II. ŞİİRİN TARİHİ SEYRİ
Geçmişi çok eskilere uzanan, her ulusun kültürü içinde önemli bir yer tutan şiir, pek çok dilin eski dönemlerine, ilk yazılı ürünlerine kadar uzanmakta, dilden dile aktarılan örnekleriyle, destanlarla sözlü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumlara ulus bilinci veren, onları belli amaçlara yöneltip yönlendiren, çeşitli kuşakları etkileyen şiirler vardır. İnsanoğlunun mutlu-mutsuz günlerinde sevgisini, duygulanışını dile getirmeyi istediği anlarda, beşik başında, savaşa giderken, ölenin arkasından söylediği, dinlediği, en azından, bestelenmiş biçimiyle duyduğu şiir, her insanın hayatında çok değişik oranlarda da olsa belli bir yer tutar. Ünlü İngiliz eleştirmen ve şairi T.S.Eliot’a göre şiir, en ulusal sanat dalıdır; çünkü bir ulusu başka uluslar gibi düşündürmek kolay olduğu halde, ona başka uluslar gibi hissetmeyi öğretmek mümkün değildir.22
II.I. Destan Devri
Destanlar, milletlerin din, fazilet ve milli kahramanlık maceralarının manzum hikâyeleridir.
Bu maceralar, milletlerin tarihten önceki devirlerinde veya tarihlerinin kuruluşu asırlarında başlar; bazen tarih boyunca devam eder…
Bu destanlar; ilk bakışta, ilk insanların hayal alemini tanıtan masallar gibi görünür. Ancak, derin görenler, bu masalların yapılarında, milletleri, faziletleri, fikir ve sanatları meydana getiren büyük medeniyet mimarisinin temel taşlarını bulurlar; insanlık tarihinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğini bir masal atmosferi içinde öğrenirler.
Eski milletlerin destan devirlerinde mitos’larla destanlar yan yana, yahut ard arda doğar. Destanların teşekkülünde efsanelerin ve efsane devirlerinin büyük tesiri olur. Destanlar içinde zengin mitoloji unsurları bulunur.
Destan kelimesinin aslı Farsça dâstan’dır. Türk söyleyişi bu kelimeyi destan sesiyle Türkçeleştirmiş ve çeşitli manalarda kullanmıştır.23
Destan, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten alan bir halk edebiyatı verimidir. Destanlar, halk şairleri, saz şairleri tarafından, sazlarla birlikte söylenir bir edebiyat verimidir ki, umumiyetle aydınlar tarafından yazılan tarihler yanında ve tarihi olaylar karşısında, halk kütlelerinin duygu ve düşüncelerini aksettirirler. Bir başka söyleyişle destanlar, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir.24
Bu ifadelerden, destanların, fikir ve sanat hayatına kaynaklık ettiğini anlayabiliyoruz. Destan şairleri, milletlerinin efsane çağlarında, destan devirlerinde, bu devirlerin zafer ve şeref sahifelerinde yaşayan şairlerdir: Kendileri, daha ileri, daha yeni çağlarda yaşadıkları halde, ruhları, geçmiş zamanda dolaşır; insanlığın destan devirlerini o günlerde yaşamış gibi duyar yahut hatırlarlar.25
II.II. Şifahi Edebiyat Geleneği
Destan devri edebiyatında şiir sazla söylenir. Henüz yazı yokken, yüz yıllarca, sazla ve sözle söylenen bu şiir, Türk tarihinde bir şifahi edebiyat geleneği kurmuştur.
Şifahi edebiyat geleneği o kadar köklüdür ki asırlarca taşlara kazılan yazılar; İslamiyet’ten sonra aydınların yazdığı, kütüphaneler dolusu yazmalar; şiir divanları; halk şiirinin geçirildiği cönk’ler; nihayet Türk topraklarında matbaanın gelişmesi, bilhassa halk arasında sazlarla terennüm edilen bu şifahi söyleyişi durduramamıştır.
Bugün hâla halk içinde yazıya geçmeden önce, sazla söylenen şiir, bu kadar eski ve bu kadar köklü bir an’aneye bağlıdır.
O kadar ki, millet mizacını öğrenmek isteyenler için, an’aneye bu ölçüde bağlılık dikkat etmeğe değer çizgilerdendir.
II.III. Sazla Söylenen Şiir
Bununla beraber, şiiri sazla söylemek bütün eski milletlerin tarihinde görülen hadisedir.
Bunun sebebi, söze ses katmak, ilk devirlerin ses bakımından gelişmiş dilleriyle söylenemeyen duyurucu şiiri, sazlardan yükselen seslerle birleştirip söylemektir. Hemen bütün milletlerin ilk ve eski şairlerinin başvurdukları (hem şiir hem mûsıki ihtiyacını karşılayan) bu çare, her bakımdan dikkate değer bir sanat hadisesidir.
Eski Yunanlılar şiiri Lyra yahut Lura adlı bir sazla söylüyorlardı. Sonradan, duyurucu şiire lirik şiir denilmesi; opera gibi mûsıkili tiyatro eserlerine lirik tiyatro denmesi hep bu başlangıçtan doğmuştur.
Yunanlılar, şiirde mûsıkinin payını iyi kavramışlardı. Şiirde aruz veznine benzer, ses ölçülerine dayanan vezinler kullanmaları bundandı. Hatta bir Yunan efsanesi, şiirde ses unsurunu şu dikkate değer inanışla düşünüyordu:
“Tanrılar henüz toprakta iken, güzel sanat ilaheleri Musa’lar,Yunan topraklarında koro halinde ilâhiler söylüyorlardı. Yerdeki vazifeleri bitip göğe çekildikleri zaman da şairler şiirlerini seslendirsinler diye şarkılarının sesini Yunanistan’ın akar sularıyla eser rüzgarlarına bıraktılar.”
Eski İranlılar’ın şiirde barbat, rûd, çenk, rebâb ve mûsîkâr gibi sazlar kullandıkları söylenir. Bu sazların bir kısmı eski Yunan sazlarıyla benzerlik halindedir.
İlk büyük İran şairi Rûdeki’nin, (bu şairin adı Rûdek nahiyesinde doğduğu için Rûdekî’dir. Buna rağmen adının rûd’la açıklanması aslından daha mühim bir noktayı belirtir.) şiiri, rûd adlı sazla söylediği; esasen doğuştan kör olan bu şairin gerek sazı gerek şiir tegannisiyle, dinleyenler arasında derin tesir bıraktığı rivayet edilir. Doğruluk derecesi ne olursa olsun, bunlardan çıkan mana, şiirin mûsıkiyle veya mûsıki aletleriyle seslendirilmesidir. Esasen İslami İran şiirinde ve bu şiirden örnek alan klasik Türk şiirinde çenk gibi, rebâb, rûd, mûsıkar ve ney gibi sazların adı çok geçecek; şiirle bu sazlardan yükselen ses arasındaki yakınlığı belirten mısralar söylenecektir.
Eski İbrani şairleri, şiir söylenirken mizmar adlı bir saz kullanırlardı. Kamıştan yapılan ve neye pek benzeyen bu saz, rivayete göre, Davut Peygamber’in “mezamir” adlı ilahilerini seslendirmiştir.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Şiirin sazla söylenişi tarihi daha birçok vaka ve hatırayla zengindir. Mesela Eflatun, ne musıkiden ayrı bir şiir, ne de sözden ayrı bir musıki düşünürdü. Bir şarkı üç unsurdan meydana gelir, derdi: Söz, makam ve rythme.26
Diğer taraftan yeni Avrupa dillerinin gelişmeye başladığı XI.- XIV. asırlarda, mesela Fransa’da destani şiirler söyleyen troubadour ünvanlı şairler de şiiri, yüzyıllarca sazlarla birlikte söylemişlerdi.
Ancak bütün bunlardan maksat, şiirin başlangıçta sazla birlikte oluşunu ve bundaki ehemmiyeti belirtmektir. Çünkü Türk şairleri böyle bir şiir hayatına daha ilk anlarda başlamışlardır. Bu köklü bir başlangıç olmuş ve Türk edebiyatında sazla şiir söyleyiş, zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir gelenek mahiyeti almıştır.
Bu gelenek Türk halkı arasında, halk kültürü dediğimiz, görgü, bilgi, tecrübe ve hafıza temellerine dayanan, yaygın kültürü hazırlamış; bu kültürle, İslamiyet’ten sonra Türkler arasında zengin bir halk edebiyatı meydana getirmiştir. Aynı kültür ve gelenek, halk içinde asırlarca canlı ve faydalı bir hayat ve sanat mektebi vazifesi görmüştür.27
II.IV. İlk Şiirin Kaynağı
Türkler arasında şiirin ve diğer güzel sanatların kaynağı, bütün eski milletlerde görülen aynı din kaynağıdır. İnsanlık hayatının daha ilk çağlarında, gönülleri, duygusu ve korkusuyla dolduran Tanrı fikri; diğer din duygu ve düşünceleri; topluluk hayatının ilk adetlerini hatta kanunlarını doğurmuş; ilk ahlakı kurmuştu. Topluluk içinde iyi ile kötüyü ayırt etmeye başlayan insanlar belirmişti. Bunlar, daha ilk çağların, devirlerine göre üstün insanlarıydı. Bilinmez hangi kaynaktan fikir ve ilham alarak; bundan heyecan duyarak; çevrelerine iyilik ve kötülük kavramlarıyla bunlara sebep olan insan davranışlarını anlatmaya çalışıyorlardı. İyiliklere mükafat, kötülüklere ceza veren Allah’ı kendilerinden geçerek anlatıyor ve ilk insanların kainatı, onların anlattığı Allah’la doluyordu.
Milletlerin hayal edişlerine ve yaşadıkları iklim özelliklerine göre, tanrıların sayısı azalıp artıyordu. Tek Allah fikri veya en az iyilik ve kötülük Tanrıları şeklinde, iki Tanrı inanışı yanında hemen hemen her kavramın, her hadisenin bir Tanrısı olduğuna inanışlarla, ilk insanların kainatı bin bir ilah düşüncelerine kadar uzanıyordu.
Her ne olursa olsun tanrılara inanış tam ve mutlaktı. Bu yüzden insanların maddi hayatı ehemmiyetsiz, fakat manevi hayatı ve hayalleri alabildiğine engindi.
Böyle bir hayatın müterennimi olan dindarlar, aynı zamanda ilk şairlerdi. Dindar şairler çevrelerine toplanan insanlara, duyup düşündüklerini anlatmak için, devirlerinin iptidai konuşma lisanını, dilleri döndüğü ölçüde bir heyecan ve telkin lisanı haline koymaya çalışıyorlardı. Veznin sesi bilinmeyen, kafiyenin lezzeti henüz duyulmamış bu çağlarda, iman şiiri söylemek kolay değildi.
Dillerde kelimelerin bile tok, monoton, yontulmamış bir sesi vardı. Buna rağmen şairler söyledikleri sözlere mümkün olduğu kadar, kulakta aynı sesi bırakan harf ve heceleri tekrarlamakla başlıyor; bir nevi iptidai mısra diyebileceğimiz bu söz parçalarını baş taraflarında yine bir nevi iptidai kafiye diyebileceğimiz bir ses benzerliği bulundurmaya çalışıyorlardı.
Söze aynı harflerle yani aynı seslerle başlamak şeklindeki bu ilk kafiyeler bile söyleyişe bir ahenk işlemiş olmalıydı ki, şiirde kafiye sanatı, nice asırlar içinde bu aliterasyon’ların gelişmesiyle doğdu.
Böylelikle ilk dini-edebi terennümler, nesirden çok nazma başlangıç olan, ahenkli bir lisanla söylendi. Fakat dini şiirin bu ilk devirlerinde lisan, hatta vezinli, kafiyeli olma istidadı gösterdiği daha ileri zamanlarında bile söylenmek istenen heyecanı terennüme elverişli değildi.
Bu sebeple ilk şairler, tesadüf ve tecrübelerin de yardımıyla, şiir sanatına mûsıki sanatıyla birlikte başlamışlar; mısralarının duyurucu kudretini sağlamak veya artırmak için, sazla sözü bir araya getirmişlerdir.28
Hatta bir görüşe göre dini- bedii heyecanı dile getiren sanat, bu ikisi değildir. Heyecanların ilk ifadesi, ne sözle ne sazla olmuştur. Dini veya din dışı ilk insan heyecanları, insan vücudunun en tabii ifade vasıtasıyla yani raksla hareket sanatıyla söylenmiştir.
Sevinen veya coşan insanın bu neşeyi dile getiren vücut oyunlarına kalkması bugün hâla görülür. İptidailiklerini muhafaza eden bazı kavimlerin, son çağlara kadar, bir ateş yığını veya bir tanrı heykeli çevresinde halkalanıp sıçrayarak sazlar çalıp oynayarak bir takım dini, şifahi şiirler söyleyerek tören yaptıkları malumdur.
İşte dini heyecanın ilk törenlerinde bu üç sanat birbirini bütünledi. Dindar şairler, kendilerini çevreleyen coşkun ve hayran halk topluluğu ortasında şiiri, raks ve mûsıkiyle birlikte söylediler.
Hem saz çalan hem raks eden hem de şiir söyleyen dindarlar, bu üç sanatla öyle coşarlardı ki, halk onların heybetli manzarasında bütün vicdan duygularının dile geldiğini duyarlardı.29
İKİNCİ BÖLÜM
I. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİR
Cahiliye dönemi denilen İslam öncesinde, Arap toplumu için en etkili sanat şiirdi. Cahiliye şiiri toplumsal hayatın en asli görünümlerinden biriydi. Şairin eserinin kaynağı kendi duyguları ile çevresinin duygularının çakıştığı noktalardı. Şair ister bir kabile reisi, ister bir prens, isterse yoksul ve yağmacı bir haydut olsun, daima mensup olduğu toplumun üzerinde hassasiyetle durduğu kimi erdemleri temsil eder, dile getirirdi. Siyasi görüşmelere katılan heyetlerde mutlaka şairler de bulunur; kabile ya da kabileler birliğinin sözcüsü olarak kendisini yetiştiren toplumu temsil ederdi.
Kabile, hayatının duygularının, geçmişteki övünç kaynağı olayların, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kinin, onları aşağılayan hicivlerin, çevresini saran doğanın en güzel anlatımını şairin büyülü sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu nedenle de şairin şiirlerinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı.
Bir reisin şair olması, kabilesi için büyük bir mutluluktu. Kabileler için başlıca gurur ve şeref kaynağı, büyük şairler yetiştirmiş olmaktı; buna karşılık şairden mahrum olmak yalnız mutsuzluk değil, aynı zamanda utanç ve ayıplanma nedeniydi. Kabilenin şaire olan ihtiyacı, düşman kabile şairinin açtığı yaranın ancak ona aynı tarzda karşılık vermekle kapanabileceğine olan inanış öylesine güçlüydü ki, bu yüzden ortaklaşa şiir yazmak zorunluluğunu duyan kabileler oluyordu.
Şiir, Arap kabilelerinin şan ve şereflerini koruyan, mazide başardıkları büyük işleri unutulmaktan kurtaran, hatıralarını canlı tutan ve yayan tek bilgi kaynağıydı. Bu nedenle kimi bilginler şiiri, Arapların en büyük ilimleri olarak nitelemekten kendilerini alamamışlardı. Kimi eski yazarlar da, şiirin Arap toplumu içindeki yer ve önemine değinirken, onun arapların bütün bilgilerini içine alan, bunların korunmasını sağlayan, daima başvurdukları, yararlandıkları eserleri (divan ilminin ya da divan el-Arap) olduğunu söylemişlerdir. Şiirin Arap toplumu için yerine getirdiği tarihsel ve toplumsal işlev göz önüne alınınca bu değerlendirmelerin abartılı olmadığı görülür.
Şairlerin gücü, yalnız söz sanatındaki ustalıklarından değil, aynı zamanda kahinlik niteliğini taşımalarından geliyordu. Arap toplumunda çok eskilerden beri şairlerin kendileriyle ilişki kurduğu, bilgi ve ilham aldığı bir cine sahip olduğuna inanılıyordu. Şairler de bu inancı canlı tutmaya özen gösteriyorlardı. Örneğin el-Hatay, cinlerden bir arkadaşı bulunduğunu; el Ferazdak, gerektiği zaman cini ile görüştüğünü, Kusayyir, şiire bir cinin yardımı ile başladığını söylüyordu. Bu inanç hem ilham kaynağını insan üstü sihirli bir aleme bağlayarak şairde doğa üstü güçler bulunduğu zannını güçlendiriyor, hem de bunun sonucu olarak şiirlerinin etki gücünü artırıyor, ona kahinlik niteliği kazandırıyordu.
Şiirin ve şairlerin böylesine önem kazandığı Cahiliye toplumunda onun gelişmesini sağlayan, onu besleyen kimi etkenler, gelenekler oluşmuştu. Belli günlerde kurulan panayırlarda yapılan şiir yarışmaları, bu geleneklerin en önemlisiydi. Ukaz, Zu’l Mecaz, Mecannatu’s-Sarh, Duvmetu’l-Cendel, Hacar Suhar gibi panayırlarda yapılan bu yarışmalarda zamanın en büyük şairi hakemlik eder, şairler en güzel elbiselerini giyerek donatılmış binek hayvanları üzerinde çevrelerini saran halka şiirlerini okurlar, yarışma sonunda birinci gelen şair ilan edilirdi.
Kimi şairler de kabilelerinden ayrılarak kendilerine zengin birer korucu bulurlardı. Bu şairler nüfuz sahibi hamilerinin yanında kabilelerinin çıkarlarını korurlardı. Lahmi ve Gassani melikleri böyle birçok şaire koruyuculuk yaparlardı. Hira ve Lahmi sarayları da şiirin gelişmesinde çok etkili olmuşlardı.30
II. CAHİLİYE DEVRİ
Arap edebiyatında İslam’dan önceki devre Cahiliye devri denmektedir. Cahiliye kelimesi lügatta; bilgi yokluğu, akıl, idrak eksikliği, düşüncesiz ve akılsız davranış gibi manalara gelir. Ancak bu kelime bir ıstılah olarak Arapların, İslam’dan önceki durumlarını belirtmek üzere kullanılır. Davranışlarda düşüncesizlik, putlara tapınma, zina, içki, kabileler arasındaki sürekli ihtilaflar bu devrin başlıca hususiyetleridir.
O günün toplum hayatına bakıldığında Arapları hazari (yerleşik) ve bedevi (göçebe) olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür.
Hayata hakim olan fakirlik birçok şairin şiirine konu olmuştu. Bu bir taraftan da toplumda yağmacılık ve talanın yerleşmesine zemin hazırlamıştı. Hatta bunu bir sanat haline getiren ve cimri zenginlerin mallarını yağmalamayı marifet sayan şairler bile yetişmiştir.
Hediye almayı hor gören bu şairler, zekaları, süratli hareketleri ve arzu ettiklerini silah kuvvetiyle alışlarıyla iftihar ederler.
Kabile, Cahiliye devri insanının bütün hayatı demekti.Öç almak Arap toplumunda geçerli bir davranıştı. Kabile, erkek çocuklarıyla övünür, onları cesur ve savaşçı yetiştirmeye çalışırdı. Ama aynı kabile, kız çocuklarını utanarak veya fakirlikten korkarak diri diri toprağa gömebiliyordu. Bu devirde şarabın pek yaygın olduğu da unutulmamalıdır. Onu methetmek için şiirler yazan Araplar, buna düşkünlükleri ile de övünürlerdi. Ancak aralarında Safvan b. Umeyye gibi şarabı kendisine haram kılmış olanlar da vardı. Bu devir Araplarının, hanımlarından harplerde faydalandıkları da biliniyor. Hanımların savaşanlara su verdikleri, yaralarını sardıkları ve onları harbe teşvik ettikleri öğrendiğimiz bilgiler arasındadır. 150 yaşına kadar yaşadığı rivayet edilen muallaka sahibi meşhur Amr b. Kulsum bir şiirinde şöyle diyor:
“Arkamızda beyaz hanımlarımız var. Onların(harpte) paylaşılmasından ve hakaret görmelerinden çekiniriz.
Onlar, atlarımıza yem verirler ve “şayet bize yapılacak kötülüklere mani olmazsanız erkeklerimiz değilsiniz.” derler.
Cahiliye devri arabının cömertlikle iftihar edişi de hatırlatılmalıdır. Bazı eserlerde bunun, Cahiliye devri arabının en bariz vasfı olduğu da iddia edilmiştir.
Bu yönüyle tanınmış Hatim-et Tai (m.578):
“Bana ‘Malını mülkünü bitirdin, iktisat yap!’diyorlar.(Gerçekten de) onların dediği olsaydı, seyyid olamazdım” diyor.
Onlar bu cömertliklerini, misafirlerine her türlü ikramda bulunuşları ve onlara adeta köle oluşları ile de gösterirlerdi. Nitekim Kays b.Asım (20/640) bir şiirinde:
Ben konakladığı sürece misafirin kölesiyim. Bende olan sadece bu köle tabiatıdır, der.
Bu devrin dini hayatına bakıldığı zaman farklı gruplar görülür. Bunlar arasında İyad Kabilesi’nden Kuss b. Sa’ide, Abldulkays Kabilesi’nden Buhayra gibi tek bir yaratıcı Allah’a inanan, O’nun kendisine itaat edene sevap, karşı gelene ceza vereceğini söyleyenler vardı. Diğer yanda bir yaratıcıya, insanların ölümden sonra tekrar dirileceklerine inanan, fakat peygamberleri inkar ederek putlara tapanlar vardı. Bunlar putları ziyaret ederler ve onlar için hayvanlar keserlerdi. Yine bunlar arasında bir yaratıcıyı itiraf eden, ama peygamberleri, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenler de bulunuyordu. Lat, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardan birkaçıydı. Bunun için Abdullat, Abduluzza ve Abdülmenat diye isimler korlardı. Lat için Taifte, Uzza için Nahle’de , Menat için Kudeyd’te birer tapınma yeri vardı.
Bu grupların yanında yahudiliğe ve hristiyanlığa meyletmiş olanlar da vardı.
Bütün bunların yanı sıra, yukarıda temas edildiği gibi putlara inanmayanlar da vardı. Şair Zeyd b. Amr b.Nufeyl (m.606) onların artık bir anlam ifade etmediklerini:
“Hübel putunu ziyaret etmeyeceğim. O, bizim bir zamanlar, ben henüz buluğa varmamışken rabbimizdi” diyerek belirtiyordu.
Nitekim Kinane kabilesinin Sa’d adlı bir putu Cidde sahilinde bulunuyordu. Kinaneli biri, develeri ile gelip, önünde dua etmek istemiş; derken üzerinde bir kan lekesi fark etmiş, yaklaşınca develeri ürkerek dağılmıştı. Buna öfkelenen adam bir taş alarak ona fırlattı ve: “Allah seni ilah olarak uğursuz kılsın! develerimi ürküttün”dedi. Arkasından da:
“Sa’d’a, bizi bir araya getirsin diye geldik. Oysa Sa’d bizi ayırdı; biz artık onun grubundan değiliz.
Sa’d umut beslenen kuvvetlere sahip olamayan bir taştır. Ne dalalet ne de hidayet için kendisine dua edilemez.” anlamındaki beyitleri söyledi.31
II.I. Cahiliye Şiirinde Eğlence
Cahiliye şiirinin özellikle istişhad açısından büyük önemi bilinir. Bu bakımdan ilk dönemlerde mescitlerdeki ders halka veya meclislerinin konularından biri de Cahiliye şiiridir. Şifahi olarak gelip sonradan derlenen bu şiirler o dönem Arap kültürünün aynasıdırlar. Cahiliye çağının eğlenceleri konusunda da bu şiirlerde bir takım bilgiler bulmak mümkündür. İslamın hemen öncesinde yer alması bakımından Asr-ı Saadet’teki bir takım olayların yorumunda büyük bir öneme haizdir.32
III. CAHİLİYE DEVRİ ŞİİRİ
Şiir, Cahiliye devrinde en hakim edebi nevidir. Bu devir insanının bulunduğu ortam, şiirin her sahada yaşamasına ve sosyal hayata hakim olmasına zemin hazırlamıştır. Bu yüzden de erkek, kadın, genç, ihtiyar, efendi hatta köle şiir söylemiş, duygu ve düşüncelerini bu yolla nakletmiştir. Şiire karşı bu düşkünlüğün temelinde yaratılışın da büyük payı olmalıdır. Ama bunun yanı sıra hayatın geçirildiği ortamın tesiri de inkar edilemez. Masmavi gök kubbesi, altında gözü yoran çapta çöl, barındırdığı insana ilham kaynağı olmuştur.
Diğer taraftan uçsuz bucaksız bu sahada hayatın sürdürülmesi için katlanılan meşakkatler de unutulmamalıdır. Bedevi Arap bir yerden diğerine göçerken devesine şiirle hız katmış, düşmanına karşı sağladığı üstünlüğünü, kahramanlığını şiirle perçinlemek istemiş, bütün bu teşebbüslerinde dilinin büyülü ahenginden ve kelime zenginliğinden rahatlıkla faydalanmıştır.
Böylece gelişmesi için müsait bir ortam bulmuş olan şiir, kendisini besleyen, teşvik eden ve toplumun belli başlı müşterek sesi ve dili haline gelmesini sağlayan muhitler de buldu. Ukaz, Micennet eş- Şahr, Dümet el-cendel ve Suhar’da yılın belli zamanlarında panayırlarda düzenlenen müsabakalarda şairler, devirlerinin büyük şairleri önünde yarıştılar.
Şiirin arz ettiği bu ehemmiyet, sahibine de büyük imtiyazlar sağlamıştı. Şair, kabilesinin üzerinde hassasiyet ve ihtimamla eğildiği hasletlerin mümessiliydi. Kabileler arasındaki ihtilafların halli için teşkil edilen heyette seyyid ve hatip gibi onun da müstesna bir yeri vardı. O bazen kabilenin mazideki kahramanlıklarını dile getiriyor, bazen de düşmanlarına karşı hıncını alıyordu.
Böylece şair, kabilenin mazideki başarılarını unutulmaktan kurtararak güzel hatıralarını yaymakta, dolayısıyla şan ve şerefini korumaktaydı. Bu vesilelerle şiirde kabilenin nesebi, atasözleri, kaynakları, atları hatta bölgesinde esen rüzgarlarla bunların getirdiği bulut ve yağmurlar hakkında rastlanan bilgiler onun tarih, coğrafya ve kültürünü temsil ediyordu. Edebiyat ve kültür tarihçilerinin “Şiir, Arapların divanıdır” derken kastettikleri buydu.
Şairin kendisine refakat eden, şiirlerini ezberleyen ve gerektiğinde inşad eden bir ravisi, bazen de ravileri vardı. Şairin şiirlerini hafızalarında toplamış olan raviler, bunların başkaları tarafından ezberlenmesini de teşvik ederlerdi. Burada zamanla sadece bir şairin değil, bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini ezberleyen ravilerin yetiştiğini de hatırlatalım. Haklarında menkıbevi rivayetler bulunan Hammad er- Raviye (156/772), el- Mufazzal (168/785) Halef el-Ahmer (175/791) bunların belli başlılarıdır. Bunların gerçekleştirdikleri faaliyet, bazı kabilelere mensup şairlerin divanları ile şiir mecmualarının teşkiline de zemin hazırladı. El –Mu’allakat, el Mufazzaliyat, el- Esma’iyat adlarıyla elimizde bulunan şiir mecmuaları, Arap şiirinin günümüze kadar gelişini de sağladı.
Söz konusu bu divan ve mecmualarda yer alan şiirlerin, gerçekten Cahiliye devrine ait olup olmadıkları üzerinde de durulmuştur. Bunların dil ve lehçelerinin hususiyetlerini taşımadıkları, kabileler arasında ortaya çıkan siyasi ve dini sebeplerle asıl sahipleri dışında başkalarına isnat edildikleri, hatta uyduruldukları ileri sürülmüştür. Başkalarına isnat edilmelerine ve uydurulmalarına dair endişelerin, bütün şiirler için söz konusu olamayacağı ortadadır. Dil ve lehçelerine ait hususiyetler taşımadıkları iddiası da tamamıyla doğru değildir. Nitekim bazı şiirlerde, bilhassa kısa seslilerdeki farklarda lehçe hususiyetlerine rastlanmaktadır. Ancak şairlerin bu şiirleri, lehçeler üstü bir edebi dille söylemeleri, dil ve lehçe hususiyetlerini büyük ölçüde silmiştir.
Eski Arap şiirinin en güzellerinden yedisini, bazen dokuzunu, bazen de onunu ihtiva eden el-Muallakat, söylediğimiz gibi esasında bir şiir mecmuasıdır. Buraya alınan şiirler fevkalade beğenilmiş olup, zayıf bir rivayete göre Kabe’ye asılmışlardı. Muallakat’ta şiirleri bulunan şairler, İmru’lkays, Zuheyr, Lebid, en-Nabiga ez- Zubyani, Amr b. Kulsum ve Antere idi. Sayıları on kabul edildiğinde bunlara el- Haris b. Hilliza, el-A’şa ile Abid ekleniyordu. Bugün elimizde bir çok yazması bulunan ve bir çok defalar basılan Muallakat, h. III. (IX.) asırdan itibaren şerhedilmiştir.33
Cahiliye şiirinin yalnızca “ezgi” deposu değil, aynı zamanda “hakikat” ve bilgi deposu olduğu varsayılır. Bu cahiliye şairinin sadece şiir “okumakla” yetinmeyip, aynı zamanda “düşündüğü” anlamına gelir. Öte yandan Cahiliye kasidesi yalnızca bir coşku kaynağı değil, bilgi kaynağıydı da. Başka bir deyişle Cahiliye şiiri tek değil, çeşitliydi.34
Cahiliye şiiri şarkı olarak doğmuştur. Yani okunmamış, işitilmiş; yazılmamış, söylenmiştir. Bu şiirde ses, canlı bir esinti ve bedensel bir müzik konumundadır. Şiir, söz ve ondan da öte bir şeydi. O, sözü, ayrıca sözün, özellikle de yazının aktaramadığı şeyleri naklederdi. Bu durum ses ile konuşma, şair ile sesi arasındaki ilişkinin derinliği, zenginliği ve karmaşıklığının bir göstergesidir. Bu, şairin keşfedilmesi zor kişisel derinliği ile belirlenmesi imkansız olan sesin oluşumu arasında bir ilişkidir.35
Çöl arabı cesurdur. Bitmeyen savaşlar onu yaşamak için cesur ve atılgan olmaya zorlamıştır. Ezeli bir gezgin olan bedevi, bir yere göçerek sürülerine, biricik bineği olan devesine otlak bulmak için su kaynakları arayacaktır. Uzun süre deveden başka binek tanımadı.
Ünlü Saba kralı Kahtan’ın sülalesi Kahtaniler ile İsmail’den inen Adnaniler arasındaki süreli savaşlar Arap şiirinde büyük önem kazanmışlardır. Bu bitmeyen savaşlarda insanlar, dağlar, kum çölleri arasında gidiş gelişlerde gündüz-bulabilmişlerse-vahalara sığınmalar, geceleri, serinde yol almalar, Arapların şiir kabiliyetleri üzerinde büyük etkiler yapmıştır.
Bir biçimdeki çöllerin ortasında, uzun süren kervan yolculuğu alışkın olmayanları deniz tutmasına benzer bir şekilde, hiç durmadan sallamalarıyla başını döndüren deve yürüyüşü Arap’larda, pek erkenden, şiir söyleme yeteneğini kamçıladı. Yuları başına bırakılıvermiş devesinin üstünde türkü söyleyen Arap, türkünün ahenk ve ölçüsüne göre devenin adımlarında bir hızlanma, yada yavaşlama olduğunu hissetti. Eğer ritimdeki ara kısa ise deve oldukça hızlı gidiyor, yok, aralar uzuyorsa deve ağır ağır yol alıyordu. Demek oluyordu ki bu hayvan bir dereceye kadar müzikten anlıyordu. Devenin ağır ağır attığı dört adımdan ölçüyü buldular. Konuşulan dildeki uzun “memdud” kısa “maksur” hecelerin ardıl olması ölçüyü meydana getirdi. Bu da kervanı yöneten devecinin türküsü hida oldu. Biteviye varlığını hayatın gereksinimleri içinde geçiren bedevinin doğal dehası böylece nazmı buldu. Daha sonra, nazariyeciler de bunun kurallarını ortaya koydular. Halil bin Ahmed çarşıda düzenli vuruşlarla demir döven demircilerin çekiç seslerini dinleyerek aruzu bulmadan önce bedevi doğuştan getirdiği duyularla, ölçülü şiirleri bulmuştu.
İşte, böylece, Arap uzun yolculuklarda sevgilisinin hayali, uzaklaşılmış obadan kalma izler, savaş alanında çarpışmalar gibi sınırlı konuları türkü halinde söyleyerek yol alırdı. Gittikçe gelişen nazma kervanları yağma, bir pınarı ele geçirmek için yapılan, develeri ve sürüleri kaldırmak için girişilen vuruşmalar da girerek belirli konular işlendi. (Böylece cahiliye döneminin belli başlı çeşitleri şunlar oldu: hiciv, hamaset, fahr, medh, rica, nesib, zühd, hikem, itab, ve gazel.)36
Arap şiirinin, zaten çölde doğması gerekirdi, çünkü kentlerde ticaret işlerine o kadar dalınmıştı ki, bir edebiyatın gelişmesine imkan yoktu.37
Arap şiirinin en eski anıtları, bize kadar gelmiş olan, hica ile ilgili, satır türünde parçalardır. Bunlar da gereksiz inanışlara bağlı ve büyünün etkisi altındadır. Bilgin de olan şair bir kahin (olayları önceden haber veren) idi. Yergiler düzmesi için kendisine baş vurulur, yergileri aynı boydan olan kişiler arasında ağızdan ağza dolaşarak düşman boya kadar ulaşır, bu yergilere düşman boyun şairinin kafasından çıkma yergilerle hemen cevap verilirdi.
Vaktiyle Bizans’ın valiliğini yapmış, sonra keşiş olmuş, Saint Nil, Sınai Araplarının bir yolculuktan sonra bir pınara rastladıkları zaman o pınara şiir söylediklerini ve bu şiirlerini seslendirdiklerini anlatmaktadır. Beşinci yüzyılda, 372 yılına kadar gelen bir kilise tarihi yazmış olan Grek yazarı Sozomene, Mania, ya da Mavia adındaki Arap kraliçesinin Filistin ve Fenike’deki Romen ordularıyla vuruştuğunu, bu zaferlerle ilgili halk türkülerinin uzun zaman halkın ağzında dolaştığını yazar. İnsan hafızası taş, tuğla, ve kağıt kadar zamana direnemediğinden, ne yazık ki, bugün o şiirler elimizde bulunmamaktadır. Araplar, erkenden yazıyı bulmuş, ya da, bulanlardan almış, bir yazıya sahip olmuş bir ulus değildir. İlk Arap şiirleri, ancak altıncı yüzyıldan sonra varlığını duyurmaya başlamıştır. Bu sıralarda Suriye’den gelen Nabatlı tüccarlar estranghelo alfabesini Arap’lara öğretmişler ve bu alfabeyi Arap diline uygulamışlardır. Bu biçimde, iki dil ile yazılmış yazıtlar, Şam’ın güneyindeki Harran’da bulunmuştur.
Issız yerlerin halkı olan, perilerden çok kötü ruhları belirten cinler, eski şairlere ilham verirlerdi. Cin, şaire, düşman kabileyi alaya almak için yardım eder, yergi (hiciv) unsuru pek kuvvetli olan bu şiirlerle öteki obalara kötülükler yapılabilirdi. İhtiyar şair Zuheyr bir Canab’ın buyurmasıyla oba değiştirilir, ya da kalınırdı. Savaş onun düşüncelerine göre yönetilir, düşmandan alınan şeylerin bölüşülmesinde, en yiğitçe savaşanların payı kadar pay alırdı. Silahlı olan yergisi, çelik silahlardan daha çok yaralar açar, kızdırır, boyları birbiri üstüne saldırtır; büyü ile çölün kötülük tanrılarını düşmanların üstüne saldırtarak onlara fenalıklar yaptırır, gaipten haber verir, fetiş kelimeleri söyleyerek zararlarını artırır; zaten bu türlü sözleri de yalnızca bilgin ve şair bilebilirdi. Ne yazık ki bu yergilerden geriye pek bir şey kalmamıştır. Yalnız Balâam’ın ünlü lanetlemesini göz önünde bulunduracak olursak, nasıl şeyler olduğunu düşünebiliriz.
Önce, kafiyeli nesir dediğimiz seci doğdu; bundan da iki uzun bir kısa ve bir uzun hecelerden meydana gelen recez ölçüsü gelişti. Recez, Arap nazmının ilk ölçüsü ve Arap’ların kendi ölçüleri olmakla beraber, gerçek bir ölçü olarak devam etmedi; bu ilkel ölçüden çıkan öteki ölçülerde, az da olsa, etkisinin olduğunu çölde dinlediğim şairlerin şiirlerinden anlaşılıyordu. Daha sonra şehir hayatı, dans ve müziğin etkisi yeni kalıpların oluşmasına sebep oldu.38
Dostları ilə paylaş: |