Parti'nin çatısı altında toplanmayı yeğlemişlerdi. Her iki partinin 1950 yılı sonunda imzaladıkları seçim ittifakı 1953 milletvekili seçimlerinde, güney bölgesinde, Mezzogiorno'da, % 8 ile % 20 arasında değişen rekor düzeyde oy almalarını sağladı. Faşist örgütlerin aldıkları oyların ulusal ortalaması % 12,65'i buldu. Böylece 1.579.000 seçmenin desteğini alan MSI, burjuvazinin yedekte tuttuğu anti-komünist ve meşru bir politik güç konumu elde etmiş oldu.
MSI’nın seçimlerde elde ettiği başarıdan ve artan legal konumundan sonra, Hıristiyan Demokrat Partisi'nin, geçmişte faşistlerle kısmen de olsa kapalı kapılar arkasında sürdürdüğü ilişkileri, artık resmi protokoller çerçevesinde devam ettirmesinin ortamı doğmuş oldu.
Böylece, 1953'te Pella ve 1957'de Zoli hükümetleri, faşistlerin desteği ile ayakta kalmayı başardılar. 1955 yılında Giovanni Gronchi faşistlerin desteği sayesinde cumhurbaşkanlığına seçildi. Yerel seçimler vesilesiyle, özellikle MSI'nın güçlü olduğu güneyde, klasik sağ partiler faşistlerle açıktan seçim ittifaklarına girmeye başladılar.
Ancak bu ittifaklar, değişik eğilimlerin çatıştığı MSI'nın saflarında bulanıklık ve ayrışmalara neden oldular. MSI kurulu düzene uyum sağlamak ve mücadelesini onun bir parçası olma düzeyine indirgemekle suçlandı. 1956 yılında ise bir bölünme yaşadı. Ayrılan kesim Pino Rauti, Clemente Graziani önderliğinde Ordine Nuovo (Yeni Düzen)’yu oluşturdu.
'60'lı yılların sonunda sayıları onbin olarak tahmin edilen Ordine Nuovo militanları, Nazi modeline uygun paramiliter eğitimden geçirilmiş, sabotaj, kundaklama ve suikast örgütlemede kullanılan unsurlardan oluşuyordu.(181)
1960 yılında, mecliste geleceği tehlikeye giren hükümetini desteklemek için Hıristiyan Demokrat Tarnboni, MSI ve yandaşlarını resmen imdada çağırmak zorunda kaldı. İtalyan solunun kitleleri bu açık provokasyona karşı anti-faşist mücadeleye çağırmaları ülke çapında geniş destek gördü.
Bu gergin ortamda anti-faşist kitlelerin mücadeledeki kararlılık düzeyini ölçmek niyetiyle, MSI anti-faşist direnişin kalesi Cenova'da kongre toplama kararı aldı. Şeref konuğu olarak da bu kentin eski valisi ve savaş suçlusu Emmanuel Basile'yi davet etti. Faşistlerin gövde gösterisini protesto etmek ve engellemek için sokaklara dökülen insanların geride 12 ölü ve yüzlerce yaralı bırakmasının ardından, Tarnboni hükümeti devrildi. MSI'nın gerçek kimliği ve iktidarla olan dolayımsız ilişkileri geniş kitleler nezdinde teşhir edildi.
1960'ta MSI yine gevşeklikle suçlanarak bölündü. Ayrılan grup, Stefano Delle Chiaie önderliğinde Avanguardia Nazionale (Ulusal Öncü)’yü oluşturarak, İtalya'nın uzun dönem tanık olacağı kanlı suikast ve sabotaj olayları serisini başlattı. Kısa sürede faşist terör hareketinin ülkedeki başlıca mihrakı durumuna geldi. 5 Haziran 1969'da Michelini'nin ölümünden sonra yeniden MSI'nın başına getirilen Almirante, eski yandaşlarından Pino Rauli ve Ordine Nuovo'nun bir kesimini tekrar MSI'nın saflarına çekmeyi başardı.Yeni önderlik, MSI’dan ayrılan militan kesimi tekrar kazanmak, partiye yöneltilen laçkalık, düzene ayak uydurma, legalist türünden eleştirilerin etkisini kırmak amacıyla, bazı yeni düzenlemelerde bulundu. Çok geçmeden de 12 Aralık’ta faşist bombalar Milano ve Roma'da 16 kişinin ölümüne neden oldular.
İtalya bir yandan sürekli canlı tutulan bir faşist terör ve ajitasyona sahne olurken, diğer taraftan periyodik olarak askeri darbe ihtimalleriyle karşı karşıya kalmıştır. İstihbarat örgütü Sifar'ın şefi General De Lorenzo'nun Temmuz 1964, MSI'nın eski onur başkanı Veliaht Borghese'nin Aralık 1970, istihbarat örgütünün üst düzeydeki sorumlularından General Miceli'nin '73 ilkbaharı için sivil faşist örgütlerin desteği ile gerçekleştirmeyi düşündükleri askeri darbe planları bilinmeyen nedenlerden ötürü açığa çıkartıldılar.
Diğer taraftan monarşistler, İtalya’da monarşist bir restorasyonun imkansızlığını kavramak ve kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece 1972'de, Milli Monarşist Partisi'nin uzantısı DN'nin (Milli Sağ) MSI'ya katılmasıyla monarşist/faşist işbirliği örgütsel anlamda sağlandı. Yeni birleşim MSİ-DN adını aldı.
İtalyan burjuvazisinin ikinci emperyalist savaş sonrası başlattığı ve soğuk savaş teorisinin iç politikadaki bir türevi olan "gerilim stratejisi", 1974 yılına kadar aralıksız devam etmiştir. ABD emperyalizminin NATO aracılığıyla İtalya'da uyguladığı taktik, devrimci ve ilerici potansiyele karşı faşist tehdidi gerek sivil gerekse resmi oluşumlar aracılığıyla sürekli canlı tutmak olmuştur. Yani soğuk savaşın minyatürleştirilmiş bir biçimi bu ülke sınırları içinde uygulanmıştır.
Yıllardır uygulandığı resmen 1973'te itiraf edilen "gerilim stratejisinin" tek amacı İKP'yi dize getirmekti. İKP adım adım egemen sınıfların istediği konuma geldikten, istenen teminatları verdikten yani tamamen burjuvaziye(182)teslim olduktan sonra, "gerilim stratejisi" yerini 1976'da resmilik kazanan Berlinguer’in ünlü "tarihsel uzlaşmaya" bıraktı.
1974 yılındaki genel seçimlerde % 33 oranında oy alan İKP ile Hıristiyan Demokrat Partisi arasında 1976 yılında varılan sözkonusu "tarihsel uzlaşma", dönemin Dışişleri Bakanı, daha isabetli bir tanımla CIA'nın Roma temsilcisi Giulio Andreotti tarafından şöyle tanımlanır: "Tehlike durumunda İKP, sağın bir bölümü ve işverenler gibi düzen savunucuları arasında yeralıyor. İKP bu tavrını İşçi Otonomisi ve Kızıl Tugaylar’a karşı mücadelede kanıtlamıştır."
İtalyan burjuvazisi "tarihsel uzlaşma" kadar değişik yöntemlerle desteklediği faşist gruplara artık ihtiyaç duymuyordu ve yardımını da pekala kısıtlayabilirdi. Fakat yine de cömert davranmıştır. İKP'nin diz çöküşünü selamlamak için olsa gerek; ordu, istihbarat ve faşist örgütlerdeki bazı unsurları harcamıştır. Hatta daha da ileri giderek Ordine Nuovo ve Avanguardia Nazionale yasaklanmıştır. Ancak bu örgütlerin en önemli sorumluları zaten tehlikeyi erken sezdikleri için çoktan ülkeyi terketmişlerdi.
Böylece "tarihsel uzlaşma"nın faşistlerin misyonunu sekteye uğratması, kendilerine sağlanan açık desteğin kesilmesi ve MSI-DN'in meşruluk ve legalizm arayışına öncelik tanıması, İtalyan faşizminin içinden bazı merkezkaç grupların vesayetten kurtularak doğrudan şiddete başvurmalarına yolaçmıştır.
Bu nedenle '70'li yılların ortalarından '80'li yılların başlarına kadar İtalya, sivil faşist çetelerin terörüne sahne olmuştur. Bu faşist grupların en önemli eylemlerinden bazıları şunlardır: 28 Mayıs 1974'te Brescia kentinde anti-faşist bir gösteriye karşı düzenlenen suikast sonucu 7 kişinin ölmesi 90 kişinin yaralanması. Aynı yılın 4 Ağustos günü İtalicus trenine yapılan suikastta 12 kişinin ölmesi 48 kişinin yaralanması. 2 Ağustos 1980'de Bolonya Tren İstasyonu’na yapılan saldırıda 85 kişinin ölmesi, yüzlerce kişinin yaralanması. 23 Aralık 1984'te Roma-Milano trenine karşı düzenlenen suikastta 15 kişinin ölmesi, 160 kişinin yaralanması. Bu son suikastın sorumlusu olarak suçlanan Massimo Abbatangelo aynı zamanda MSI-DN'in milletvekilidir.
Dikkat çekilmesi gereken konulardan birisi, klasik düzen partilerinin meşru zeminin dışına fazla çıkmamaya özen gösteriyor diye, MSI'ya karşı "tarihsel uzlaşmadan” sonra takındıkları tavırdır; ona verdikleri değer ve itibardır.
Bu açıdan '80'li yıllar İtalyan faşistleri için oldukça verimli bir dönemin başlangıcını oluşturuyor. Faşizme itibar kazandıran, onun kitleler nezdinde olağan bir politik akım imajı kazanmasını sağlayan bu sembolik jestlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
1984'ten itibaren ilkin Hıristiyan Demokrat ve sırası ile, Liberal Parti, Sosyal Demokrat Parti ve Sosyalist Parti MSI'nın kongrelerine heyet göndermeye başladılar. 1985 yılında MSI'ya bazı parlamento komisyon başkanlıkları ve İtalyan Radyo Televizyon Kurumu RAİ'nin idare kurulu üyelikleri verildi.
“Sosyalist” Bettino Craxi ilk hükümetini kurarken MSI yöneticilerine nezaket ziyaretinde bulunarak, kuracağı hükümetin bileşimi ve oluşturulacak politik programı hakkında onların fikirlerini almayı ihmal etmedi.(183)
İKP, 1987 yılında, merkez yayın organı Unita’dan bir gazeteciyi, MSI’nın kongresine hem gazeteci, hem de politik temsilci sıfatıyla gönderdi. İKP ile MSI arasındaki bu ilk resmi temastan sonra ilişkiler düzenli bir seyir izlemeye başladı.
İKP Genel Sekreteri Enrico Berlinguer'in cenaze törenine MSI'nın şefi Almirante’nin bizzat katılmasıyla sürdürülen bu ilişkiler, iki partinin birbirlerine sık sık nezaket jestleri çekmeleriyle devam etti.
1988'de Almirante'nin ölümüyle boşalan MSI-DN önderliğine Gianfranco Fini getirildi. Mussolini'nin torunu Alexandra'nın da saflarında etkin ve birinci derecede faaliyette bulunduğu MSI-DN, Avrupa Parlemantosu'nda 4 milletvekili ile temsil ediliyor. Son milletvekili seçimlerinde ise % 5,3 oranında oy aldı.
İtalya’nın politik yaşamında sürekli bir yapı kazanmış olan MSI-DN, son belediye seçimlerinde elde ettiği başarıya böyle bir süreçten geçerek ulaştı. İkinci turunda % 45’i geçen MSI-DN’in performansı, her ne kadar Hıristiyan Demokrat Partisi’nin dağılması, Giulio Andreotti gibi tarihi önderlerinin hırsızlıktan, mafya ile işbirliğinden mahkeme kapılarında sürünmeleriyle açıklanmaya çalışılıyorsa da, bu ülkede faşizmin büyük bir güç kazandığını kabul etmek gerekiyor.
Diğer taraftan MSI-DN'in yanısıra yakın geçmişte İtalya'da bölgeci gruplar türemeye başladı. 1950'lerin yarısına doğru Fransa'da tanık olunan ve hızlı sanayileşmenin tehdit ettiği küçük esnaf ve zanatkarların korporatif çıkarlarına dayalı bulunan Poujadist akımın bir benzeri olan ve politikasını İtalya'nın bölgesel farklılıklarına göre oluşturan bölgeci ligleri, gözlemciler politik olarak faşist akımlarla bir arada, onların bir varyantı olarak değerlendiriyorlar.
Bunlardan en güçlüsü Umberto Bossi’nin önderlik ettiği Lombardiya Ligi'- dir. Sözkonusu grup 1987 seçimlerinde % 0,5 oranında oy alırken, 7 nisan 1992 günkü seçimlerde % 8,8 oranında oy almıştır. Milano kentinde oy oranları % 20'ye dahi çıkabilen bölgeci liglerin toplam oylarının ulusal oranı % 17 civarındadır.
Legal planda faaliyet yürüten bu oluşumların yanısıra, onlarla dolaylı ya da organik ilişkiler içinde olan MPON, AN, ORDINE NERO, NOUVA DESTRA veya NATO ve CIA'nın güdümündeki gizli anti-komünist şebeke GLADIO'nun İtalya'da mafyanın değişik kollarıyla işbirliği halinde olduğu ve çoğu kez devletin en üst kademelerinin, gizli istihbarat kuramlarının suç ortaklığı ile hareket ettiklerini belirtelim.
İtalyan sivil faşist milislerinin, '60'lı yılların başından '70'li yılların başına kadar Sardinya'da, GLADIO elemanlarının eğilim gördükleri Aghero askeri üssünde eğitildikleri ve suikastlarda faşist çetelerin kullandığı patlayıcı maddenin GLADIO'nun kullandığının aynısı olduğu, "tarihsel uzlaşmadan" yıllar sonra ortaya çıkarıldı.
Ve böylece, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İtalya’da da faşist grupların, terimin en geniş anlamında devletle işbirliği içinde onunla içiçe çalıştıklarına ilişkin bir kanıt daha gün ışığına çıktı.(184)
İngiltere: Zayıf ve denetim altında
Avrupa'da faşizmin tarihi geçmişi ve örgütsel varlığı sözkonusu olunca, İngiltere bir çok nedenden ötürü kenarda tutulur. Bu ülkede faşist geleneğin tarihsel zayıflığı, örgütsel anlamda ciddiye alınır kalıcı bir politik güce dönüşememesi, ikinci emperyalist savaş döneminde İngiliz faşistlerinin Nazilerle aktif işbirliği yapmalarının pratik koşullarının oluşamaması, İngiltere'nin bu bağlamda istisna statüsüne girmesini, kenarda tutulmasını bir bakıma anlaşılır kılıyor.
Fakat, bu faktörlerin yanısıra İngiltere’de faşist gelişmeyi dizginleyen bazı başka öznel faktörlerin de dikkate alınması gerekiyor. Muhafazakar Parti'nin faşist oluşumlarla sürdürdüğü örgütsel ilişkiler, faşist eğilimli politik argümanları kendi programına almada gösterdiği tezcanlılık ve taktiksel maharet, çoğunluk sistemine dayanan tek dereceli seçim sistemi, bu faktörlerin bir kaçı olarak sıralanabilir.
Ayrıca, kendini pratikte, yani sokakta ifade etmekte duraksamayan kitlelerin anti-faşist duyarlılığı, İngiltere'de faşist potansiyelin dizginlenmesine, periyodik darbeler almasına ve dolayısıyla zayıf kalmasına neden olan pozitif öznel faktörler olarak dikkate alınabilirler.
Buna rağmen, İngiliz faşizmi zayıf da olsa tarihsel bir geçmişe ve mirasa sahiptir. İngiliz İmparatorluğunun varlığını korumayı ve İngiliz ırkının üstünlüğünü savunmayı hedefleyen, faşist ideolojiden önemli ölçüde etkilenmiş klasik aşırı sağcı grupların dağınık varlığı dışında, terimin esas anlamına tekabül eden kayda değer faşist bir partiye İngiltere'de 1930'lu yılların başına kadar rastlanmaz.
Ancak, boyutları sınırlı da olsa, İngiltere'de faşist bir gelenek ve bu geleneği sürdürme uğraşısını büyük bir inat ve sebatle yürüten güçlerin varlığı da bir gerçektir. Gözlemciler İngiliz faşizminin doğuşunun 1919'da yayın hayatına başlayan Britons Publishing Society'nin kuruluşuna dayandığını ileri sürüyorlar.
Henry Hamilton Beamish'in kurduğu sözkonusu yayınevi ülkede faşist ideolojinin yerleşmesi için entellektüel birikim ve politik atmosfer yaratıcı bir işlev görmüştür. Sözkonusu kurum İngiliz İmparatorluğu’nu yüceltmiş, yurtseverlik adına milliyetçi, ırkçı, anti-semitist propagandanın temel taşıyıcısı olmuş, sendikacılığa karşı kitap ve broşürler yayınlamıştır.
Bu ilk girişimden dört yıl sonra, 1923'te, bayan Rotha Lintorn Orman önderliğinde, "kızıl" tehlikeye karşı savaşım vermek için ve Mussolini’nin faşist partisi örneğinden esinlenilerek, ilk İngiliz faşist oluşumu British Fascisti kurulmuştur. British Fascisti'nin politik programı, krallığı ve parlamentoyu sosyalizme, komünizme, sendikacılığa, ateizme ve cinsel özgürlüğe karşı korumak olarak saptanmıştır. Fakat program ve hedefleri bu şekilde saptanmış olmasına karşın, British Fascisti'nin pratikteki faaliyeti, Muhafazakar Parti'nin toplantı ve mitinglerinde güvenliği sağlamaktan, grev kırıcılığında paramiliter güç olarak kullanılmaktan ve muhalefetin toplantılarına saldırılar düzenlemekten öte gitmemiştir.(185)
British Fascisti genellikle emekli subaylardan, orta ölçekli işletme patronlarından, din görevlilerinden ve Muhafazakar Partililer’den oluşan birkaç binlik üyesi ile gücünün zirvesinde olduğu bir dönemde, 8 gün süren ünlü 1926 Genel Grev’i gerçekleşti. Ülkede hayatı felce uğratan bu genel grev esnasında, British Fascisti en temel misyonunda, grev kırıcılığında başarılı olamamıştır. Böylece İngiliz burjuvazisi faşist milisleri boşuna beslediği kanısına varmış ve mali desteğini kesmiştir. Bunun yanısıra R. L. Orman'ın annesinden devraldığı ve örgüt için kullandığı miras da erimeye yüz tutmuş, şirketi 1934'te iflas etmiştir. Bu duruma partinin önderi konumunda olan R. L. Orman'ın alkol düşkünlüğü de eklenince, örgüt dağılma ve bölünme sürecine girmiştir.
* Nordic League: Muhafazakar milletvekili Arcibald Maule Ramsay'ın önderliğinde oluşturulan bu grup, Amerikan faşist örgütü Klu Klux Klan'ın İngiliz kolu olan White Knights of Britain ile yakın ilişkiler içinde faaliyet yürütmeye çaba sarfetti. Nordic League saflarında Arnold Leese, Henry Hamilton Beamish, William Joyce, Serocold Skeel gibi İngiliz faşizminin önde gelen isimlerini barındırıyordu. 1937-39 yılları arası faaliyet yürüten bu grup, ikinci emperyalist savaşın patlak vermesiyle birlikte yasaklandı ve üyelerinin çoğu tutuklandı.
* Britons Society: Henry Hamilton Beamish'in 1919'da kurduğu Britons Publishing Society’e benzer bir oluşum olan Britons Society, sözde salt yayın faaliyeti aracılığıyla İngiliz yaşam tarzını yabancı etkilerden korumayı amaçlayan bir misyon üstlenerek ortaya çıktı.
Yahudi düşmanı yapıtlar yayınlamaktan öte bir örgütsel varlığı olmayan Britons Society, savaş öncesi dönemden '70'li yıllara kadar varlığını sürdüren tek İngiliz faşist oluşumudur. Etki alanı dar da olsa Britons Society yayınladığı anti-semitist yapıtlar aracılığıyla, İngiliz anti-semitist, ırkçı ve faşist geleneğine hatırı sayılır entellektüel bir hizmette bulunmuştur.
* Imperial Fascist League: 1928 yılında oluşturulan Imperial Fascist League'ın başına 1930'da Arnold Spencer getirildi. Britons Publishing Society kökenli, yahudi düşmanlığı ve Hitler'e sınırsız hayranlığı ile ünlü olan A. Spencer sonradan yahudilerin gaz odalarına kapatılmasını öneren ilk kişi olmakla övünmüştür.
Ortalama militan sayısı 150'yi geçmeyen Imperial Fascist League, Muhafazakar Parti'den bağımsız ilk İngiliz faşist örgütü sayılır. Tirajı 3000 civarında olan The Fascist adlı yayın organının önemli bir bölümünü Güney Afrika'ya postalayarak dağıtım sorununu çözümleyen grubun esas mali kaynağı Arnold Leese tarafından karşılanıyordu. Ancak, Sir Oswald Mosley grubunun yükselişi ile birlikte Imperial Fascist League tamamen unutuldu ve devre dışı kalarak dağıldı.
İngiliz faşizminin adeta kilometre taşı olan Sir Oswald Mosley, politikaya Muhafazakar Parti'nin saflarında, bu partinin en genç milletvekili olarak başladı. Daha sonra İşçi Partisi'ne geçen Mosley hemen parti önderliğine oynadı ve kılpayı kaçırdı. İşçi Partisi'nin önderliğini ele geçiremeyince partiden ayrılıp 1930 yılında kendi partisini, New Party'yi kurdu.(186)
İki yıl sonra New Party'yi British Union of Fascist’e dönüştürmekle, Sir Mosley İngiliz faşizminin tarihe damgasını vuracağı süreci başlatmış oldu. Mosley'in partisi İngiliz İmparatorluğu'nun dışa kapalı, kendi yağıyla kavrulur konumda kalmasını, ulusal karakterli yatırımlara öncelik tanımasını, yaşlı bir ”çete"den oluşan parlamentonun yerini korporatist ve otoriter bir devlete bırakmasını ve bu tezleri anti-komünizm, ırkçılık ve anti-semitizmi temel kıstas alan bir politika eşliğinde uygulamasını öneriyordu.
Britsh Union of Fascists'in mali kaynaklarının bir bölümünü Oswald Mosley'in kişisel serveti, diğer bir bölümünü Mussolini karşılıyordu. Fakat en büyük desteği Daily Mail günlük gazetesinin patronu. Lord Rothermere sağlıyordu. Daily Mail'in iki yıl boyunca British Union of Fascists'e sağladığı destek ile dönemin Avrupası’nın özgün koşullarının sunduğu maddi ve manevi olanaklar sayesinde, İngiliz faşizmi büyük bir gelişme göstermiştir. 1935’li yıllarda 100 bini aşkın İngilizi saflarına çekmiştir.
Londra sokaklarında polisin gözetimi altında terör estiren Mosley çetesine İngiliz işçi sınıfı 4 Ekim 1936 günü Cable Street'te ağır bir tokat atmış, bozguna uğrattığı gibi gelişimine de son vermiştir. Adı geçen tarihte, Sir Mosley'in Blackshirts'leri (karagömlekliler) Londra'nın bir işçi semti olan East End'e doğru, gövde gösterisi niteliğinde bir yürüyüş düzenlemek istediler. İngiliz hükümeti, gösteri özgürlüğü, demokrasi vb. gibi bilinen gerekçelerle faşistlerin yürüyüşünü yasaklamayı reddetti. Sayıları 3000'i geçmeyen faşistlerin bu provokasyonunu korumak amacıyla 3000 polis görevlendirdi. Fakat bu provokasyonu engellemek, faşistlere hadlerini bildirmek için 100 bini aşkın işçi, komünist ve anti-faşist "Faşizme Geçit Yok!" şiarıyla sokağa döküldüler. Eylemcileri korumakla görevli polisin tüm çabasına rağmen faşistler Londra sokaklarında kovalandı, meydan dayağından geçirildiler. İşçi sınıfı başta olmak üzere kitlelerin bu doğrudan militan müdahalesi İngiltere'de faşist cereyanın gelişim sürecini tamamen sekteye uğrattı. Faşistleri doğrudan destekleyen devlet biraz daha temkinli davranmak zorunda kaldı. Daily Mail de kamuoyunun baskısı sonucu mali ve lojistik yardımını kesti.
Bu durum British Union of Fascists'e ölümcül bir darbe etkisi yaptı ve onu geriye sayma sürecine soktu. Ve çok geçmeden faşistleri her zaman el altından desteklemiş olan İngiliz egemen sınıfları, savaşın arifesinde bunlara karşı "ulusal güvenlik" gerekçesiyle cezai kovuşturma açmak zorunda kaldılar.
23 Mayıs 1940'ta 900 yandaşı ile birlikte gözaltına alınan Sir Mosley, polisin gözetiminde tutulması kaydıyla 1943'te serbest bırakıldı. Avrupa'da anti-faşist zaferi izleyen temizlikten İngiliz faşistleri, ülkenin işgale uğramadığı ve örneğin Fransa'daki gibi fiili bir işbirliğinin yaşanmaması nedeniyle, fazla etkilenmediler. Yine de süreç bu faşist mihrakın tamamen dağılmasıyla sonuçlandı.
* İkinci emperyalist savaş sonrası yeniden ortaya çıkan ilk İngiliz faşisti Arnold Leese olmuştur. 8 Mayıs 1945 günü Jewish War of Survival başlıklı bir kitap yayınlayarak "Yahudiler ve francmasonların savaşı kazandıklarını" açıklayan Arnold Leese, Gothic Ripples adlı bir aylık dergi aracılığıyla yahudi(187)düşmanlığı kusmaya yeniden başladı.
Çok geçmeden 1948'de Sir Oswald Mosley Union Movement'i kurarak devreye girdi ve politik yaşama yeniden dönmeye çalıştı. Fakat tüm uğraşılarına rağmen İngiliz halkı nezdinde ilgi görmeyen Sir Mosley'in adı Hitler'inki ile birlikte anılmaya ve birlikte lanetlenmeye devam etmiştir.
Sir Mosley'in girişimiyle değişik İngiliz faşist grupları arasında umulan birliğin sağlanamamasından dolayı British Union of Fascists'in eski militanlarından olan Arthur K.Chesterton, 1954'te League of Empire Loyalists’i kurdu. Aynı şekilde 1960'ta kurulan British National Party bu dağınıklığın bir başka ifadesidir.
İngiliz egemen sınıfları ülkenin savaş sonrası yeniden inşası için binlerce göçmen işçiye çağrıda bulunmak gereksinimi duydular. Bu girişim Sir Mosley'e bir umut ışığı gibi göründü. Yahudi düşmanı klasik Nazi lafzını tali plana iterek, göçmen işçilere özellikle de zencilere yönelik ırkçı bir saldırı kampanyası sayesinde yeniden dirilebileceğini sandı. Beklediği ilgiyi görmeyen Sir Mosley, aktif politikaya ara vermek, kendisini biraz unutturmak ihtiyacı duydu.
1952 yılında İrlanda'ya göçen ve sonradan gidip Paris'e yerleşen Sir Mosley, 1959 yılında bu molanın artık yeterli olduğuna kanaat getirerek tekrar Londra'ya dönüp milletvekili adayı oldu. Fakat bu son girişimi de başarısız oldu ve gerileme sürecine bir türlü son veremedi.
* 1960'Iı yılların ortalarına kadar İngiliz faşistleri bir türlü bellerini doğrultamadı, kurmaya çalıştıkları örgütler hep minyatür kaldı, kısa sürede bölündüler ve yok oldular. Örneğin, Celin Jordan ve John Tyndall'ın birlikte kurdukları British National Party iki yıl geçmeden dört ayrı gruba bölündü: League of Empire Loyalists, Patriotic Party, Greater Britain Movement, National Socialist Movement.
1960'lı yılların ortalarından itibaren İngiliz faşist şefler tüm müritlerini aynı çatı altında toplamak için kendi aralarında görüşme ve pazarlıklar başlatmak zorunda kaldılar. Aylar süren pazarlıklardan sonra, 1967'de "asgari müşterekler" denilen yabancı düşmanlığı etrafında birliklerini sağladılar.
Böylece League of Empire Loyalists, Racial Preservation Society, British National Party, Greater Britain Movement, National Socialist Movement gibi faşist grupçukların biraraya gelmesiyle, İngiltere'nin savaş sonrası dönemin başlıca faşist örgütü olan National Front kuruldu.
Fakat John Tyndall ve Greater Britain Movement’ın hempaları katıksız Nazi eğilimleriyle, yeni oluşumun kazanmaya çalıştığı itibara ve ciddiyete gölge düşürebilirler diye dıştalandılar. Yalnız aradan bir yıl bile geçmeden John Tyndall kendi örgütünü lağvederek üyelerini National Front'a katılmaya çağırdı ve çok geçmeden partiye şef oldu.
National Front, John Tyndall önderliğinde, 1979 yılına kadar oldukça parlak bir dönem yaşamıştır. Yahudi düşmanlığının yerine, oy almakla daha verimli oluyor diye, göçmen işçi düşmanlığı konmuştur. '70'li yılların başında beliren iktisadi krizin yarattığı tahribatlarla da birleşen göçmen işçi düşmanlığı, faşistlerin elinde yankısı ve etkisi büsbütün artan tek propaganda malzemesi(188)olarak kalmıştır.
1972 yılında İdi Amin Dada'nın Uganda'dan sınırdışı ettiği ve İngiltere'ye yerleştirilen 30 000 uzak Asyalı mültecinin gelişini büyük bir iştahla istismara kalkışan National Front'un imdadına çok geçmeden, 1976 yılında, İşçi Partisi hükümeti yetişti. Ekonomik krizi dizginleyip aşmaya çalışıyoruz diye, sağlık, eğitim, sosyal sigorta bütçelerinde büyük ölçekli kesintilere giden İşçi Partisi hükümeti kitleler nezdinde itibarını kısa sürede kaybetti. Geri kitleleri ırkçı, demagojik propagandanın etki alanına, yani National Front'un kucağına itti.
İşçi Partisi hükümetinin kemer sıkma politikasına karşı gelişen toplumsal tepkiyi İngiliz burjuvazisi klasikleşmiş bir tarzda sahte hedeflere, göçmen işçilere, yabancılara yönelterek, düzen karşıtı bir sosyal karışıklığın çıkmasını engelleyebilmiştir. Burjuva basın karın tokluğuna çalışan insanları, zencileri, Pakistanlıları vb. kapitalizmin bunalımının sözde sorumluları ilan etmiştir. Burjuvazinin basın aracılığıyla yabancı işçilere karşı başlattığı karalama kampanyasının National Front'a verilen objektif bir destek olduğu somut bir gerçektir.
Halktan alınan vergilerle yabancı işçiler lüks otellerde misafir ediliyor, devlet ve işverenler İngilizlere değil yabancılara iş vermeyi tercih ediyor, konut dağıtımında göçmen işçilere öncelik tanınıyor vb. gibi soyut propaganda argümanları, burjuva basının o dönem döne döne vurguladığı temel konulardı.
Ayrıca kampanyaya daha etkili bir boyut katmak ve sansasyonelleştirmek için, "zencilerin işi gücü beyaz İngiliz kızlarına tecavüz etmektir, zenciler saldırıyor, zenciler silahlı çeteler oluşturmuşlar" vb. uydurulmuş hikayeler, basın aracılığıyla somut olgularmış gibi kitlelere şırınga edildiler.
Burjuvazi basın aracılığıyla yabancıları bir yandan persona non grata ilan ederken, diğer yandan da sokaklarda bu insanlara saldıran faşist çetelerin şefleri hakkında övücü röportajlar yayınlatarak, bu çetelerin İngiliz halkının istek ve temennisi doğrultusunda hareket ettikleri imajını veriyor, onlara kitleler nezdinde itibar kazandırıyordu.
Irkçı zeminden hareket ederek gelişmeyi amaçlayan faşist bir partiye, National Front'a bundan daha iyi ve uygun destek vermek mümkün değildi. Böyle bir ortamı kendi lehine kullanmak için, National Front gibi onyılların birikim ve deneyimi içinden süzülerek gelen kaşarlaşmış profesyonel bir şebekeye öğüt vermek gereksizdir. Onlar neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Yeter ki burjuvazi onlara yeşil ışık yaksın.
National Front burjuva basının oluşturduğu ortamı büyük bir rahatlıkla kullanmış, İngiliz halkını "göçmen işgaline" karşı korumak için polisin suç ortaklığıyla sokak saldırılarına başlamış, kapitalizmin evsiz, işsiz, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik hizmetlerinden yoksun bıraktığı geri kitlelerin desteğini önemli ölçüde almayı başarmıştır.
1977 yılında National Front İngiltere'nin ulusal düzeyde 4. politik gücü olmuş, yerel düzeyde ise 3. konuma yükselmiştir. Kamuoyu araştırmaları 1979 genel seçimlerinin arifesinde National Front'un iktidara gelmesi dahil, her ihtimali olanaklı kılan bir güçlenme süreci yaşadığını gösteriyordu.(189)
İşte bu aşamadan sonra İngiliz burjuvazisi yeni bir dönem başlatabilirdi. Çünkü istenilen hedefe erişilmiş, faşist mihrakın döneme ilişkin misyonu tamamlanmıştı. Yani kapitalist bunalımın yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk faşist örgütler şahsında düzen içinde denetim altında tutulabilmiş, ülkede herhangi bir sosyal karışıklığa meydan verilmemiş, potansiyel tehlike bertaraf edilmişti.
Diğer taraftan faşist bir partinin iktidar olmasına veya politik yaşamda yerleşik ve kalıcı bir mihrak olarak kalmasına burjuvazinin ne ihtiyacı, ne de niyeti vardı. Dönem böyle bir gücün sürekli önplanda tutulmasını henüz gerektirmiyordu ve ayrıca onun denetimden çıkma tehlikesi de olabilirdi.
Dolayısıyla Muhafazakar Parti'nin zararına hızla güçlenen, onun tabanını erozyona uğratan National Front'un gelişmesini frenlemenin zamanı gelmişti. Onu frenleyebilmek için faşistlerin göçmen işçi düşmanı tezleri önce muhafazakar milletvekili Enoch Powell ve ardından bizzat Başbakan Thatcher tarafından doğrudan ve açıktan işlenmeye başlandı. Muhafazakar Parti'nin programına eklendi. Dolayısıyla resmi devlet politikasının bir varyantına dönüştürüldü.
Muhafazakarların bu taktikle başlattıkları süreç doğal olarak National Front'un '80'li yılların başından itibaren gerileme ve bölünme sürecine girmesine neden oldu, zaten amaç da buydu.
'70'li yılların faşist partisi National Front etkinliğini kaybedince, 1982'de John Tyndall önderliğindeki British National Party'e dönüştürüldü. British National
Dostları ilə paylaş: |