DİLİMİZDEKİ VE HAYATIMIZDAKİ İKİLEM
Mustafa KARATAŞ
Gerek sınıfta öğrencilerime ders anlatırken gerekse konuşmalarımda bazı kelimeleri kullanıp kullanmama konusunda kararsızlık yaşarım. Hatta bazen birbirinin karşılığı olan kelimelerden birini bir cümlede, diğerini başka bir cümlede kullandığımı fark ederim. Böylece iki arada kalmaktan, karasızlığa düşmekten kaynaklanan sıkıntıyla boğuşur dururum. Yine de bir karara varamam. Tam bir ikilem içinde kendimi hissederim.
“Kelime” mi demeliyim, yoksa “sözcük” mü? “Cümle” mi, “tümce” mi? “Ulus” mu, “millet” mi? “Cevap” mı, “yanıt” mı? “Allah” mı, “Tanrı” mı? “Mısra” mı, “dize” mi? “Kafiye” mi, “uyak” mı? “Hikaye” mi, “öykü” mü? “Mesela” mı, “örneğin” mi? …
Bu kelimelerin içinden bazılarını kullanma alışkanlığı kazanmış olmama rağmen bazıları için durum tersinedir. Hâlâ kararsız kalırım. İşte “kelime ve “sözcük” kararsız kaldığım kelime çiftlerinden biridir.
Neden hâlâ bu konuda bir tercih yapmada sıkıntı yaşıyorum? Bunu açıklayabilirim. Bilindiği gibi, “kelime” Arapça kökenlidir, “sözcük” ise Türk Dil Devrimi’nden sonra üretilmiş bir kelimedir. “Kelime” binlerce yıldır Türkçe yazılmış bütün metinlerde milyonlarca kez kullanılmasıyla ve Türk-Müslüman toplumlarının hemen hemen tamamında bilinmesiyle Türkçeleşmiş bir kelimedir. “Sözcük” ise az önce de söylediğim gibi 1932’den sonra “söz” kökünden türetilmiş kelimelerden biridir. Türetilmiş kelimelerden biridir, diyorum; çünkü aynı kavramı karşılamak üzre Nurullah Ataç tarafından türetilen “tilcik” kelimesi de vardır; ancak bu kelime “sözcük” kadar dahi yaşayamamıştır. “Sözcük”, bu dönemde türetilen kelimelerin içinden halk arasında tutan, kullanılan bir kelime olarak bu güne kadar “kelime” ile birlikte kullanılagelmiştir. Kimi “kelime”yi tercih ederken kimi “sözcük”ü kullanmıştır ve hâlen de kullanılmaktadır. İşte bu tercihi belirleyen de insanların düşünce yapısı ve dile bakış açısıdır.
Bu kelimeleri bilinçli bir şekilde kullananlar açısından; “Kelime”, kültürel mirasa sahip çıkarak Türkçeyi binlerce yıllık bir kültürel birikimin ürünü olarak gören, bu kelimeyi Türkçe olarak kabul eden ve bu kabulün de Dil Devrimi’yle çelişmediğini düşünen insanların seçimi olurken; “sözcük”, Türk Dil Devrimi’nin bir ürünü olarak, köken olarak da Türkçe olduğu için devrimin ruhunun hâlen sürmesi gerektiğine inanan insanların seçimi olmuştur. “Kelime” ve “sözcük” ayrı düşünce sistemlerinin, dile bakış açılarının sembolü olmuş durumdadır.
Peki, ben hangi taraftayım ve dile nasıl bakıyorum? Cevap vereyim: Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yapılan Türk Dil Devrimi’ne “özde ve sözde” bağlı ve devrimin ürünlerine sonuna kadar sadık biri olmakla birlikte, binlerce yıldır bir ırmak gibi geçtiği her yerden ve zamandan bir renk toplayarak zenginleşen Türkçenin bu zenginliklerine de zarar vermek istemeyen biriyim. Binlerce yıldır ve milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyada Türkçe konuşan insanların tamamının bildiği ve kullandığı kelimelerin de kökeni ne olursa olsun Türkçe olduğunu düşünüyorum. Dilbilimi de zaten bize bunu söylüyor.
Bununla birlikte, “kelime seçimi, Dil Devrimi’nin temel amacı olan “aydın dili ile halkın dili arasındaki uçurumu kapatmak” düşüncesine de aykırı değildir; çünkü “kelime” bütün toplum tarafından kullanılıyordu. Nitekim devrimin kilitlendiği dönemden sonra bu tür kelimelerin atılması düşüncesi devrimciler tarafından uygun görülmemiştir. İşte bu nedenle devrim ruhuna uygun davranıyor ve “kelime”yi tercih ediyorum.
Bunun yanında, aklıma Türkçenin en önemli özelliği olan “kök+ek” bağlantısı geldiği zaman dilim “sözcük”e kayıveriyor. “Sözcük” kullanılmalı, diyorum; çünkü “söz”den türetilen “sözcük”, Türkçe düşünen insanlara bu kelimenin “söz” ile ilgili olduğu bilgisini vermekte ve insanlar “sözlük”ün de “sözcük”ten oluştuğunu anlayabilmektedir. Türkçe düşünen insanlar, “söz, sözcük, sözlük” ailesinin kökeninin bir olduğunu hemen düşünmektedir.
Görüldüğü gibi, ikisi için de mantıklı, bilimsel bir açıklamam, belki de kendimi haklı çıkaracak gerekçelerim var. İşte bu haklı gerekçeler beni tam anlamıyla ikilemde bırakmakta ve bir cümlemde birini, diğerinde öbürünü kullanmama neden olmaktadır. İkisinin de Türkçe olduğunu, Türkçenin birer kelimeleri olduğunu söylemeliyim. Seçmek zorunda mıyım, acaba!
“Kelime” ve “sözcük” çiftinde yaşadığım bu sıkıntıyı bazı kelime çiftlerinde de yaşıyorum. Benim gibi milyonlarca insan da bu ikiliği yaşıyor. Sonuçta bir seçim yapmak zorunda kalıyor; çünkü insanların düşünce yapısı dili kullanmalarını etkilemektedir. Dil, düşüncenin evi değil midir?
Türk Dil Devrimi, tüm olumlu sonuçlarına rağmen insanları ikileme düşürerek, bir seçim yapmaya zorlamıştır. Bu seçimi kiminin alışkanlıkları kiminin siyasî düşünceleri, kimininse bilimsel düşünceleri, dile bakış açıları belirlemiştir. Kimi aklını dilinin emrine vermişken kimi dilini aklının hizmetine sunmuştur. Kimi düşündüğü gibi konuşmaya çalışmış kimi konuştuğu gibi düşünmeye çaba göstermiştir. Bu ikilemden insanları kurtaran seçimlerin geneline baktığımızda insanların, dillerini düşüncelerine uygun bir şekilde kullandıklarını, “sağcı” ya da solcu”, bugünün taraflarıyla “milliyetçi” ya da “ulusalcı” oluşuna göre (ki bu en büyük ikilemdir.), dine, inanca bakışına göre seçimler yaptıkları görülüyor.
İnsanların düşünce yapısı, hal ve hareketlerinden sözlerine kadar geniş bir etki alanına sahiptir. Ben görmedim; ancak büyüklerimizin söyledikleri ve öğrendiklerimiz kadarıyla özellikle 1980 ihtilali döneminde insanlar sağcı ya da solcu oluşlarına göre davranırlar, ona göre yürürler, ona uygun kitap ya da gazete okur ve bunları göstermeyi düşüncelerini açıkça savunma adına bir güç gösterisi olarak ya da bir sorumluluk sayarlarmış. Örneğin, kaldırımın sağında yürününce sağcı, solunda yürünürse solcu; bıyığı aşağı salınmışsa sağcı, gür ve aşağı salınmamışsa solcu olunduğu düşüncesi hem kişinin düşünce yapısına uygun davranmasının bir göstergesi hem de bundan hareketle toplumun böyle genellemelerde bulunması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir neden-sonuç ilişkisi sonucunda da bu düşünce sistemlerine giren herkes o düşüce sistemi içinde kabul gören davranışları sergilemekte ve ona uygun kelimeler, sözler seçmektedir. Bir işyerine girdiğinde, kimisi “Selamün aleyküm, hayırlı işler” derken, kimisi “Merhaba, kolay gelsin, iyi çalışmalar.” demektedir. Bir öğrencim, lisedeyken öğretmenine “Hayırlı sabahlar öğretmenim.” dediğinde öğretmeninin ona, “Hayırlı sabahlar, ne demek! Ne işim olur benim hayırla, şerle! Bana ‘Günaydın.’ diyeceksin.” dediğini ve uzun süre azarladığını anlatmıştı. Bunlar ciddi genellemelere yol açmış olsa da, maalesef, hem sağcısı hem de solcusu için gerçeklik payı da yok değildir!
Özellikle 1980’den sonra Türkiye’de “sol” ve “sağ” ikilemi insanların, birbirini iten farklı kutuplar olarak gittikçe uçlara kaymasına ve nice gencin bu kutupların arasında kalmasına ve bundan dolayı da zarar görmesine neden olmuştur: Ya sağcı ya solcu! Ortada olmak çok daha büyük bir riskti; çünkü ortadaysan sana sahip çıkacak arkan da yok demekti! O dönemlerden kalma bu kutuplaşmayı futbolcular, “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum, futbolcu!” diye sentezlemiş olsalar da insanlar her zaman bu kutuplar arasıda ikilem yaşamışlardır.
İşte bu ikilem, insanların dile bakışını da etkilemiş ve gerek kullanılan kelimelerde gerekse örneğin Türk Dil Devrimi’ne bakış açısında kendisini göstermiştir. 1932’de kurulan Türk Dil Kurumunun (O zamanki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti) karşısına, bu kurumun 1983’te kapatıldığı ve resmî bir devlet kurumu haline getirildiği iddiasıyla bir grup aydın 1987’de Dil Derneğini oturtmuş ve böylece dile bakış açısında “sağ, muhafazakar ya da milliyetçi” kutup ile “sol, ulusalcı” kutup, kurum ve dernek düzeyinde somutlaşmıştır. Böylece yeni bir ikilem karşımıza çıkmış oldu: Türk Dil Kurumu ve Dil Derneği. İşte bu ikilem, “kelime” ve “sözcük” ikilemini yaratan kutuplaşmanın ürünüdür. Türk Dil Kurumunun ve Dil Derneğinin dile bakış açıları düşüncelerine bağlı olarak ayrı olduğu için, yayınladıkları sözlükler, yazım kılavuzları da ayrıdır. Yayınladıkları dergilerde Türkçeyi savunuş biçimleri, ona yaklaşımlarında ciddî farklılıklar vardır. Derginin birinde “kelime”yi, diğerinde “sözcük”ü görmeniz zordur! Hatta, derneğin internet sitesinde ana sayfada, “Dil Derneği, Atatürk’ün başlattığı “Dil Devrimi”ni sürdürüyor...” cümlesinin bulunduğu sayfanın altında,
“KAMUOYUNUN DİKKATİNE!
Resmi TDK’nin Yazım Kılavuzu ve Türkçe Sözlük'ünün Türkçenin eğitim ve öğretimi için başvuru kaynağı sayılması sakıncalıdır!”
şeklindeki uyarı ikilemin boyutunu, Türkçeye yaklaşımın farklılığını ifade etmesi açısından dikkate değerdir!
Dilde yaşadığımız bu ikilemlere karşı tepki, özellikle 1980 sonrası ortaya çıksa da toplum olarak hep bir ikilem içinde yaşadığımız ve kutuplar arasında gidip geldiğimiz tartışılmaz bir gerçektir.
Toplumumuzda gördüğümüz ikilemlerin başlangıcı Tanzimat dönemidir. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile başlayan bu dönemde Batı ile girmeye başladığımız ilişki sonucunda devletin, toplumun Batı’dan aldığı bazı unsurları Doğu’nun bünyesine katmaya çalıştığını ve böylece eski ile yeninin bir arada yaşatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Devletin kendini Batı’ya açmasıyla, İstanbul’da hayat değişmeye başlamıştır. Bu hayat tarzında da insanlar ne eskiyi yaşatabilmiş ne de yeniye ayak uydurabilmiştir. Zihniyet eskiye olan bağlılığını sürdürürken şekil, görüntü değişiyordu. Hâlen daha süren bu Doğu-Batı ikilemi bizi bu dönemde sarmaya başlamıştır.
Tanzimat döneminde hayatın her alanında bir ikilik dikkat çekmektedir. Doğulu ile Batılı, artık “alaturka-alafranga” diye nitelenir olmuştur. İnsanlar ya alaturkadır ya alafranga! Medreselerin karşısında modern okullar kurulmaya başlanır, “mehter”in karşısına “Muzıka-yı Hümayun” çıkarılır, geleneksel Türk tiyatrosu (tuluat) izleyicileri artık modern tiyatroları da izlemeye başlar, insanlar “gazete” türüyle tanışırlar, kıyafet değişir: Redingot-istanbulin farklı tarzlardır artık, “tanbur”un karşısında artık “piyano” vardır, vb. Örneğin bu dönemin kadın bestekarlarından Leyzen Saz bir piyanisttir. Şedarabân makamı ile bestelediği ve içinde “İnlesin tanburum âgûş-ı visâl-i yârdan” mısrasının bulunduğu eserini piyano ile çalmıştır. Yani Doğulu duygularını Batılı sazla icra etmeye başlamıştır. Kısacası, bu dönemin bütün kültürel hayatı bir ikiliğin, bunun sonucunda da bir ikilemin içinde sıkışıp kalan insanlarla şekillendirilmiştir.
Kültürel ve siyasî hayattaki ikilemler edebiyat eserlerinde vücut bulmuştur. Ahmet Mithat Efendi, Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında bu ikilemi işler.
Bu dönemden itibaren aydınımızın dediği gibi, “Doğuya doğru giden bir gemide Batıya doğru koşturmaya” başlamışız. Hâlen daha koşuyoruz.
Servet-i Fünun dönemi yazarları ise “hayal” ile “gerçek” arasında bir ikilemde kaldılar. Halit Ziya Uşaklıgil’in Mâi ve Siyah’ta sembolleştirdiği “hayal” ile “gerçek”i, Hüseyin Cahit Yalçın Hayat-ı Hakikiye Sahneleri’nde, Tevfik Fikret Ömr-i Muhayyel ve Yeşilyurt gibi eserlerinde işlemiştir.
19 Mayıs 1919’da başlayan Millî Mücadele İstanbul ile Ankara’yı sembolleştirdi. Biri Osmanlı hükümetini, biri Anadolu’yu, yeni cumhuriyetin hükümetini temsil ediyordu. Batı’ya karşı verilen bağımsızlık mücadelesinden dolayı bu dönemdeki ikilem toplumda kutuplar arasında daha büyük bir uçuruma neden olmuştur: “Ya İstanbul, ya Ankara!”, daha sonra Mustafa Kemal’in ağzından duyduğumuz “ya istiklal ya ölüm!” sloganının ifadesi gibidir!
Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi, insanların yeni ikilemler içerisine düşmesine neden olmuştur. Tanzimat döneminde yaşanmaya başlayan Doğu-Batı ikilemi, bu dönemde Kurtuluş Savaşı ile birlikte daha hayati bir önem taşımaya başlamıştır: Emperyalist Batı’ya karşı, Doğu’nun verdiği özgürlük mücadelesi toplumun bulunduğu tarafı tayin etme çabasını doğurmuş ve sanatçılar eserlerinde dönemin en büyük ikilemi olan Doğu-Batı ikilemi ekseninde birçok konuyu işlemeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren yüzlerce yazarın eserine belirgin ya da silik bir şekilde de olsa işlemiş olan temel sorun Doğu-Batı sorunudur.
Faruk Nafiz Çamlıbel daha bu dönemin ilk yıllarında “Sanat” isimli şiirinde “Anadolu-İstanbul”, “biz-sen”, “dağ-düz cadde”, “sülüs yazı, yeşil çini-mabet-mozayik”, “zeybek-beyaz kelebek (bale)”, “ney, nefes-orkestra”, köylü-heykel” ikiliklerini ortaya koyarak bir taraftan insanların düştüğü ikilemi ortaya koymuş, diğer taraftan İstanbullu ile Ankaralının yollarını adeta ayırmıştır!
Şiirde “hece-aruz”, edebiyatta “divan edebiyatı-halk edebiyatı” tartışmaları bu dönemde hat safhaya ulaşmış ve uzun süre devam etmiştir.
Doğu-Batı ikileminin işlendiği yüzlerce roman içinden bu dönemde Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek; Yakup Kadri’nin Kiralık Konak; Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Biz İnsanlar, Yalnızız, Şimşek, Mahşer; Ercüment Ekrem Talu’nun Asrîler; Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi vb. romanlar ilk akla gelenlerdir.
Sinekli Bakkal tamamen Doğu-Batı ikilemi ve karşılaştırılması üzerine kurulmuştur. Burada Osmanlı ile Batı karşılaştırılır. Vehbi Dede ve Rabia bütün kültürel unsurlarıyla Doğu’yu, Peregrini Batı’yı temsil eder.
Kiralık Konak’ta Naim Efendi Osmanlıyı, alaturkayı; Servet Bey bozulan, Batılılaşan alafranga tipi temsil eder. Romanın en büyük ikilemi ise Tanzimat ile başlayan “konak ve apartman dairesi” ikilemidir. “Konak” geleneksel Doğu evini, apartman sonrada gördüğümüz Batılı yaşayış tarzını ifade eder.
Peyami Safa Fatih ve Harbiye romanında Doğu ve Batı’yı iki semte yerleştirir: Batılı Harbiye ile Doğulu Fatih. Aynı somutlaştırmayı Halide Edip Ateşten Gömlek’te yapmıştır: Batılı Şişli ve Beyoğlu’nun karşısına Doğulu Fatih ve Sultan Ahmet’i çıkarmıştır. Semtler arasında somutlaşan ayrı bir ikilem, ayrı bir uçurum…Hâlâ bazı semtlerimiz Batılı bazı semtlerimiz Doğulu değil midir? Ve bazen sadece Batılı oldukları düşüncesiyle ağır bir ithama maruz kalmamış mıdır bazı semtlerimiz, illerimiz: Gavur İzmir!
Bunca ikilemi yaşamış olan Türk toplumu günümüzde de özellikle sömürgeci güçlerin ekmeğine yağ sürercesine, ısrarla birtakım kutuplara bölünmek istenmektedir. Hatta bölünmüştür. “Milliyetçiler-ulusalcılar”, “Türkiyeliler-Türkler”, “Doğulular-Batılılar”, “Avrupalılar-Asyalılar”, “Müslümanlar-Türkler”, “Türkler-diğer etnik unsurlar”, “türbanlılar-başı açıklar”, Aleviler-Sünniler” hep Türkiye’de yaşayan ve birbirlerini sürekli öteye iten, ayrıştıran, farklılaştıran kutuplar değil midir? Hepsinin ortak özelliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla birlikte her biri kendini bir kutuptan saymaya, bir topluluğa sokmaya çalışırken bu insanlar büyük bir uçurumun, ikilemin içinde olduklarını çoğu zaman hissetmektedirler. “Önce Müslüman mıyız, Türk müyüz?” sorusu, etnik ya da dinî kimliğe dayalı tartışmalar, “alt kimlik-üst kimlik” bölüştürmeleri hep bu ikilemin doğurduğu kafa karışıklığının ürünleridir ve yeni ikilemlerin nedenleridir.
Özellikle son dönemde dine dayalı tartışmalar çok daha büyük ve vahim ikilemlerin içine insanlarımızı sokmuştur. Bilinçsiz, bilgisiz ya da art niyetli idareciler sayesinde “Laik-laik karşıtı” adeta “laik-Müslüman” ikilemini doğurmuş ve Atatürk ilkelerinden biri olan “Laiklik”i “dinsizlik” olarak algılayan nice insanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bazı insanlar bu kafa bulanıklığının neticesinde sürekli bazı değerleri anlamsız bir şekilde mukayese etmeye başlamışlardır.
Yine bir televizyon programında, Çin’in ürettiği dua eden bebekler konusunun tartışıldığı sırada bir manken konuyu kapatmak amacıyla şöyle bir cümle kurmuştu: “Ben onu bunu anlamam. Benim çocuğum ne Nutuk okumalı ne de Kur’an!” İşte bu cümle insanımızın içine düştüğü/düşürüldüğü korkunç ikilemin bir ifadesidir.
Kültürel hayatımıza baktığımızda çok daha farklı ikilemlerin içinde kendimizi buluruz. Yılbaşı kutlanmalı mı, kutlanmamalı mı? Ya bu seneki gibi bayrama denk gelirse, içki içmeli mi, içmemeli mi? Ramazan Bayramı mı demeliyim, yoksa Şeker Bayramı mı? Minyatür mü değerli, resim mi? Mesnevi mi eski, roman mı? Klasik Türk müziği mi, Klasik Batı müziği mi? Bağlama mı, gitar mı? Çoğu zaman “Benim babam senin babanı döver.” cümlesi kalitesine inen, anlamsız tartışmalara neden olan bu ikilemler temelde Doğu-Batı ikileminin uzantıları değil mi?
Geçenlerde televizyonda bir yarışma sunucusu türkü söyleyecek olan yarışmacı adayına, “Senin gibi modern görünüşlü bir insan türkü söyleyecek.” gibi bir cümle söylemişti. Burada da sunucu “türkü ile modern görünüş” arasındaki bir ikilemi, daha doğrusu bir zıtlığın var olduğunu öne sürmüştü. Basında tartışıldı. Peki, böyle bir zıtlık var mı? Varsa bu neyin sonucudur? Yani “modern” olan bir insan “türkü” söyleyemez mi? İnsanların algısı neden bu yönde işlemektedir?
Gerçek şu ki, sosyo-ekonomik ölçütlere göre her şeyin belirlendiği bir dünyada günümüzde sanatın da ölçütleri Batı tarafından belirlenmektedir. Bu ölçütlere uyuyorsa eserleriniz bunlar “sanat” olarak adlandırılır. Uymuyorsa sanat değildir, dolayısıyla “modern” olarak da algılanmaz; çünkü günümüzde “modern”in ölçütü Batılı olmaktır. Batıya ne kadar benzerseniz o kadar “modern” siniz! Açtığını bir iş yerine İngilizce bir tabela asmanız, modernlik konusunda ilk adımı atmanız demek değil midir? İngilizce konuşmak günümüzün en önemli modernlik ölçütü sayılmıyor mu? Sanat dallarında da durum aynıdır. “Minyatür”, “mesnevi”, “klasik Türk müziği”, “türkü”, “ebru”, “hat”, “bağlama” ne kadar Batıya, daha doğrusu Batı sanat anlayışına yakınsa o kadar “değerli”, “sanat” ve “modern” değil midir? İşte bu nedenle kendini Batıya yaklaştırmak isteyen sanatçılarımız örneğin, ebruyla “nü” çalışmalar yaparak, klasik Türk müziği eserlerini çok sesli halde icra ederek, Türküleri “rock” formunda elektro-gitarlarla çalarak ve İngiliz aksanıyla söyleyerek ve bunu da “Türkülere çağdaş bir hava katarak onları gençlere sevdirme” amacıyla ve genelde de Batılı yani “modern” olmak adına yapmıyorlar mı?
İşte sunucunun zihnindeki “türkü” ve “modern” zıtlığının temeli bu algılardır. Batı’nın “modern”, Doğu’nun ise ilkel olduğu fikrinin bize kabul ettirildiğinin en çarpıcı örneğidir.
Türk toplumu ikilemler içinde kala kala, git-gelleri yaşaya yaşaya her şeyi ikili düşünmeye alışmıştır: Balık olmadan rakının anlamı yoktur. Şair bu nedenle “rakı şisesinde balık olmak” istememiş midir? Yumurtasız boyozun, sigarasız kahvenin, ayransız gevreğin, çaysız boğaz vapurunun tadını çıkarmak mümkün mü!
Biz Türkler şairleri bile hep iki kutba ayırdık. Okurlar hep bir ikilem içinde kaldılar ve şiirde bile bir taraf oldular. Ya Mehmet Akif ya Tevfik Fikret, ya Nazım Hikmet ya Necip Fazıl! İşin ilginç tarafı, bu şairler yaşadıkları sırada farklı düşüncelere sahip olsalar bile okurlarının siyasi düşüncelerinin bir sonucu olarak bayraklaştırılarak bir kutup ilan edilmelerine neden olacak bir siyasi simge olmaya çalışmamışlardır! Onlar her şeyden önce birer insandılar ve fikirlerini şiirlerinin malzemesi yapan şairdiler. O kadar!
Şairlerimizin birçoğu bu kültürün çocukları olduklarından olsa gerek ya bizi ya da kendilerini ikilem içine sokmaktan kendilerini alamamıştır:
“Ya şevk içinde harab ol ya aşk içinde gönül”
“Ya hamiyetim olsaydı ya param olsaydı” vb.
“Aşk iki kişiliktir.” diyen şair ne de haklıymış: Leylasız Mecnun, Keremsiz Aslı, Ferhatsız Şirin, olsaydı aşkın efsanesi olu muydu hiç?
Sloganlarımız birilerini hep bir ikilem içine düşemeye zorlamıştır: “Ya sev ya terk et!”, “Ya benimsin ya toprağın!”, “Ya beni de götür ya sen de gitme!”, “Ya hep ya hiç!”, “Ya siyah ya beyaz!” vb.
Üniversitede bir hocam bir gün derste şöyle bir cümle söylemişti: “Türkiye’de “ya…ya” mantığı vardır, “hem…hem” mantığı yoktur. Halbuki ikincisine birincisi kadar muhtacız” O dönemde bunu pek iyi anlayamamıştım; ancak şimdi çok iyi anlıyorum. Bütün bu ikilemlerin ya da ikili düşünmelerin çoğu “ya…ya” mantığının ürünleri değil mi? İnsan böyle bir kültürde hep bir taraf, kutup olduğunu hissetmek zorundadır.
Deyimlerimize bir göz atalım:
Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli
Ya dayak yememiş ya sayı bilmiyor
Ya deve ya deveci
Ya devlet başa ya kuzgun leşe
Ya herrû ya merrû
Atasözlerimizden:
Ya evlat bir ya ocak kör (gerek)
Ya işten artar ya dişten
Toplumun ürettiği maddi, manevi her kültür unsuru dile yansıdığına göre, kültürün dili, dilin de kültürü etkilemesi kaçınılmazdır. “Ya…ya” mantığıyla uçlarda yaşamayı, kesin tavırlar taşımayı âdet edindiğimiz ortadadır. Oysa “hem…hem” mantığında kesinlik yoktur, izafiyet vardır. Örneği bir insan hem baba hem de oğul olamaz mı?
Deyimlerimize baktığımızda “hem…hem” mantığının ürünlerinin sayıca çokluğu dikkat çekicidir:
Hem acısını veriyor hem tuyrağını
Hem camide hem kilisede mum yakmak
Hem dinleniyor hem keşkülü ardında tutuyor
Hem kaçar hem davul çalar
Hem kaçar hem kuyruğu dik tutar
Hem kel hem fodul
Hem nalına hem mıhına
Hem suçlu hem güçlü
Hem şamdan paklandı hem pilav yağlandı
Hem uyuz hem yavuz
Hem ziyaret hem ticaret
Görüldüğü gibi, Türk toplumu hep bir ikilem içinde yaşamak zorunda kalmıştır. “Kenarlarda yaşamazsanız eğer, çok fazla yer kaplıyorsunuzdur.” düşüncesiyle hareket eden insanlar “ya öyle ya böyle” olmak zorunda kalmış ve toplum hep ikili gruplara bölünmüştür. Toplumdaki kültürel, siyasî sorunların çözümü belki de “ya…ya” mantığından “hem…hem” mantığına geçebilmekte; aşırı uçlarda yer alarak diğerini öteye itmekte değil, uçlardaki insanları anlayabilmekte, onlar gibi düşünebilmekte ve en önemlisi “ben” ve “öteki”nin “biz” olabilmesinde yatmaktadır. Tez ile antitezlerden “sentez” yapabilmek tüm sorunları çözmekte, farklılıkların değil benzerliklerin ortaya çıkarılmasında önemli bir anahtardır. Kısaca sorun, “olmak ya da olmamak” kadar hayati değildir!
“Sözcük”lerin “cümle”yi, “kelime”lerin “tümce”yi, “birey”lerin “millet”i ya da “insan”ların “ulus”u oluşturduğuna inandığımız sürece ister “millet” olalım, isterse “ulus”, yaradanın Allah ya da Tanrı diye anılmasında bir sakınca olmayacaktır!
18.04.2007
ãhttp://www.ege-edebiyat.org
Dostları ilə paylaş: |