ya sen ne yaptın… Koca bir hiç… Ya da sadece boş lakırdı… Bunu anlamak için “Konuşan Türkiye” istediğin yıllarda basının sana itibar etmediği günlerde verdiğin beyanatlara bakmak yeterlidir;
“... ‘Efendim, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine göre...’ İyi ama o kanunun bir de 43. maddesi var. 35. madde ‘Cumhuriyeti korumak ve kollamak’ derken, 43. madde ‘siyasetle uğraşmayın’ diyor. Aynı kanunda 35. maddenin öyle anlaşılamayacağı yazılı.” “Türkiye bunla-rı alkışladığı için müdahaleler oluyor. Sonra da zararını çekiyor. Bunlar açık açık tartışılmıyor da. Benim çırpın-mam odur. Gelin hiçbir kötü niyete kapılmadan, kimseyi kötülemeden, bunları tartışalım.”
Senin kankan Arcayürek bile sanki yüreğinin yetmediğini söylüyor gibi, iktidar olunca İç Hizmet Yasasını niçin değiştiremiyor?, diye soruyor.1036 12 Eylül 1996'da çok önemli bir gelişme yaşandı. Yapımcı Ertürk Yöndem'in TRT- 1 ve TRT Int'de yayımlanan "Perde Arkası" adlı programda “Dün olduğu gibi bugün de silahlı kuvvetlerimiz ülkemizde 12 Eylül 1980 ortamını istemiyor. Ancak, ülkemizin birlik ve beraberliği, demokrasi, Atatürk ilke ve inkılâpları, vatan toprakları tehlikeye girdiği an yasanın verdiği yetkiyi kullanmak zorundadır. Evet, Türk silahlı kuvvetleri gücünü Türk milletinden, inancını Atatürk'ten alır.”1037 12 Eylül’e karşı çıktığını söyleyen Bay Demirel cumhurbaşkanlığı sırasında ihtilali öven hatta tekrar yapılması gerektiğinde meşruiyetini savunan bir programdan sonra ne yaptı? Hiç…
Sayın Demirel, Bunları tartıştın ve o kanunları ortadan kaldırdın diyelim, darbeyi ve darbe yapma girişimlerini çözebilecek misin? Bu mümkün değil; çünkü, darbe fiilen gerçekleştiğinde, kendi hukukunu da yaratacak ve şahısları yargılamak imkânsız hale gelecektir. Daha senin cumhurbaşkanlığın sırasında ihti-lali öven hatta tekrar yapılması gerektiğinde meşruiyeti olduğunu savunan bir program için bile gıkını çıkaramamışsın… konuşma olunca mangalda kül bırakmıyorsun. Eyleme gelince kocaman bir sıfırsın.
Yine 4 Şubat 1997, Türk siyasi tarihindeki önemli günlerden biri olarak yerini aldı. Ve tanklar başkent sokaklarında yürüdü... Sincan'da Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına bağlı tanklar, kent merkezinden geçti. Cengiz Çandar, Sincan olayına ilişkin “Sincan'dan geçen tanklar çok şeyi birden çiğnediler. Sadece Refah'ın gururunu değil. Bu ülkenin sorunlarını askersiz çözebilme umutları ve gelişmiş ergin bir demokratik sisteme kavuşma emelleri de paletlerin altında kaldı”1038 derken kendini Demokrasinin Vasisi ve Havarisi ilan eden Bay Demirel ne yaptı… yine koca bir hiç…
Öncelikle toplumun, askerin demokrasinin bekçileri olduğu düşüncesinden kurtulması gerekmekte ve çözümü parlamenter sistemin icaplarında araması gerekmektedir. TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 35. maddesinin askeri müdahalelere tek başına dayanak oluşturduğu savından ziyade askeri müdahale nedenlerinin başka faktörlerle de izah edilmesi mantıklıdır. Söz konusu yasa hükmünü, TSK’nin yaptığı müdahalelerin tek nedeni olarak görme-mek gerekmektedir. Bu bağlamda askeri okullarda verilen eğitim sisteminin payı ciddi ölçülerdedir ve yadsınamaz bir gerçektir. Bu cümleden hareketle TSK İç Hizmetler kanu-nunda yer alan 35. maddenin değiştirilmesi, kısmen düzeltilmesi veya tamamen iptal edilmesi yahut Anayasal dayanaktan yoksun olması nezdindeki tartışmalar herhan-gi bir değişikliğe yol açmayacak, ordu, gerekli gördüğü takdirde durumdan yine vazife çıkarabilecek bir koşul bulabilecektir.1039
12 Eylül sonrası eşi de dahil direniş önerenlere: “Kime karşı direneceğim?.. Kendi askerime karşı mı?.. Neyle direneceğim?..”1040 sözleriyle siyasetin ne olduğu-nu da bilmediğini göstermektedir. Hangi siyasetçinin ordusu, askeri vardır? Onlar nasıl direnmekte ya da yönetmektedir? Bu konuda neler yapılması gerektiğini bilmiyorsan ne diye ülkeyi yönetmeye çıktın be Süleyman?
Asıl önemli olan darbe teşebbüsü ve cunta oluşturma sürecinde olaya hakim olmak ve yargılayabilmek, hukukun önüne bu insanları çıkarabilmektir. Demirel’in havanda su dövmesidir, tüm bu söyledikleri...
“TSK’nın yeri, görevi, yetkisi çok iyi tayin edilmeli. Bakınız bugün TSK’nın kime bağlı olduğu dahi muallak-tadır. Anayasa Başbakana karşı sorumludur der. “Bağlı-dır” demez. İşte bu da bizim devletin büyük meselele-rinden biridir...”
12 Mart sürecinde Ordu, Erim Hükümeti’ne baskı yaparak Meclise anayasa değişikliği paketi gönderir. Bunlardan biri Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunun 35. maddesinin içeriğinin 110. madde kapsa-mında Anayasa hükmü haline getirilmiş olmasıdır. CHP’deki kadar olmasa da AP’de de bazı tereddütlerin uyandığı anlaşılmaktadır. AP tereddütlerinin, seçimlerin ertelenmesi ve Silahlı Kuvvetlerin rolüne ilişkin yenilikler noktasında düşünmek yerinde olacaktır.1041 Burada bile net tavır sergileyememiş, Anayasa hükmü haline getirile-cek bir maddeye bile net bir tavır alamamışsın, çıkıyor-sun iç hizmet falan diye geveliyorsun…
Demirel, 12 Mart’ta “Asıl mesele son sözün kimde olduğunu bilmekte. Halkta mı, onun seçtiği parlamentoda mı, başka yerde mi? Bu kesin belirlenmeli”1042 dedikten sonra bunun kesinleşmesine katkıda bulunacak ve deste-ğiyle vesayet rejiminin taşları döşenecektir.
Bülent Ecevit'in, "Görevdeyken neden derin devletin üzerine gitmediği" yönündeki sorusuna, Demirel'in verdi-ği yanıt bu konudaki bilinçaltını ele vermektedir.
“12 Eylül'ü niye yaptınız, diye mi gideceğim. Halk, Anayasa’sına yüzde 92 oy vermiş. Bütün partileri kapa-tıp, getirmiş üç tane siyasi parti kurmuş, onun üstüne mi gideceğim? Başbakan olmak yetiyor mu? Kendisi de oldu Başbakan...”1043
1971'de yapılan Anayasa değişikliği sonrası MGK'nın Bakanlar Kurulu ile ilişkisi açısından önem taşıyan iki değişiklik yapılmıştır. Anayasanın 111. maddesinin son fıkrasındaki “yardımcılık etmek üzere” ibaresi çıkarılmış; “Bakanlar Kuruluna bildirir” ibaresi-nin yerine de “Bakanlar Kuruluna tavsiye eder” ibaresi koyulmuştur. Bu değişiklikler her ne kadar, “Milli Güvenlik Kurulunun kuruluş gayesine uygun” bir düzenleme olarak gerekçelendirilmekle birlikte MGK'nın Bakanlar Kuruluna yardımcı bir organ olduğunu vurgu-layan ibarenin kaldırılması ve yansız bir eylem olan “bildirme” yerine yönlendirme-etkileme amacını içinde taşıyan “tavsiye”nin tercih edilmesi, o dönemde toplu-mun her alanında ve bu arada başta Anayasa olmak üzere temel hukuk kurallarında hissedilen askeri otoritenin MGK ile Bakanlar Kurulu ilişkisine bir yansıması olarak değerlendirilebilir.1044 Bu ise parlamentoda çoğunluk partisi AP’nin oyları ile sağlanmıştır. Sonra da Demirel, vesayet rejimine karşı çıktığı evelemesi gevelemesi yapmaktadır.
28 Şubat sürecinde yaşanan İçişleri Bakanı Meral Akşener'le ilgili olaya yer vermek isabetli olacaktır: "İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan bazı üst rütbeli subaylarla yemekli bir sohbette bir araya gelmişti. Üst düzey bir general sözü İçişleri Bakanı Meral Akşener'e getirdi. Emniyet istihbaratı ile askeri istihbaratın ayrı çalıştığını ve Akşener'in kasıtlı davrandı-ğının altını çizdikten sonra şunları söyledi: "Git söyle o kadına, ileri geri konuşmasın. Gelirsek İçişleri Bakanlığı'nın önünde yağlı kazığa oturturuz..." Ünüsan şoke oldu. Hiçbir şey söylemedi. Bu konuşmayı daha sonra Devlet Bakanı Bekir Aksoy'a aktardı. Sözler Çiller'e iletildi. Çiller Akşener'i çağırıp generalin sözle-rini iletti. Akşener bir kez de Ünüsan'dan dinledi. Generali şikayet etmek için Çankaya Köşkü'ne çıktı, sözleri aynen aktardı ve "Efendim, ben bu konuyu kamuoyuyla paylaşacağım" dedi. Demirel Akşener'i sakinleştirerek "Böyle bir şey olmaz. Sen merak etme. Ben bu konuyu bizzat G.Kurmay Başkanı ile konuşacağım" dedi.1045 Konuştu mu, bilmiyoruz…
Demirel, 28 Şubat sürecini ve askeri müdahaleye göz yumarak onun meşrulaştırmasını sağladığı gibi halen 28 Şubat sürecinde yapılanları savunmaktadır. Demirel’in duruşundaki yanlışlık, kural dışı güç kullanarak toplumu ezen odakların safında görünmektir.
Dostları ilə paylaş: |