IV. CAHİLİYE DEVRİ ŞAİRLERİ
Cahiliye devri şairlerinin belli başlılarını gruplar içinde ele alalım.
IV.I . Çöl Şairleri
IV.I.I. Şenfera
Asıl adının sabit b. Evs olduğu rivayet edilir. Bugün Şenfera’nın bazı şiirleri edebiyata dair eserlerde günümüze kadar gelmiştir. Daha II. ve III. asırlarda ilgi ile okunmuştur. Nitekim el-Esmai bunları İmam Şafi’den (204/820) Mekke’de okumuştu. Şiirleri arasında en meşhuru tavil bahrinde 68 beyitlik Lamiyet el-Arab adıyla tanınan kasidesidir. Bu şiirinde ihanete uğradığını ileri süren şair, ailesini terk etmek zorunda kalır ve çölün vahşi hayvanlarıyla yaşamaya başlar. Çöllerdeki münferit hayatı ve hayvanlarla dostluğu ile övünür. Bunda arkadaşları olan korkusuz yüreği, keskin kılıcı ve büyük geniş yayı ile mücadele azmi ve düşmanlarına karşı kahramanca tavrının payı büyüktür. Nitekim aynı şiirinde:
- “Cömert ve asil kişi için, yeryüzünde eziyet ve cefadan uzak kalınacak; buğz ve kinden korkan için de ayrı durulacak yer vardır.
- Size karşı benim kuvvetli arslan, parlak tüylü panter, yeleli at ve sırtlan gibi dostlarım var.
- Ayrıca üç arkadaşa sahibim: Cesur bir kalp, keskin bir kılıç ve büyük bir yay” demektedir.”
IV.I.II. Teabbata Şerren
Asıl adı sabit b. Cabir sufyan olan şair Doğu Arabistan’da yaşayan Kays Aylan Kabilesine bağlı Fehm oymağındandı.
Şair hayatını fakir ve yağmacılar anlamında Sa’alik grubuna mensup arkadaşlarıyla Becile ve Huzeyl kabilelerine yaptığı baskın ve yağmalarla geçiriyordu. Arkadaşı Şenfera ile birlikte Becile kabilesine düzenledikleri bir baskında, onun ölümü üzerine:
- “ Şenfera’nın mezarını, gece gelen, altı dolu olan ve akşam giden su bulutu sulasın!”
- “Sana (buluttan), Ceba gününde keskin kılıçların akıttığı kan kadar mükafat var” diyor ve kişinin ölecekse- ki bu muhakkak gerçekleşecektir- en güzel ölümünün göğüs gererek, mücadele eder haldeki ölümü olduğunu hatırlatıyordu.
IV.I.III. Mühelhil
Adî b. Rebi’a b. el-Haris, Muhelhil lakabıyla anılır. Kaside türünü, şekil bakımından geliştiren şair olduğu söylenir. Miladi 525 yıllarında öldüğü sanılan şairin , şiirlerinde tabii ve samimi bir üslup görülür:
“Ey Kuleyb sen dünyayı üzerindekilerle birlikte terk edersen bu dünyada ve üzerindekilerde bir hayır kalmaz.
-Ey Kuleyb sana seslendim, fakat cevap vermedin. Zaten senin içinde bulunmadığın çöl belde nasıl cevap verebilir?”39
IV.II. Şehirde Yetişen Şairler
IV.II.I Âdi b. Zeyd
Cahiliye devrinin en meşhur şairlerinden biri de Adi b.Zeyd b. Hammad’tır. Hire’de yerleşmiş hristiyan Temim Kabilesinin İbad kolundan soylu bir aileye mensup olan şair “Hire’nin şairi” diye tanınmıştır.
Güzel yüzlü olduğu da rivayet edilen Adi’nin şiirleri, şaraba dair şiirler, hayat ve ölüm karşısındaki duygu ve düşüncelerini gösteren şiirler olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu şiirlerden birkaç mısra:
“Dehrin hadiseleri ile bunun getirdikleri, hatta kayalı dağlar bile baki değil.
-Dehr, hayatı an an yaşayan gence de aynı şekilde davranır.
-Ey dehri ayıplayan ve onda kusur bulan! Sen mi mükemmel ve günahsızsın?
-Yoksa günlerle senin sağlam bir akdin mi var? Hayır tam aksine, sen sadece gururlu bir cahilsin.
-Sen ölümün baki kıldığı bir kimseyi gördün mü? Kimin etrafında haksızlık yapılmasın diye bir koruyucu var?
- Başarı, hükümdarlık ve hakimiyetten sonra onları orada kabirler örttü.
-Sonra giden ve gelen rüzgarın helak ettiği bir yaprak oldular.”40
IV.III. Muallaka Şairleri
İslamdan önceki en eski şiirler Yedi Muallakka’yı meydana getirirler ki tam Türkçesi yedi askı’dır. Bu şiirlere bu ad, Hammed er- Raviye tarafından çok sonra verilmiştir. Bu yüzden de bir çok temelsiz hikayeler ortalığa yayılmıştır. Bu şiirler, altın mürekkeple yazılmış ve Mekke’nin ünlü tapınağı Kabe’nin duvarlarına asılmıştır. Onlara, bir de, yalnızca İnci Gerdanlığı (es-Samut) adı da verilir ki, bu adla, Arap parnası’nın üzerine, sanki boyna takılmış bir gerdanlık gibi, bir salonun ortasına asılmış yaldızlı bir şeref levhasını andırmalarındandır. Yedi Askı’da şiirleri bulunan şairler, eserlerinin eriştiği üne göre şöyle sıralanmışlardır: İMRU’LKAYS, TARAFE, ZUHEYR, LEBİD, AMR BİR KULSUM, ANTERE, EL-HARİS BİN HİLLİZA (kimilerine göre son ikisi NABİGA ile A’ŞA).41
Müslümanlıktan önceki Arap şiirleri kır çiçekleri gibi sade ve güzeldirler. Bunlar, renklere boğulmuş ve katmer katmer olmuş eserler gibi fikri oyalayıcı ve avutucu olmayıp açıklıklarıyla ilk okunuşlarında insanı mana ile karşılaştıran ve ne demek istediğini hemen göz önüne getiren ve tabiliğe hiçbir şey eklemeyen sade tablolardır.
Çevresinde olan bitenleri iyi gören çöl Arapları, bunları iyi göstermeyi de bilir ve iki nesneyi birbirine benzetirken de bunların mübalağa edilmeksizin bir sayılacak kadar benzeyenlerini bulurlar: Bir yırtıcı kuşun yuvası yanında kalan; paraladığı kuşların taze ve pörsümüş yüreklerini İmriülkays’ın hünnap veya kurumuş hurmaya benzetmesi ve Lebid’in kızıl devesinin koşmasını kırmızı bir bulutun kolaylıkla kaymasına benzer göstermesi bu kabil açık benzetilişlerdendir.
Eskiden Yunanlılarda ruhi bir ihtiyaçtan dolayı heykeltraşlık ilerlemiş olduğu gibi Araplarda da yine ruhi ve içtimai sebepler saikasıyla şiir ileri götürülmüştü. O kadar ki eski Arap şairlerinden yedi kimsenin yedi kasidesi müzelerde temaşa edilen eski sanat abideleri gibi bugün bile sevile sevile okunabilirler. Bu kasidelerde kelimeler ağırdır, fakat bu ağırlık altın ağırlığı gibi hoşa giden bir ağırlıktır. Bunların bütün güzellikleri her yüzden saflık ve tabiiliklerindendir.
Bu kasidelerden başka mersiyeler ve vecize olmaya değer sözler ve saire de Arapların oldukça yükselmiş bulunduklarını göstermektedir. Bunların yanında pek çirkin hicviyeler gibi eski Arap hayatının gölge ve leke tarafları da vardı.
İslam’dan önceki, cahiliyet denilen devre ait olan bu yedi kasidenin şöyle bir menkıbesi vardır:
Araplar; Eşhürü hurüm diye anılan dört ayda – Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep, çarpışmalara son verdikleri için bundan istifade ederek muhtelif yerlerde panayırlar kurarlardı ki bunların en meşhuru Taif civarındaki Suku Ukaz denilen panayırdı. Burada alışveriş yapılır ve şiirler okunurdu. Takdire mazhar olan şiirler Mısır ketenlerine yazılarak Kabe’ye asılırdı ki bu yedi kaside de böyle beğenilmiş ve Kabe’ye asılmış olduğundan el-Muallakatü’s-Seb’a: Yedi Askı adını almıştır.
Bu menkıbenin aslı olmadığını İbn el-Enbari (Ölümü 577=1181) Tabakatü’l Üdeba’sında (s.43) belirtmektedir. Bu yedi muallakayı ilk toplayan kimse, gene bu kitapta görüldüğü üzere Hammad er-Raviye’dir. Bağdatlı Abdülkadir’in Hizanetü’l Edeb’inde (c.1, s.61,) bunları Emeviler’den bir Emir’in toplamış olduğu hakkında bir rivayet daha görülür.42.
Bu dönem şiirlerinde, sonradan ortaya çıkan tevriye, istihdam gibi zarafet satmalar yoktur.
Bu şiirleri söyleyenler de medeni ve suni güzellikleri değil, doğruluk, onur gözetmek, sözünü yerine getirmek, hiçbir şeyden yılmamak, misafir ağırlamak gibi bedeviliğin tabii yükseklik vasıflarını taşırlardı. Bunların hayatları kadın sevmek, şarap içmek, kumar oynamak, onur gözetmek, her şeyde üstün çıkmaya çalışmak ,ata ve deveye binip çölde dolaşmakla geçerdi. Bedevilik; ot, su gibi mübrem ihtiyaçlar yüzünden şurada burada dolaşmak, şuraya buraya konup göçmek demek olduğundan haftalardan beri oturulmakta olan bir yer birden bire bırakılır, otlak ve sulu bir yere gidilirdi; arkada sadece ocak yerleri, kül yığınları, kömür parçaları, çadır çevresindeki arklar, çadır kazıklarının kakıldığı çukurlar gibi sönük izler kalırdı. Üzerinden yıllar geçince bu izler de silinerek seçilemez olurlardı.
Bir vakitler sevgililerin oturmuş oldukları bu yurtlar ve bunlardaki belirsiz izler aşık şairler için birer ilham kaynağı idi. Böyle, bırakılmış ve kimsesiz kalmış bir yurdu ziyaretle sevgilisini hatırlayarak ağlayan ve yanındakileri de ağlamaya çağıran İmru’lkays olmuş ve sonra bütün cahiliyet şairleri bu yolda ona uymuşlardır.43
IV.III.I. İmru’lkays
Edebiyat tarihçilerinin müştereken muallaka şairleri grubunun ilk sırasına oturttukları şairdir. Asıl adı Adi veya Muleyka olduğu rivayet edilen şaire, Zul-kuruh “yaralı” ve el-Melik ez-zillil “avare milek” lakabları da verilir. Şairin İmru’lkays “Kays’ın adamı”şeklindeki meşhur adının, dedesi sanılan Kays’la ilgili olup olmadığı ihtilaflıdır. 44
Gezgin kral (Hondoc) adı verilen İmrulkays, bir güney ırkı olan Kinde adındaki bir kabiledendi; ataları Necit’te bir prenslik kurmuşlardı. Babası Hucr sert bir adamdı, oğlunun aşka karşı olan eğilimini cezalandırmak için çoban olarak koyun sürülerinin başına yolladı. Beni –Esed’lerin başkaldırması sırasında Hucr ölünce şair, bir daha ele geçiremeyeceği baba tahtını elde etme yolları aramak için, taçsız bir kral olarak serüvenli hayatına başladı.45 Hucr’ün en küçük oğlu olan İmru’lkays, dayısı Mühelhil’in teşvikiyle şiir söylemeye başladığı için babası onu yanından uzaklaştırmıştı; çünkü hükümdarlar şiir söylemeyi kendi şanlarına layık görmüyorlardı.46
İmru’lkays, genç yaşta şiire, bilhassa aşk şiirine karşı ilgi duydu. Maceracı mizacı, bir müddet sonra evi terk etmesine sebep oldu. Avare bir şekilde av, içki ve eğlence hayatına dalan İmru’l kays, babasının ölüm haberini de yine böyle bir eğlence sırasında öğrendi. Esedoğulları, meliklerine karşı ayaklanmışlar ve onu öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Bekr ve Taglib kabilelerinden sağladığı kuvvetle, babasını öldürenlerden öç almaya kalktı.(…) Bir takım mücadelelerden sonra Kostantiniye’ye gitti. Rivayete göre Justinian, onu iyi karşılamış ve kendisine, varisi bulunduğu melikliği iade edip babasının intikamını alacak bir yardım kuvveti vermeye razı olmuştu. Ancak daha sonraki hadiselerin umduğu gibi gelişmediği görülüyor. Nitekim müracaatından memnun bir halde dönen şaire, Ankara’ya geldiğinde, imparatordan hediye olarak gömlek getiren bir elçi gelir. Şair getirilen gömleği giyer, fakat vücudunda yaralar çıkar ve ölür. Şairin Zul-kurüh lakabını almasına sebep olan bu hadisenin, İmru’lkays’ın sarayda bulunduğu sırada yaşadığı bir aşk olayı üzerine gerçekleştiği söylenir. Buna göre şair eski alışkanlığını burada da göstermişti. İmparatorun kızı ile olan bu münasebeti Esedoğulları’ndan et Tammah’ın dikkatini çekmiş ve babasının Hucr tarafından öldürülmesinin intikamını almak için şairi imparatora şikayet etmişti. Bunun üzerine İmru’lkays, süratle dönüş yolculuğuna çıkmış, ama Ankara’ya bir günlük mesafede iken imparatorun gönderdiği elçi kendisine kavuşmuştu. İmru’lkays büyük bir şöhrete sahipti. Bu da herhalde onun hakkında Hz. Peygamber’in ve bazı Basralı büyük dilcilerin takdirlerinden ileri gelmektedir. Nitekim Peygamberimiz onun için “Cehenneme giden şairlerin bayraktarıdır” buyurmuştu.
İmru’lkays’ın şiirde tavsif ettiği yerler, Esedoğulları’nın topraklarıydı. Ebu Abdullah el-Cumahi onu, şiirinde zina ve fuhşu dile getiren şairler arasında sayar. İbn Kuteybe, şairin tenkit edilen yönleri arasında onun bu tarz gayri meşru hareketleri açıkça dile getirmesini kaydeder. Şairin hiç erkek oğlu olmamıştı; doğan kız çocuklarını da diri diri gömmüştü. Nikahladığı hanımlarını güler yüzlü çehresi ile tatmin etmemiş görülüyor. Nitekim onlardan biri “Terlediğin zaman köpek gibi kokuyorsun” deyince, doğrulamış ve “Ailem bana dişi bir köpeğin sütünü içirmişti” diye açıklamada bulunmuştu.
Onun şiire beğenilen birçok yenilikler getirdiği kabul edilir. Arkadaşlarını, hatıraların bulunduğu yerde durmaya ve ağlamaya davet edişi, nesipte ince duygu ve ifadelere yer verişi gibi farklı tatbikatı, daha sonraki şairler tarafından da uygulanmıştır.
Bir yolculuktan dönen Emevi devri şairi Zur-Rumme, kendisine sunulan, yağmuru tavsif eden, birçok beyit arasında İmru’lkays’ınkini seçmişti. Halife Abdülmelik’in huzurunda toplanan devlet ricali ve şairler, onun “Arapların söylediği en ince duygu ve ifadeler ihtiva eden (rakik) beyit hangisidir?” sorusuna, hep birlikte şairin:
“Gözlerin, mahzun kalbimi bakışlarınla yaralamak için yaş akıttı.” Beytiyle cevap vereceklerdir.47
Aşk ve sevda hatıralarını anmakla başlayan İmru’lkays kasidesi, kaygılı bir gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle sona erer. Bu kasideden birkaç beyit:
“(Yüzünün parlaklığı) kendini ibadete vermiş papazın parlak parlak yanan çerağı gibi geceleyin karanlıkları aydınlatır.”
“Sen ne gecesin ya!.. Sanki yıldızların sıkı bükülmüş urganlarla Yezbül Dağı’na bağlanmıştır (gece geçmiyor)”.
“Sabahleyin erkenden vadide çoban aldangıcı kuşları; içine biber konulmuş şaraptan içmişler gibi, sevinç içinde durmadan ötüyorlardı.”
“Ülker (top yıldız) olduğu yerden ileri gitmemek için sanki ketenden halatlarla katı kayalara çakılmıştır.”48
IV.III.II. Tarafe
Öz adı Amr bin el- Abd olan Tarafe de bir saray şairiydi. Hire kralı Hind’in oğlu Amr’ın sarayında yaşadı. Takma adı Mutelemmis olan, Abd ül –Mesihin (İbn Kuteybe’ye göre Abdul Uzza) dayısıydı, o da şairdi. Nankör ve geveze olan Tarafe bir şiirinde, saygı dışı bir dille amcasıyla alay etmişti, bunun üzerine amcası: “ dilini tut yoksa bu dil seni mahvedecek” demişti. Yergilerini krala bile yöneltmekten çekinmiyordu. Kral ondan kurtulmak için dayısı Mutelemmis ile birlikte bir görev vererek onu Bahreyn valisine gönderme yolunu seçti. Ellerine verilen mektubu amcası açınca, kralın kendisini öldürmek için verdiği emri gördü. Yeğeninin elinde bulunan mektupta da aynı şeylerin yazılı olduğunu düşünerek açmasını söyledi; fakat Tarafe kralın gizli emrinin açığa vurulmasını istemedi. Dayısı korktu, Suriye’ye kaçtı; Tarafe yoluna devam etti. Bahreyn’e varınca diri diri mezara gömüldü. Şiirlerinde, hayatında kendisinin izlemiş olduğu yolun en doğru yol olduğunu söylemeye meraklıdır; eski şairlerde bulunan atasözleri haline gelmiş beyitler pek bulunmaz, ama öteki şairlerden daha tabii ve daha coşkun bir yaşama sevinci vardır, yalnız biraz çocuksudur.49
Tarafe, şairler yetiştirmiş bir aileden gelmekteydi. Şair’in 26 yaşlarında öldürüldüğünü kabul edersek 544 yıllarında doğmuş olması gerekiyor. Tarafe, pek küçük bir yaşta şiire başlamıştır. Çocukluğundan beri sahip olduğu müthiş zekasını gösteren sözleriyle dikkati çekmiştir. Bir zaman kendisini şarap ve aşka verir; elindeki bütün imkanlarını harcar. Kabilesi durumundan hoşnut olmaz, kendisini kovar. Daha sonraları kendisini affettirir. Kabilesinin toplantılarına iştirak eder.
Melik ve kardeşi hakkında söylediği hicivlerinde onların yanında vazife görmektense evi etrafında meleyen ve süt veren bir koyun olmayı tercih edeceğini ifade eder.
Şiirlerinin en ehemmiyetlisi şüphesiz ki Muallakası’dır. Bu kaside 120 beyit kadar tutmakta ve mevcut muallakalar arasında en uzunu olmaktadır.50
Muallakasından iki beyit:
“Ölümü, durmadan akan bir ruhlar ırmağı(şeklinde) görüyorum ve yarını uzak bulmuyorum. Bugün yarına ne kadar da yakındır ya?..”
“Günler, yakında sana, bilmediklerini gösterir ve kendisine yol azığı vermiş olmadığın kimse sana haberler getirir.”51
Peygamberimiz, bir haber gecikecek olursa Tarafe’nin bu mısrasını irat buyururlardı. 52
IV.III.III. Zuheyr b. Ebi Sulma
Arapların Müzeyne oymağından olan bu şair, Ebu Sülma adında birinin oğlu idi. Anası, Mürre Oğulları Oymağındandır. Evs adlı bir erkek, Sülma ve Hansa adlı iki kızkardeşi vardı. Kendisi şair olduğu gibi babası, dayısı, oğlan ve kız kardeşleriyle oğulları Ka’b, Büceyr ve torunu, Ka’b’ın oğlu Mudarrap da şair idiler.
İkinci halife Hz. Ömer, bu şair hakkında: “Sözlerinde insicam vardır. Alışılmamış kelimeler kullanmaz ve hiçbir kimseyi kendisinde olmayan vasıflarla methetmez” demektedir. Bu halife gene bu şair için: “Şairlerin şairi” de demiştir.53
İmru’lkays ve Lebid ile birlikte Cahiliye devrinin üç büyük şairinden biridir. Zuheyr, babasını küçükken kaybetti. İçinde birçok şairin bulunduğu bir aileye mensuptu.
Uzun bir ömür yaşayan Zuheyr, muallakasını yazdığı zaman 80 yaşlarındaydı.54
Hicretten on dört yıl önce ölmüştür.(608)
İmru’lkays ve Tarafe’de olduğu gibi şair Zuheyr dahi muallakasına, sevgilisinin ıssız yurdunu ve onun buradan göç edişini anmakla başlayarak Mürre oğullarından Herim ve Haris’in barış için gösterdikleri gayret ve fedakarlıkları alkışlar, sonra barışı bozan bazı oymaklara çatar ve onları Allah’tan korkmaya, savaşın zarar ve fenalıklarından çekinmeye davet eder. Daha sonra, yaşamaktan usandığını, ölümün pençesinden kimsenin kurtulamadığını ve kurtulamayacağını, daima iyilik ve fedakarlık yapmanın şerefli bir vazife olduğunu, zillet ve meskenetin fenalığını… tasvir ve gene Herim ve Haris’in cömertliklerini methederek muallakasına son verir.55
Şairin lüzumsuz unsurlardan ayıklanmış sağlam ve kusursuz bir dili vardır, üslubu vecizdir. Kişileri methederken, onları zatı hususiyetleri ile methetmekle asla mübalağaya kaçmamaktadır. Hicivlerinde de taşkınlığa ve bayağılığa düşmez. Bilhassa hikemi şiirlerinde haksızlıktan ve zulümden kaçınmayı tavsiye eder, onlara ağır başlı, ölçülü ve iyi ahlaklı olmayı öğütler. Bu nevi şiirlerinin bir çoğu darbı mesel haline gelmiştir.
Sanatının en belirgin hususiyeti, şiirlerinin şekil ve üslup bakımından mükemmelliğidir. Şiirleri üzerine uzun müddet titizlikle çalıştığı bilinen şair, bu davranışını, şiirlerini rivayet ettiği Tufeyl el-Ganevi’nin tesiriyle kazanmış olmalıdır.56
“Ahdinde duran kınanmaz ve gönlünün yatacağı tam bir iyiliğe (barışa) yol bulan kimse bunda ikiliğe düşmez.”57
Şair Zuheyr, insanlara ölümsüzlük vermeyen öğütlere önem vermezdi. Özellikle yalan yere öğütler vermekten kaçınırdı. Başka şairlerden aşırarak kendi şiirleri arasına, kendisininmiş gibi mısralar sokmaktan, anlamları güç kavranır kelimeler kullanmaktan çekinirdi.
Koruyucusu Harim, kendisine övgü yazdığı zaman, ondan herhangi bir şey istediği zaman, hatta selam verdiği zaman şaire bir şey vermeye and içmişti. Kendisine verilen at ve kölelerden utanan Zuheyr, bir topluluk içinde gördüğü zaman, toplulukta bulunan herkese selam verir, yalnız Harim’e selam vermezdi. Sonra Harim’in çocukları: “Senin övgülerin gerçekten güzeldi, ama, bizim hediyelerimiz de onlardan aşağı kalmazdı.” dedikleri zaman şair onlara şöyle cevap verdi: “Sizin hediyeleriniz artık yok, ama benim övgülerim yaşantısını sürdürüyor, bunlar öyle şeref elbiseleridir ki onları zaman eskitemez.”58
IV.III.IV. Lebid b. Rebi’a
Muallaka sahibi olarak adı İmru’lkays ve Zuheyr ile birlikte bütün kaynaklarda geçen üçüncü şairdir. Amir oğullarının kollarından Kilablılara bağlı Cafer oğullarından olan şairin VI. asrın ikinci yarısı içinde 560 yılları civarında doğduğu tahmin edilmekte. Künyesi Ebü Akîl’dir. 59
Araplar arasında elinin açıklığı ile meşhur Rebia adlı bir kimsenin oğludur. Babası gibi, Lebid’in de eli açıktı. Bundan başka cesaret ve binicilikte meşhurdu.
Lebid, muallaka sahipleri içinde biricik müslüman olan şairdir.60
Resulullah’ın peygamberliğini ilan etmesi, Lebid’de büyük bir heyecan ve ilgi uyandırmıştı. Hicretin 9. yılında kabilesinin Medine’ye gönderdiği heyet içinde şair de yer aldı. Ve İslamiyeti kabul etti. Bu hadiseden sonra 30 yıl kadar yaşayan Lebid, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Kufe’ye gidip yerleşmişti.
Lebid’in şiirleri pek beğenilmiştir. Onun müslüman olmadan önce söylediği şiirlerinde bile tabiat ve hayvan tasvirlerinin yanı sıra hanif dininin bazı değerlerine rastlanılır. Bu nevi dini ve ahlaki duygular, Kur’an’dan mülhem olarak söylenmiş olan daha sonraki şiirlerinde daha da yaygındır. Bu devrede söylediği bir şiirinde:
- “Hür bir insanı, kendisi kadar kimse tenkit edemez” diyordu.61 Lebid, ikinci halife Ömer devrinde Kufe’de yerleşmişti. Hz. Ömer, valisi Şube oğlu Mugiyre vasıtasıyla Lebid’e müslüman olduktan sonra söylemiş olduğu şiirlerini sormuş; Lebid de Kur’an’ın ikinci suresini yazıp valiye getirmiş ve:
-“Allah, bana şiire mukabil bunu verdi…” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, Lebid’in maaşını dörtte bir nispetinde artırdı. Hakikaten Lebid, müslüman olduktan sonra şiiri bırakmıştı. Bazıları kendisinin yalnız bir beyit söylemiş olduğunu rivayet etmektedir. Eli açık olan bu şair, saba rüzgarının her esişinde umumi ziyafet çekmek itiyadında idi. Kufe valisi Şube oğlu Mugiyre de ona bu hususta yardımda bulunurdu. Kendisi hicretin 41. yılında (miladi 661) Kufe’de ölmüştür. Peygamber Efendimiz, Lebid’in “Bil ki Allah’tan hali olan her şey batıldır” manasında olan bir mısrasını bir gün minberde tekrar buyurmuş idiler. Kendisi, müslüman olmadan önce Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete, hisap ve kitaba inananlardandı.
Lebid’in muallakası da Arapça’da nesip denilen aşk ve sevda hatıralarıyla başlar, sonra kendisinin cömertliğini ve misafir ağırladığını söyler ve muallakasını kendi oymağından yüksek adamların methiyle bitirir. “Allah bize, göğe doğru yükselmiş bir şeref evi kurdu ve hemen bizim yaşlılarımız ve gençlerimiz o şerefe doğru yükseldiler.” 62
IV.III.V. Amr b. Kulsüm
Amr, Irak’ta bulunan Taglip oymağından Külsüm adlı meşhur bir binicinin oğludur. Anası Leyla; İmru’lkaysın dayısı olan Mühelhil’in kızı olduğundan Amr’ın İmru’lkays ile, ana cihetinden bir akrabalığı vardır. Tarafe’yi öldürtmüş olan Hiyre hükümdarı Hind oğlu Amr’ı, şahsi bir infial neticesi olarak kendi kılıcıyla öldürmüştü.
Amr, kendileriyle savaşan düşmanlarının dahi kendileri gibi kahramanlık gösterdiklerini itiraf ve taktir etmiş olduğu için onun bu kasidesine Munsife- İnsaf edici dahi denilir. Şair muallakasına şarap ile başlayıp sevgilisini ve onun göç edişini tasvir ettikten sonra 26. beyitten itibaren kendisinin ve bağlı bulunduğu kavmin ululuğunu, savaşlarda gösterdikleri büyük kahramanlıkları, savaş atlarını, kadınlarının onur ve iyiliklerini över ve kavmin hiçbir zaman zillete ve mağlubiyete uğramadıklarını ve yenilmenin kavmi için bilinmeyen bir şey olduğunu söyleyerek muallakasını bitirir.
“Kimseye baş eğmeyenler; bizim emzikteki çocuğumuz sütten kesilecek çağa gelince, onun önünde eğilirler.”
“Eğer (düşmanları) mağlup edersek bu bizim için yeni bir şey değildir. Yenilirsek işte yeni olan bu yeniliş olur.” 63
IV.III.VI. Antere
Habeşli bir cariyenin oğlu olduğu için eski Arap’lara göre köle durumundaydı. Gençliğinde çobanlık yaptı, kabilesinin mücadelelerinde gösterdiği yiğitlik sayesinde azat edilerek hürriyetini kazandı. Antere amcasının kızı Able’yi sevmiş, onunla evlenmek istemişti; bu isteğine Able’nin ve ailesinin sıcak bakmaması üzerine iffet dolu bu aşkını ölümüne kadar yaşamıştı.64 Antere’nin şiirlerinin çoğu harp ve darp üzerinedir. Geleneğe göre Antere, ilk kasidesi olan muallakasını, kendi oymaklarından bir kimsenin kendisiyle anası ve kardeşlerini siyahlıkla kınaması üzerine söylemiştir. Araplar, bu kasideye güzelliğinden ötürü Müzehhebe derlerdi.
Antere’nin şu: ”Karnım belime yapışmış da olsa minnetten azade bir yiyecek buluncaya kadar aç yatar, aç kalkarım…” beytini duyan Peygamberimizin: “Bana vasıf olunan arabilerden yalnız Antere’yi görmek isterdim…” buyurmuş oldukları Agani (c.8, s.245, 1935, Mısır Kahire basması) da görülmektedir. Antere hicretten yirmi iki yıl önce (600) Nebhan oğullarından İbni Selma adlı biri tarafından okla vurulup öldürülmüştür.
Antere de Amr hariç diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda hatıralarıyla başlamış, sevgilisini ve devesini tasvir ettikten sonra gösterdikleri kahramanlıkları uzun uzun anlatarak muallakasına son vermiştir.
“Şairler, söylemedik bir söz bıraktılar mı ki?
Yoksa sen, biraz durakladıktan sonra (sevgilinin) evini (evinin izlerini) seçebildin mi?”65
Dostları ilə paylaş: |