T.C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
TRABZON-AKÇAABAT-DARICA
EĞİTİM MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
KUR’AN VE HADİS’İN ŞİİRE BAKIŞI
(III. DÖNEM BİTİRME TEZİ)
AHMET TAŞ
Danışman
ŞENOL TİRYAKİ
TRABZON-2006
ÖNSÖZ
Çocukluğumdan beri şiire ilgi duydum hep. Bu yaratılıştan var olan bir hassasiyet. Güzel şiirlere ve şairlere gıpta ile bakmışımdır. Hayat, önümde, ıssız korulardan geçen dolambaçlı bir yoldu. Nelerle karşılaşacağım bana meçhuldü.
Birçok meşhur şairi tanıdım, onlarla konuştum. Şurası muhakkak ki onlar bir yönleriyle hâla çocuk. Çocukların, şairlerin ve delilerin aynı sınıftan olduğu çok öncelerden söylenmişti. Belki de bütün insanlar bir yönleriyle çocuktur, bilemem. Ve şiir basit bir şeymiş gibi görüldü çoğu zaman. Bu yüzden hassasiyet sahibi şairler, şiir yazarken, yaramazlık yapan bir çocuğun ezikliğini hissettiler hep. Mahallede top oynarken, komşunun camını kıran haylaz çocuklar onlardı sanki. Peygamber’in huzurunda şiir okuyan şairlere nispetle, bugünün şairleri, yazdıklarını birilerine göstermekten utanır olmuşlardı.
Her mesleğin yüzkarası vardır elbette. Burada da, şiiri ayağa düşürenlerin payı çok büyüktü şüphesiz. Bir kısım müteşairler, yerden biten ot misali ortalığı kaplayınca, iş artık tat vermez oldu. Esasında ortalıkta ne şair vardı, ne de yazılanlar şiirdi. Fakat bunu kim, kime anlatacaktı. Bulanık suda balık avlamak isteyen korsanlar çoktan tezgâhlarını kurmuştu. Kurtlar dumanlı havayı severdi ama, bu sefer çakallar sahne almıştı. Has şiir, gerçek şiir, bu yüzden utancından kıpkırmızı kesildi. Anarşi berkemaldi.
Bunda, şiiri anlayamayan, onun, insanın ruh iklimini besleyen, gönül dünyasına ufuk açan bir mefhum olduğunu kavrayamayan eksik anlayış sahiplerinin de payı vardı elbette.
15 yıldan beri şiire kafa yoran bir insan olarak, bizim de bu konuda söyleyecek sözümüz olabilirdi.
Bu düşünceler ışığında, şiir hususunda, böyle bir tezi çalışmam, çok isabetli olur diye düşündüm.
Gül büyütenlere mahsus bir hevesle, son derece haz duyarak ve iştiyakla bu konuya eğildim.
Böyle bir konu üzerinde çalışma fırsatı bulduğum için, bize bu imkânı sunan, Darıca Eğitim Merkezi’nin kıymetli müdürü, Sayın Zeki YAVUZYILMAZ Hocam’a, çalışmam süresince engin hoşgörüsüyle karşılaştığım ve bu eserin oluşmasında bana rehberlik eden tez danışmanım Sayın Şenol TİRYAKİ Hocam’a teşekkür ederim.
TRABZON - 2006 Ahmet TAŞ
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR
a.g.e. : adı geçen eser
a.ş. : anonim şirketi
b. : bin, ibn
bas. : basım
bask. : baskı
c.c. : celle celaluhu
c. : cilt
Çev. : çeviren
D.İ.B. : Diyanet İşleri Başkanlığı
ed. : edebiyat
Hz. : Hazreti
M.Ü.İ.F. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
nşr. : Neşreden
ö. : Ölümü
r.a. : Radiyallahu anh
s. : sayfa
s.a.v. : Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şerh. : şerheden
terc. : tercüme
ts. : Tarihsiz
vb. : ve benzeri
vd. : ve diğerleri
yay. :yayınları,yayınevi
GİRİŞ
ŞİİRE GENEL BİR YAKLAŞIM
Şiir hakkında yazılan tarifleri bir araya getirsek, ciltlerle eser meydana gelir. Birçok şair, düşünür, şiiri tarif etmek için emek sarfetmişlerdir. Ne var ki, şiirin ufuklarını kaplayan sis tabakası henüz aralanamadı. Şiirin ufukları hâla duman duman. Mücerred mefhumlar tarife sığmıyor. Fakat, efradını cami ağyarını mani tarifler meseleye az da olsa ışık tutuyor. Ve biz, bu efsunlu kapıdan sokuluyoruz şiirin sır yüklü ufuklarına.
Şiirin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Şiir, bir nevi ilham olduğuna göre Doğu’ya daha yakın durmaktadır. Cemil Meriç, “Peygamberler Asya’nın çocukları (diyor), yorumcular Avrupa’nın. “Batı daha çok felsefe, doğu fazlasıyla ilham. Vahiy, Doğu’yu daha şefkatli, daha merhametli yaptı. Batı, ekseriya madde peşinde koştu. Bunda belki muvaffak oldu ama, gönül iklimlerini hiçbir zaman keşfedemedi. Batı adına birkaç istisnadan bahsedilebilir ancak, Doğu bir çınarlar ormanı veya gülistan! Doğu, vahyi koydu merkeze, onun etrafında aydınlandı. Batı bu eşsiz kaynağın yerine koyacak bir şey bulamadı. Sonunda hristiyanlığı transfer etti, ama kuşa çevirerek! Bozulan bir hristiyanlık pragmatist Avrupa’ya insanlık adına ne kazandıracaktı?
Doğu öyle değildi. Bütün hazineler önüne serilmişti. Ama talihsizliğe bakın ki, Şark bu kıymetlerini değerlendirecek yerde, hazinenin üstüne oturdu. Sermayesini yanlış yollarda harcadı veya değerlendiremedi. Yıllar birbirini kovaladı. Batı maddede zirveye ulaşırken, Doğu yerinde saydı. Bazı modernistler bu gerilemenin faturasını İslam’a kestiler. Onlara göre din terakkiye mani idi. Yanlış düşüncelerini sorgulayacak yerde İslamiyet’i sorgulamaya başladılar. İlimde ve edebiyatta kendini tanımayan, şuursuz bir nesil meydana geldi.
Bu bahsin “şiirle ne ilgisi olabilir” diye düşünenlere şunu hatırlatmak isteriz ki, dinin altından sandalyeyi çekmeye çalışan mantıkla, şiiri ağaya düşüren mantık aynıdır. Dinde istediği gibi hürriyet isteyen adam, şiiri kör satırla doğrar.
Şiir, elbette ki Doğu’nun malı. Doğu şairanedir. Peki ama şiirin kaynağı nedir? Şiir iyi bir şey midir, yoksa merdut mudur? Peşinen şunu söyleyelim ki, şiiri ıslıklayan, pek az bir gruba nisbetle, ezici bir çoğunluk şiirin lehine tezahürat yapmakta. Peki ama, bu kadar yekûn bir çoğunluğun şiirin yanında yer alması onu haklı mı çıkaracaktı? Veya, doğruyu söyleyen bir kişi çıksa, dokuz köyden kovulacak mıydı? Adil bir karar verebilmek için her iki taraf da konuşmalıydı.
Şiir hakkında bizi selamete çıkaracak iki ana kaynağımız vardı: Kur’an ve Hadis. Bizim için en muteber kaynak onlardı şüphesiz.
Peygamber Efendimizden, şiirin aleyhinde bulunan bazı rivayetlerin nakledilmesi, bazı alimleri şiire mesafeli durmaya sürüklemiştir…
Şiirin aleyhinde olduğu zannedilen ve aslında belli bir kısmı ile ilgili bulunan bu gibi hadisler, şiir söylemenin caiz olup olmadığını münakaşa eden bir zihniyetin de meydana gelmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şair Hassan’ın mescitte şiir okumasını hoş görmemesi, ihtiyatlı ve muhafazakâr tabiatlı kimselerin şiir okumayı endişe ile karşıladıklarının bir tezahürü olarak görünmektedir. Buna birkaç misal daha ilave edilebilir.
Fakat öbür tarafta, Hz.Peygamberin şiir okuduğuna, okuttuğuna dair birçok rivayet de vardı.
Şiirin yanında yer alan onlarca hadis ne anlama gelmekteydi? En önemlisi, Kur’an bu konuda ne buyuruyordu? Şiir ya hiçbir şeydi, ya da çok şeydi. Acaba kim haklıydı? Şiire geçit vermeyenler mi, yoksa şiirin efsunlu iklimine gönlünü kaptıranlar mı? Yoksa Nasreddin hocanın ifade buyurduğu gibi “herkes haklı” mıydı?
Bu sorulara cevap bulabilmek için, gerek Kur’an’dan, gerek hadisten şiirle ve şairle ilgili bölümlere başvurduk; onları anlamaya ve tahlil etmeye çalıştık. Peygamberin ashabının görüşleri de bizim için önemliydi.
Birinci bölümde, şiirin lügat ve ıstılahi manalarının üzerinde durduk. Diğer taraftan şifahi edebiyat geleneğindeki şiirden ve şiirin kaynağının ne olduğundan bahsettik. Özellikle yazının icadından önceki devirlere ait şiir hakkındaki bilgilerin kısıtlı oluşu, bu alanda bize rahat hareket etme imkânı vermemektedir. Şiir hakkında yazıldığı bilinen ilk eser Aristo’ya ait. Daha öncesi sislerle kaplı. Halbuki şiir, insanlığın tarihiyle yaşıt.
İkinci bölümde, Cahiliye dönemindeki şiirden ve şairlerden söz etmeye çalıştık. Cahiliye dönemindeki şiir anlayışını ve topluma olan etkisini ortaya koymaya çalıştık.
Üçüncü bölümde ise, şiirle ilgili ayet ve hadisleri naklettikten sonra onları tahlil etmeye, delalet ettikleri manaları tespit etmeye çalıştık.
Sonuç bölümünde ise ayet ve hadislerden, sahabenin uygulamalarından çıkarılabilecek hükümleri özetle belirtmeye çalıştık.
BİRİNCİ BÖLÜM
I. ŞİİRİN ANLAMI
Mefhumları tarif etmeden girişilecek her tartışma eksik kalmaya mahkûm. İnsan, aradığı şeyin ne olduğunu ve onun hudutlarını bilmeli. Bilen insan emin konuşur. Bilgi, güçlü kılar insanı. Mefhumlara hakim insanlar hedefine emin adımlarla ilerler. Kelimeleri menşeine giderek araştıran, delalet ettiği manaları iyi bilen ve bunları idrakinde bir yere oturtan temelini sağlam atmıştır. Bütün bunlardan bihaber olanlar ise, elinde adresi olmayan postacıdan farksızdır. Çünkü, hangi kapıyı çalması gerektiğini bilemez. Aradığının ne olduğunu bilmediği için, her yolun kendisini hedefe götüreceğini zanneder.
Bu sebeple biz, Kur’an ve hadisin şiire ve şaire bakışını tesbit edebilmek için, evvela şiir ve şair kelimelerinin kaynağına inecek, delalet ettikleri manaları ortaya koymaya çalışacağız.
I.I. Lügat Açısından
Şiir, Arapça menşeli bir kelime olup; şin, ayn, lam harflerinden müteşekkil, şa’ara kökünden mastar (isim) bir kelimedir. Şa’ara Arapçada bilmek,1 hissetmek,2 farkında, idrakinde olmak,3 gibi manalara gelir. Şiir de, sözün düzenli, nazım şeklinde tertiplenmesi, vezin ve kafiyenin söze hakim olması, şeri ilimlere karşı sözde idrakin, anlayış ve hissedişin ağırlık kazanması, alametleri, işaretleri, sınırları dışına çıkılamayan4 bir mefhumdur. Kafiyeyi murad ederek sözün vezinli olması5 dır. Bir başka ifadeyle şiir; lügat bakımından, ilim, yani bilmektir. Istılahta; kasıtlı olarak vezinlenmiş kafiyeli sözdür. “Kasıtlı olarak” kaydı, yüce Allah’ın şu sözü gibi olanları şiir sayılmaktan çıkarır: “Ellezî enkaza zahrak, ve rafe’nâ leke zikrak.” (Manası) “Ki o (yük) bükmüştü belini senin. Ve biz yükseltmedik mi şanını senin (İnşirah: 3-4). Bu kavl-i şerif, vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Lakin şiir değildir. Çünkü bunun vezinli olarak söylenmesi kasıtlı değildir.
Şiir mantıkçıların ıstılahında, hayal edilmiş şeylerden derlenmiş bir kıyastır. Bundan maksat, isteklendirme ve nefret ettirmekle ruhu etkilemektir.
Onların şu sözleri gibi: Şarap, sıvı bir yakuttur. Bal ise, kusulmuş acı bir şeydir.6
Şaire gelince; şiir söyleyendir. Sezgi, duygu ve hissetmesindeki incelikten, bilgisindeki dikkatten ve ileri derecedeki zekasından ötürü bu şekilde isimlendirildi.7 Çünkü, o, başkalarının hissetmediğini hisseden, farkına varan kişidir.8
Bu ifadelerden sonra şunu söylemek mümkün olacaktır. Şair, düşünme, hissetme, idrak etme ve farkına varmada diğer insanlara göre daha hassas, daha dikkatli olandır. Kalbi yoğunluk şairde ileri derecededir. Şiir kelimesinin hissetmek, bilmek gibi anlamlara geldiğini kaynaklardan hareketle söyleyebiliyoruz. O halde şiirde iki ana unsurun olduğu ortaya çıkmış bulunuyor: Biri his, diğeri fikir.
Kamûs-î Türkî’ye bir göz atalım. Şiir, 1- anlama, fehm, idrak. 2- Vezinli, kafiyeli olup mâna olarak güzel hayalleri ve tasavvurları toplayan söz: Kur’anı Kerim şiir değildir, lakin, en büyük şairleri taklit ve temsilden aciz bırakmıştır. Şiir söylemek cehd ve tahsil ile olmaz, isti’dâd-ı tabii ile olur.9 Yani şair, şiir söyleyebilmesi için, onda doğuştan şiir kumaşı bulunmalıdır. Şiirin bir yönünü de ilim oluşturur. Lügat manalarını verirken, bilmek manasını da zikretmiştik. Fuzûlî’nin de belirttiği gibi, ilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer. Şair ilim kesbettikçe, daha önce heyecanla söylemiş olduğu gençlik dönemindeki sözlerinden rahatsız olur. Şiirin sağlam bir zemine oturtulabilmesi için, şiiri söyleyenin bilgi sahibi olması gerekmektedir.
Başka bir lügate daha göz atalım. Şiir: farkında, bilincinde, idrakinde olmak; hissetmek, algılamak, idrak etmek. Şair ise; hisseden, içinde duyan, idrak eden. Çoğulu şuara’ dır. “Şuara” isminde Kur’an’da bir sure de yer almaktadır.10
Bir başka lügatte şiir: Bilme, tanıma, kavrama. Vezinli veya vezin tesiri uyandıran ahenge sahip, kafiyeli veya kafiye tesiri uyandıran ses uyumu olan edebi eser. Şair ise; şiir yazan veya söyleyen kimse, nazım. Aşık, (es.) ozan.11
I.II. Istılahi Açıdan
Lügat manalarının dışında terim olarak da şiire birçok tanım yapılmıştır. Fakat mücerred mefhumları belli bir tanıma hasretmek mümkün değil. Efradını cami ağyarını mani tariflerin de birkaç tanesini burada serdetmek istiyoruz.
İlk poetika yazarı olarak bildiğimiz Aristo’ya göre şiir, taklittir, mimesis. Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepi’si olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki, bu, insan için karakteristiktir. Sanat yapıtları karşısındaki yaşantılarımız bunu kanıtlar… O halde taklit içtepisi, insanlarda doğuştan var olduğuna ve aynı şeyi harmoni ile ritm’in-çünkü şiirdeki ölçünün, ritmin bir türü olduğu açıktır- uyandırdığı duygular için de doğru olduğuna göre, oldum olası bunlar için yetili olan ve bu yetiyi yavaş yavaş geliştiren insanlar, ilkin uzun uzun düşünmeden yapılan(doğuştan) denemelerden hareket ederek şiir sanatını oluşturmuşlardır.
Şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olarak iki yön alır; zira, ağır başlı ve soylu, karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin, iyi ve soylu eylemlerini taklit ederler; hafif meşrep karakterli ozanlar ise, bayağı yaratılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler. Birinciler bunu ilkin hymnos’lar ve övgü şiirleriyle yaptıkları halde, ikinciler, alaylı şiirler yazmakla yapmışlardır. Homeros öncesi zamanlarına ait böyle alaylı şiirler yazmış hiçbir ozan adı söyleyemeyiz; bununla birlikte, o dönemlerde de böyle birçok ozanın yaşamış olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak, Homeros’dan beri bu çeşit yapıtları gösterebiliriz, misal olarak Homeros’un “margites”i ve buna benzer şeyleri.
Bu şiir türünde sonraları ona uygun bir mısra ölçüsü de oluşur: Jambik ölçü. Bu ölçünün bugün bile yaşayan adı, onun kökünün iambizon sözcüğü olduğunu söyler; bu da karşılıklı alay etmek anlamına gelir. Buna göre, eski ozanların bir kısmı jambik, bir kısmı ise epik ozanlardı.12
Farklı bir lügate daha göz atalım: Şiir, (Arb.edeb.) seslerin, ritimlerin, uyumların kaynaşmasıyla, mecazlardan yararlanarak, az bir sözcük dizisiyle coşkuları, duyguları, izlenimleri en etkili bir yolda anlatan söz yada yazı (eşan.nazım, manzume).13
I.II.I. Şiirin Usulünde Telkin Vardır
Şiiri tanımlamaya çalışanlardan biri de ülkemizde ilk poetika yazarı kabul edilen Necip Fazıl KISAKÜREK’tir. Bu konuda şunları söylemektedir: İlk poetika fikircisi(Aristo) ya göre şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise (Valeri vesaire) Kaba bir his aleti olmak yerine girift bir idrak cihazı… Baştakilere göre şiir, en basit ve umumi temayül içinde zapt edilmek istenirken sonunculara göre, hususi kalıplar içinde fikrin tahassüs edasına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini kuran ulvi merkezden bir eser yoktur. Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikatı arama işi…14
İlmin usulünde tebliğ, şiirin usulünde de telkin vardır.15 Şiir bir dildir, dilin özü… Fikrin his süzgecinden süzülmesi, hissin fikrin ışığında estetik hüviyet kazanması.
Şiir mutlaka konuşmaktan sonra başlar. Bir duyguyu nesirle, her ne kadar güzel ve arı bir şekilde ifade edebilsek de nesir, hâla şiir düzeyine gelememiştir. İfade, duyguyu açıklamakta zayıf kaldığı vakit şiir ortaya çıkar.
Herkes şiir ve müziğin farklılığından söz eder. Ben hayret ediyorum, neden şiiri anlamıyorlar. Müzik, şiir, dans, resim, heykeltraşlık, vs. hepsi şiirdir. Bazen kelimelerle şiir söyleriz, bazen seslerle, bazen renklerle, bazen hareketlerle…
Müzik, resim, dans ve heykeltraşlık vs. şiirin karşısında nasıl bir yerde durur? “Şiirin sona erdiği yerde müzik başlar” sözü, boş bir sözdür! (Tabii şiirden kastım manzum söz olduğu zaman doğrudur.) Bunlar da şiirdir. Şiirin diğer türleri. Kelimelerin şiiri, seslerin şiiri, renklerin şiiri, şekillerin şiiri, hareketlerin şiiri…
Aynı şekilde, bir eylem de şiir olabilir: Eylemsel epik (hamasi) şiir, bu birkaç Japon hava subayının güneşe doğru uçuşu; eylemsel gazel şiiri, ırmak suyundaki lekenin ayın üzerine uçması gibi…
Bazen bir hareket, şiir olur. Nitekim Sartre der ki, bütün eylem ve hareketlerimiz, hedef ve amaç vesilesiyle alinedir; fakat asıl hareket şiirdir. Cilveli bir kız su bardağını almak için elini güzel bir işveyle hareket ettirir, bardağa götürür: bu hareket değildir, bir iş de değildir, bir şiirdir.16
Şiir, ne bir eğlence ne de bilimsel bir derstir. Bilakis o, toplumun gelecek kuşaklara bırakacağı nefesi, yani varlığını sürdürmesinin tek gerçek şansıdır.17
Söylediklerimizi farklı kaynaklardan da delillendirebiliriz. Meydan Larousse’nin şiir maddesine göz atalım. Şiir: (Ed.) Düzyazıya karşıt olarak mısralar sanatı; seslerin, ritimlerin, uyumların kaynaşmasıyla en güçlü duyguları, izlenimleri, heyecanları canlandırma ve telkin etme sanatı. (Mec.) Hayale, kalbe seslenen hatıra, duygu, heyecan uyandıran, dokunaklı, büyüleyici yön.
Şiiri açık seçik, sınırları belirli bir kavrama bağlamanın ne kadar zor olduğunu anlamak için yüzyıllar boyunca çeşitli yazarların bu konuda ileri sürdükleri görüşlere bir göz gezdirmek yeter. Bu görüşler karşılaştırılınca, şiir kavramının tek bir tanıma sığmadığı, çoğu birbiriyle çelişen yüzlerce tanım verilebileceği ortaya çıkar.
I.II.II. Şiir ve Müzik
Eski çağlarda şiir kavramı nazım sanatından, tecvitten prozodiden pek ayrılmazdı; bu da, şiirin müzikle aynı kaynaktan geldiğini gösteren kanıtlardan biridir. Meseleyi yalnız biçim açısından incelersek, şiirin, nesre karşıt olarak seslerin uyuşmasına ve kulağa hoş gelecek biçimde akışmasına dayandığını, şarkıya benzediğini ve hayallerle örüldüğünü söyleyebiliriz; bu bakımdan şiir, gerçek nesneleri adlarıyla belirten aralarındaki görünür bağıntıları belirten, eylemin amaç ve araçlarını gösteren mantık ve kullanım dilinden ayrılır. Dolayısıyla her şiirin ne kadar türküleşirse türküleşsin, dil olarak, yani anlaşma aracı olarak nesre doğru bir kayması, kendisi de şiir gibi ritim ve benzetmelere başvurabilen nesrin de her zaman, şiir düzeyine yükselmesi imkanı vardır….
I.II.III. Şiir ve Lirizm
Meseleyi tekrar biçim açısından ele alırsak, şiiri kolaylıkla birtakım türlere ayırabiliriz: Konusunu tarih ve efsanelerden alan epik şiir veya destan; bir anlatıyı perdeler halinde sahnede canlandıran dramatik şiir; bir öğretiyi açıklayan öğretici şiir; duyguları dolaysız olarak yansıtan lirik şiir. Ne var ki ilk üç şiir biçiminin katıksız olmadıkları ve sonuncusuna göre nesre daha kolaylıkla yönelebilecekleri ortadadır. Bir hikayeyi anlatmak, bir olayı sahneye aktarmak, bir öğretiyi açıklamak şairden çok nesirciye uygun düşen bir mantığı ve nesnelliği gerektirir. İster epik, ister dramatik, ister öğretici olsun, şiirin düzyazıdan kurtulması sembollere ve müziğe yatkın anlatım yollarına başvurması ve duyguların yoğunluğuyla yani lirizm ile gerçekleşebilir. Bu bakımdan Leopardi’nin de belirttiği gibi şiirin özü olarak lirizmi gösterebiliriz. Vergilius’un Aeneas’ı, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Sophokles’in Antigone’si, Lucretius’un De Natura Rerum’u veya pope’un felsefi manzumeleri, anlatının, eylemin türküye dönüştüğü, bir ahenge vardığı oranda şiir kapsamına girer. Demek ki, ne kadar dönüp dolaşsak gene aynı soru burada da karşımıza çıkıyor: Şiir türküsü, şiir ahengi veya uyumu diye karşılamaya çalıştığımız gerçek nedir? Buna kısaca şu karşılığı verebiliriz: Nesir alanına giren tasvir veya akıl yürütmeye değil de, destanları saz eşliğinde okuyan eski halk şairlerinin müziğine dönük bir söz uyumu, telkin edici ve örneksemeli bir anlatım yolu. Rimbaud şairi “tasvirci ve öğretici yetilerin yokluğu” diye tanımlarken, temel bir noktaya dokunuyor, ama yine de biçim çerçevesinde kalıyordu: şair için önemli olan, şiirin doğmasına elverişli bir duruma, başka bir deyimle “şiir havası”na girmektir. Bu “şiir havası” Eflatun’a göre bir “coşkunluk” ilahi bir vecd’dir: “Şair kanatlı ve kutsal bir yaratıktır, ilham gelmeden, kendinden geçmeden ve aklının sesini kısmadan yaratamaz.” Şiir bir kehanet gibidir. Dinlerin çoğunda şair, bir peygamber olarak görünür, bir yüce varlığın sözcülüğünü eder. Hint filozoflarına göre, en yüce biçimiyle şiir, ermişlerin iç alemidir: Şair, tanrıça Sarasvati’nin inayetiyle kelam-ı anlayabilen kişidir. Mevlana ile Yunus Emre de şiirlerini, Allah’tan aldıkları ilhamla söylediklerine inanıyorlardı. Bu görüş, yüzyıllar boyunca, şiir alemiyle tasavvuf alemini, şiir ile dini yaklaştırmaya yönelen bütün öğretilerin ve eserlerin noktasıdır: şairin coşkunluğunu “bize içimizde Tanrı’nın varlığını duyuran dini duygu” ya benzeten Mme de Stael, “gerçek şair bir din adamıdır” diyen Novalis, şiiri duanın bir biçimi sayan Shelley, şairin tabiat üstü kuvvetlerden ilham aldığını söyleyen Ahmet Haşim, dolaylı da olsa, hep bu görüşü sürdüren düşünürlerdir. Aristoteles ise, şiiri öyle pek yüce bir iş olarak görmez. Konusu ve türü ne olursa olsun şiir taklit sanatlarının bir dalıdır.18 Şair ise, akla yakınlık sınırları içinde gerçeği taklit ederek olabilecek şeylerden söz eder; tarihe uygunluk, gerçeğe bağlı kalmak gibi basit kaygılardan sıyrılmış, daha felsefi ve daha genel bir gerçeğin ardına düşmüştür. Bu bakımdan mesela masal, tarihin manidar bir taklididir; her şiir de hayallerinin kaynağını tabiatta bulur, tabiatı akla yakın hayallerle yorumlamaya yönelir.
I.II.IV. Şiir ve Mantık
Genel olarak, işin ayrıntılarına girmezsek denilebilir ki Aristoteles’in öğretisi, şiirin güzelliğini doğrunun, gerçeğin bir süsü ve genellenmesi diye tanımlamakla bütün klasik sanatların estetiğini etkilemiştir: klasik estetik, seçkin ve ortalama bir tabiatın, aşırılığı hesaba katmadığını belirtmek için “tabii” diye nitelediği duyguların anlatımını şiirin alanı olarak ele alır. Nitekim Horatius şiir ile resim arasında yakınlık kurar ve sanat perilerinin ülkesine aklının tutsağı olan insanoğlunun varamayacağını söyleyen Demokritos ile alay eder. Horatius’un yolundan şaşmayan Boileau da “Her şeyden önce aklı sevin!” diyerek şiire akıl yoluyla varılabileceğini, mantığın dışında şiir olamayacağını savunur.
Buna karşılık, ilhamını tanrılardan alan, kutsal meşe yapraklarının titreşiminden, kahin ocaklarının dumanından ahkam çıkartan Eflatun’un şairi, düzenli ve akla yakın güzelliklere inat kahredici tutkularla, ölçüsüz ve vahşi tabiat görüntüleriyle beslenen romantizme dönüktür. Ne var ki, açıklık ve kesinlik bakımından edebiyat öğrencilerinin de, öğretmenlerinin de işine gelen bu ayırım, gerçeğe pek uygun düşüyor sayılamaz. Hemen hemen bütün klasik yazarlar ilhamın, ilhamlanmanın önemini ve gerekliliğini, akıl zoruyla kıstırılamayacak bir şeyin, bir “bilmem ne”nin şiirde bulunduğunu, şiiri şiir yapanın bu olduğunu teslim etmişler, romantikler de, insan yüreğinin en kuytu köşelerini kurcalar, karanlıkların esrarında dolaşırken, tasvirci, renkli, dışa dönük ve resme yakın bir şiire de büsbütün sırt çevirmemiş, çoğu zaman fırtınalı doruklardan kaçmış, hepimizin bölüşebileceği duyguları, içini döken bir insanın saflığıyla anlatmışlardır. Klasik şiir ile romantik şiir arasındaki ayrılığı bir söyleyiş veya konu farkında değil, yaratıcının şiir karşısındaki tutumunda aramak daha doğru olur; klasik şair, şiir dilini apayrı bir dil diye ele alır, şiire metot ve çaba ile, ilhamı güderek, belirli bir yöne sürerek varılacağına ve şiirin, bu metotla yazılacak manzumeden doğacağına inanır; buna karşılık romantikler ve onların bu noktadaki görüşlerini benimseyen bazı sembolistler ile gerçek üstücüler şiiri duygunun ve bilinçaltının bir verisi sayar ve şiirin oluşmasında şaire pasif kalmaktan başka bir iş düşmeyeceğini bir yaratıcı olarak görürler. İkinciler, yani romantikler ise Keats’ın şu sözlerini benimsemişlerdir: “Şiir bir ağacın yapraklanması gibi kendiliğinden gelmiyorsa, hiç gelmesin daha iyidir.”19
Şiir hakkında yapılan tanımların sonu gelmiyor. Valery, şiirle düzyazı arasındaki farklılığı, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzetir. Yürüme eyleminde insanın ayakları ve gövdesi, kendi dışındaki bir amaca hizmet eder; bir yerden bir başka yere gitmenin aracı durumundadır. Oysa dansta yapılan hareketlerin kendi dışında bir amacı yoktur. Amacı kendisidir. Düzyazıda da dil bir mesajı iletmenin aracıdır; mesaj verildikten sonra sözcüklerin önemi kalmaz. Oysa şiirde dikkat, sözcüklerin işaret ettiği mesaj üzerinde değil, sözcüklerin kendisi üzerinde yoğunlaşır. Şiirde mesaj dilin kendisinden ayrılmaz. Valery’nin izinden giderek, düzyazı dilinin “saydam geçirgen,” şiir dilinin ise “mat, ışık geçirmez” olduğunu, yani kendi dışını gösterme amacı taşımadığını belirtir. Bir başka deyişle, şiirde “neyin” söylendiğinden çok “nasıl” söylendiği önemlidir.
Ne var ki, bu düşünceler şiirle manzume arasındaki farkı yeterince aydınlatmaz...
ABD’li şair Robert Frost, şiiri her türlü düzyazı anlatıdan ayırmak için şöyle bir formül öne sürmüştür: Bir şiiri bir dilden bir başka dile çevirmeyi deneyin; çevrilemeyen, çevrilemeden kalan şey neyse, o şiirdir.20
Son olarak verdiğimiz şiir tanımları batı menşeli. Cemil Meriç, batı aklı hiçbir zaman şiiri fethedememiştir diyor. Meriç’in bu görüşüne katılmakla birlikte, bu tanımların çoğunu, şiir hakkında böyle söyleyenler de var diyerek aktarmış oluyoruz. Şair olmamasına rağmen, şiir sahasında kendisine söz hakkı düştüğüne inandığımız bir büyük düşünürümüze sözü veriyoruz: Aruz bilginleri şiiri, vezinli ve kafiyeli bir söz, diye tarif ederler. Bu ise bizim burada incelemekte olduğumuz şiirin haddi tarif ve tasviri de değildir. Aruz bilginleri şiiri ancak irap ve beyan kaideleri, vezin kalıpları bakımıngdan incelerler. Biz şiiri şöyle tarif ediyoruz: “Şiir istiare ve belli vasıfları temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı anlatan ve kendine mahsus arap üslûbu üzere terkip edilen, belagatli sözdür.” Üstadımız bu kapsamlı tanımı da açıklama gereği duyar: “Tarifimizdeki belagatli söz bir cins olup, her belagatli sözü içine alır. İstiare ve ayrı vasıflar temeline dayanır kaydı, bu kayıt ve bu vasıflar bulunmayan sözleri şiir çerçevesi dışında bırakmak içindir. Vezinleri ve kafiyeleri bakımından birbirine eşit olan parçalarla birbirinden ayrılmış kaydı ile bütün bilginler nazarında şiir sayılamayan nesirler çıkartılmıştır. Maksadı anlatmak bakımından her parça müstakildir, kaydı ile şiirin gerçeği anlatılmıştır. Çünkü nazım ancak beyitlerinde bu vasıflar bulunduğu takdirde şiir sayılır. Tarifte kendine mahsus olan üslûplarına uygun olmayan nazımların şiirden sayılmayacağı bildirilmektedir. Çünkü şiirin nazımlarda bulunmayan kendisine has bir üslûbu olduğu gibi nesrin de şiirde bulunmayan kendisine mahsus üslûpları vardır.”21
Dostları ilə paylaş: |