Dr. Mehmet Özay1
BANDUNG KONFERANSI’NIN 60. YILI: 1955-2015
Özet: Bu metin, 1955 yılında gerçekleştirilen Bandung Konferansı’nın altmışıncı yıl dönümü vesilesiyle kaleme alınmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın henüz yıkıcı etkisi ortadan kalkmamışken, bu kez kapitalizm ve komünizm ideolojileri dünyayı yeni bir ayrışma ve kutuplaşma sürecine sürüklemeye başladı. Bu gelişme karşısında, adına ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırılan özellikle Afrika ve Asya ülkelerinin katılımıyla bir konferans düzenlendi. Ortak paydasını, yüzyıllarca Batılı ülkelerce sömürülmüşlük oluşturan bu ülkelerin liderleri, 20. yüzyılın ikinci yarısında alternatif bir yaklaşım sunmayı hedefliyorlardı. Bu bağlamda, Bandung Konferansı’na hazırlık süreci, ve sonrasında oluşturduğu etkiler dikkatle incelenmeyi hak etmektedir. Bir NATO üyesi olmasına rağmen, konferansa iştirak eden Türkiye’nin rolü ve katkısı da ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Bandung Konferansı, Bağlantısızlar, Türkiye
Summary: Özet: Bu metin, 1955 yılında gerçekleştirilen Bandung Konferansı’nın altmışıncı yıl dönümü vesilesiyle kaleme alınmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın henüz yıkıcı etkisi henüz daha ortadayken, bu kez kapitalizm ve komünizm ideolojileri dünyayı yeni bir ayrışma ve kutuplaşma sürecine sürüklemeye başladı. Bu gelişme karşısında, Afrika ve Asya’dan adına ‘Üçüncü Dünya’ denilen, ülkelerin katılımıyla bir konferans düzenlendi. Ortak paydasını, yüzyıllarca Batılı ülkelerce sömürülmüşlük oluşturan bu ülkelerin liderleri, 20. yüzyılın ikinci yarısında uluslararası ilişkilerde alternatif bir yaklaşım sunmayı hedefliyorlardı. Bu bağlamda, Bandung Konferansı hazırlık süreçleri ve sonrasında oluşturduğu etkiler bağlamında incelenmeyi hak etmektedir. Bir NATO üyesi olmasına rağmen, konferansa iştirak eden Türkiye’nin rolü ve katkısı da ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Bandung Konferansı, Bağlantısızlar, Türkiye
Summary:
This article is written on the occasion of the 60th anniversary of the Bandung Conference which was held in the year of 1955. While the destructive effects of World War Two were still felt, the ideologies of capitalism and communism commenced to exhibit a new era of segregation and polarization of the world. In the face of this development, a conference was held by the participation of the countries from Africa and Asia which are classified as ‘Third World’. The political leaders of these countries, whose common denominator was to have been colonized for some hundreds of years, aimed to establish an alternative approach in international relations in the second half of the 20th century. In regard to this, the Bandung Confreence is deserved to be taken into consideration analytically in the context of preparation processes and impacts emerged just after the Conference. Despite of being a NATO member, the participation and role of Turkey will also be considered.
Key Words: Bandung Conference, Non-Aligned movement, Turkey
GİRİŞ
2. Dünya Savaşı sonrası, uluslararası ilişkilerin yeniden düzenlendiği bir dönem olarak dikkat çeker. Bu savaş, özellikle 19. yüzyılda emperyalizme evrilen sömürgecilik süreçlerinin ve bunun ürettiği ideolojik ayrışmaların devamı mahiyetinde küresel sonuçlar doğurmuştur. Söz konusu savaşla birlikte, kendi çıkar çatışmalarını sona erdiren Batı Avrupa ve ABD, yeni bir rakip olarak karşılarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) önderliğindeki komünist bloğu buldu. Uluslararası terminolojide iki kutuplu yapı olarak gündeme gelen bu ideolojik kamplaşmanın dışında, söz konusu ayrışmanın dışında kalan, bir zamanlar sömürgecilik ve emperyalizmin nesnesi olan ve akabinde ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırılan ülkelerce bir inisiyatif gündeme getirildi. Bu bağlamda, Savaş sonrasının önemli uluslararası yapılaşmalarından birinin Bandung Konferansı olduğuna kuşku yok.2
18-24 Nisan 1955’de Endonezya Cumhuriyeti’nin Cava Adası’nın batısındaki Bandung şehrinde gerçekleştirilen bu konferans, aradan geçen altmış yıla rağmen, halen adından söz ettirmeye devam ediyor. Bu çalışmada söz konusu konferans hazırlık süreci, öne çıkan liderler, katılımcı ülkeler, Türkiye’nin iştiraki ve doğurduğu sonuçlar bağlamında ele alınacaktır.
Henüz 2. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış Batılı devletler, daha savaşın yıkıcı etkisinin izleri ortadan kalkmamışken, bu kez kapitalizm ve komünizm ideolojileriyle dünyayı yeni bir ayrışma ve kutuplaşma sürecine taşımaya başladılar. Bu anlamda, Asya ve Afrika üyelerinin katılımıyla gerçekleştirilen Bandung Konferansı, dünyanın geleceğine dair ümitvar bir politikanın halen var olabileceğini ortaya koydu. Elbette birbirinden sosyo-kültürel ve siyasi geçmişleriyle ayrışan ve farklı sömürgeci güçlerle tarihsel bağları olan katılımcı ülkelerin konferasta sergiledikleri yaklaşımlar arasında, benzerlikler kadar ayrışmalar da söz konusuydu.
Bununla birlikte, bu konferans şu veya bu şekilde “Bağlantısızlar” sıfatına sahip ülkeler bağlamında bir blok oluşumuna yol açsa da, katılımcı ülkeler arasında ABD ve SSCB yanlısı olanlar dikkate alındığında, kapsamlı bir ideolojik yapılaşma yerine çelişkileriyle de gündeme getirilmeyi hak ediyor. Bu anlamda katılımcı ülkelerin temsiliyetinin, “heterojen” bir yapı arz ettiği görülür. Siyasi ve kültürel birlikten yoksun bu ülkeleri biraraya getiren yegâne güç maruz kaldıkları sömürgecilik olgusuydu. Yani, dış bir gücün tesiri olarak gündeme gelen sömürgecilik Afrika ve Asya topraklarında bir siyasi tepkiye yol açıyordu.3 Bir başka ifadeyle, bu ülkeler “siyasal sistem ve dış politikaları itibariyle birbirlerinden son derece farklı” yerlerde konuşlanıyorlardı.
Söz konusu bu heterojen yapının temellerine baktığımızda, her ne kadar bir Asya ülkesi sıfatıyla katılmış olsa da NATO temsilcisi olan Türkiye; SSCB içerisinde yer almamakla birlikte, kendine özgü bir ‘komünist’ ideoloji geliştirmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti; Batı yanlısı bir siyasi yaklaşım sergileyen Irak, Ürdün, Lübnan ve Libya gibi Arap ülkeleri ile bağlantısız bir duruş sergiledikleri gözlenen Mısır, Suudi Arabistan ve Yemen gibi bir diğer Arap ülkeleri yer alıyordu. Öte yandan, Asya kıtasından Pakistan ve Seylan; Batı yanlısı Hindistan ile bağlantısızlıklarıyla (non-alignment) dikkat çeken ve bu anlamda söz konusu toplantıda lokomotif işlevi göreceği tahmin edilen Burma (Birmanya) ve Endonezya toplantıda yer aldı.4 Bu çerçevede, katılımcı ülkeler Batı yanlısı, SSCB müttefiki ve ‘Bağlantısızlar’ olgusuna doğrudan destekçi olmak üzere üç farklı sınıflama içerisinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Bununla birlikte, konferansta ABD ve SSCB arasında bir tür ‘diyalogun’ gündeme taşındığı da söylenebilir. Bu noktada konferans sürecince tartışmaya açılan kültürel ve ekonomik işbirliklerini konu alan açılımlar dışındaki tüm hususların ‘Soğuk Savaş’ boyutuna taşınması, katılımcılar arasında da bir anlamda farklı görüşlerin ötesinde gerginliklerin doğmasına neden oluyordu.5
Yukarıda zikredilen birbirinden oldukça farklı ideolojik yaklaşımlara rağmen, ‘küresel birliktelik’ angajmanının ortaya konulabileceği bir yapı dikkat çekiyordu. ABD ve SSCB bu konferansa doğrudan katılmamakla birlikte, bu iki blok içinde yer alan veya aldığı düşünülen ülke temsilcilerinin söylemleriyle konferansda, kendi çıkarlarını gündeme taşıyordu. Bandung Konferansı’nın dönemin uluslararası siyaset çevrelerince dikkatle izlenmesinin nedenlerinden biri Türkiye, İran, Çin, Afganistan ve Tayland hariç diğer katılımcı ülkelerin bağımsızlıklarını henüz yeni kazanmış olmaları ve dünya gündeminde ilk defa böylesine bir uluslararası öneme haiz bir toplantıya katılıyor olmalarıydı.6
Tüm bu ayrışmalara rağmen, Konferan sonrasında ‘Dasasila Bandung’ adı verilen on maddelik bildirgenin kabul edilmesi oldukça anlamlıydı.7 Bu ülke halklarının rengine, dinine, kültür ve medeniyetinin derinliklerine bakıldığında, Doğu-Batı kutuplaşması kadar, sömürge dönemine de bir cevap mahiyeti taşıyordu. Bu anlamda, Konferans’ın sömürge sonrası dönemin en önemli girişimi olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, Bandung sürecinin bazı kısıtlılıklarından da bahsedilebilir. Öyle ki, katılımcı ülkelerden bazılarının konferansa taşıdıkları ‘siyasi niyet’ ve de ‘mesaj’, ‘Bandung Ruhu’nun devamına olanak tanımadı. Buna ilave olarak, konferansda liderlik rolü üstlenen liderlerin bizzat kendi ülkelerinde nasıl bir siyasi değişim ve dönüşüm süreci tecrübe ettikleri konusu da bu ‘ruhun’ süreklilik taşıması önündeki engellerdir.
Konferans Hazırlık Süreci
İnsan kaynakları noktası dikkate alındığında, Konferans’ın hazırlık safhasının daha sömürgecilik yıllarına kadar geriye gittiğini söylemek mümkün. Bu noktada, sömürge topraklarından Avrupa’ya giden ‘parlak’ öğrencilerin Avrupa’daki öğrenim süreçlerindeki faaliyetleri bu sürecin ilk aşamasını teşkil ediyordu. Bu öğrenci gruplarının, Batı ülkelerinde tanık oldukları sosyal ve siyasal yapılar, ideolojiler kendilerinde bir tür milliyetçilik ‘şuuru’ ve zamanla ‘bağımsızlık’ olgusunun yeşermesine yol açıyordu. Bu çerçevede, yerli öğrenciler yüksek öğrenimlerini sürdürürken, sadece kendi topraklarından değil, sömürgeciliğin ulaştığı diğer coğrafyalardan gelen öğrencilerle de karşılaşma ve etkileşimde bulunma imkânı buluyorlardı. Bu gruplar, bir yandan kendi memleketlerinden gelen öğrencilerle ‘milliyetçilik’ olgusuyla izah edilebilecek bir ideolojik perspektif geliştirirken, diğer coğrafyalardan gelenlerle de bir ‘blok’ oluşturma düşüncesinin yer etmeye başladığı ileri sürülebilir.
Örneğin, Endonezya milliyetçiliğinin kökeni kabul edilebilecek gelişme, 1908 yılında Hollanda’da öğrenim gören başta Cavalı olmak üzere Takımadalar’dan gelen öğrencilerin kurduğu Budi Utomo adlı birliktir.8 Bu ve benzeri yapılanmalar zamanla yayın basın faaliyetleri veya kimi dernek ve kurumlar örneklerinde olduğu gibi, kendilerini ana vatan topraklarında temsil etme imkânı buldu. Hiç kuşku yok ki, bu süreçte öğrenci liderleri, zamanla siyasi liderler olarak geleceğe hazırlandı. Bu bağlamda dernekler, yayın organları, sosyal birlikler, siyasi partiler vb. oluşumlar ilgili ülkelerde bağımsızlık sonrası bağlantısızlar adıyla anılacak oluşumun nüvesini teşkil ediyordu. Ulusal liderler, 20. yüzyılın başlarından itibaren giderek görece yaygınlık kazanan Batılı eğitim kurumlarında öğrenim görmüş, akabinde olanaklar dahilinde Batı Avrupa’da eğitimlerine devam etmiş gruplar içinden çıkıyordu. Çalışmanın bir yerinde dile getirdiğimiz üzere, söz konusu liderlerin ilk buluşma ve görüş alış verişinde bulundukları merkezler de gene Batı başkentleri oldu. Ve milliyetçilik akımları da yerli topraklarda yeşermesinde, en azından araçlardan biriydi.
Bu ve benzeri süreçlere ilâve olarak, 1920’li yılların ikinci yarısında (1926-27) Hindistan’dan Nehru, Endonezya’dan Muhammed Hatta gibi gençlerin, örneğin Paris ve Brüksel gibi Avrupa başkentlerinde biraraya gelmeleriyle, sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı yapılaşmaların temelleri atılıyordu.9 Bu çerçevede Brüksel’de 1927 yılı Eylül ayında “Sömürgeleştirilmiş Halklar Kongresi” adıyla düzenlenen konferans hatırlanabilir. Brüksel’deki toplantı, o dönem henüz sömürge toprakları olarak bilinen coğrafyadan katılan liderlerle, onları bir anlamda himaye eden sömürgeci ülkelerin ‘liberal’ sıfatını hak eden, özgürlük ve barış yanlısı gruplarıydı.10 ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerine mensup bu liderlerin hemen hemen tamamının Bandung’da biraraya gelmesi, aradan geçen süre zarfında inisiyatifin şu veya bu şekilde Batılı unsurlardan sömürgeleştirilmiş halklara ve de liderlerine geçmesi bakımından da dikkat çekicidir.
Bu çerçevede Batılı ülkelerin, özellikle de ABD’nin nasıl bir tepki verdiği de önemli. 2. Dünya Savaşı sonunda küresel güç olmaya doğru evrilen ABD’nin rakip ideolojik şartlandırmaların da zorlamasıyla, ilgili ülkeler arasında bir tür hedef birliği çerçevesinde alternatif bir siyasi blok inisiyatifinden rahatsızlık duyuyordu.11 Bu bağlamda, alternatif bir ‘blok’ oluşumuna imkân tanıyabilecek bu girişim,12 özellikle ABD ve İngiltere’nin kaygılarının sonucu olarak müttefik ülkeler ve eski sömürge ülkeleri siyasal eliti arasındaki lobi faaliyetleriyle giderilmeye çalışılıyordu.
Bu tanınırlık ve tanışıklık safhasının nihayetinde, Nehru’nun önderliğinde, 23 Mart-2 Nisan 1947 tarihlerinde, Asya işbirliğinin ilk adımı kabul edilebilecek girişim, Yeni Delhi’de “Asya İlişkileri Konferans”ında ortaya konduğu görülür.13 Bu sürecin ikinci en önemli adımı, savaş sonrasında Hollanda’nın başta Cava Adası olmak üzere Takımadalar’da eski sömürge topraklarına nüfuz girişimi karşısında 1949 yılı Ocak ayında Yeni Delhi’de hayata geçirildi.14 Bu toplantı, Birleşmiş Milletler’i harekete geçirmesi nedeniyle, belki de uluslararası arenada kayda değer ilk etkisini ortaya koymuş oldu. Bu toplantıda alınan bir diğer karar bölgesel işbirliğini öne çıkarıyordu. Ancak kimi nedenlerle hayata geçirilemeyen bu düşüncenin, Asya ve Afrika uluslarının giderek çok daha kapsamlı inisiyatifler geliştirmelerinin önünde bir engel oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenler arasında, Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir sorununun öne sürüldüğü dikkate alındığında, Asya-Afrika buluşmasının şu veya bu şekilde ortaya çıkan Batılı müdahalelere maruz kaldığı iddia edilebilir.
Bandung Konferansı öncesinde bir başka bölgesel inisiyatif, Manila Paktı adıyla anılan oluşuma mensup ülkelerin, Güneydoğu Asya İşbirliği Teşkilatı (Southeast Asia Treaty Organization-SEATO) toplantısı vesilesiyle 23-25 Şubat 1955 tarihinde Bangkok’da biraraya gelmeleridir.15 Bu toplantı, Bandung Konferansı öncesinde gerçekleştirilmesi, ABD’nin dünyaya Batı ve Asya ülkeleri arasında uluslararası ilişkilerde verimli olabilecek gelişmelere olanak tanıdığı şeklinde bir algıya yol açtı.16 Bu noktada, söz konusu bu ülkeler, daha Konferans öncesinde ABD yönetimiyle temasa geçti; Amerikan yönetimi öncülüğünde Afrika-Asya Çalışma Grubu ve Bangkok Konferans Grubu adıyla iki hazırlık yapıldı ve konferans yakından izlemeye alındı. ABD, aynı zamanda ‘yandaş’ ülkeleri konfresantaki istenmedik gelişmeler konusunda uyarıp, tüm hazırlıkların konferansda “özgür dünya ve ABD’nin hedefleri çerçevesinde” gerçekleştirilmesi yönünde gayret gösterdi. Bu çerçevede, Filipinler Dışişleri Bakanı Carlos Romulo, yaptığı konuşmayla, Amerikan yanlılığını en bariz şekilde ortaya koyan siyasetçi konumundaydı.17
Bandung hazırlık süreciyse, 28 Nisan 1954’de Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’da beş ülke yani Hindistan, Pakistan, Burma (Myanmar), Sri Lanka (Ceylon) ve Endonezya başbakanlarının katılımıyla yapılan toplantıdır.18 Söz konusu bu ülke başbakanları, Nehru’nun “tarafsızlık” görüşüne katıldıklarını, askeri bir paktın Güneydoğu Asya’da güvenliği tehdit edeceğini belirterek, Pakistan hariç hepsi SEATO’ya katılmama kararı aldılar. Kolombo Beşlisi adıyla anılan bu toplantının en önemli yansıması Hindistan-Çin arasında “Tarafsızlık” ilkesi bağlamında, 29 Nisan 1954 tarihinde bir arada yaşamanın beş temel ilkesini içeren bir anlaşmaya imza atılması oldu. Çin başbakanı Chou En-lai ile Hindistan Başbakanı Nehru’nun Bandung Konferansı’ndan bir yıl önce bir araya gelip,19 “Barış içinde birarada yaşama”nın ilkeleri konusunda mutabık olduklarını ilân ettiler.20 Kolombo toplantısından çıkan bu önemli karar, 2 Mayıs 1954 tarihinde bildiri olarak yayınlandı. Söz konusu anlaşma maddeleri şunlardır:
a) Her ülkenin diğerlerinin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstermesi,
b) Karşılıklı saldırmazlık;
c) İç işlere karışmama;
d) Eşitlik ve karşılıklı kazanım;
e) Barış.21
Ancak ‘Kolombo Beşleri’ toplantısının bir dönemin Başbakanı John Kotelawala’nın bir icraatı olduğunu hatırlatmak gerekir. Söz konusu komiserin tıpkı İngiliz Birleşmiş Topluluğu içerisinde Başbakanların toplantısı gibi, Güneydoğu Asya ülkeleri arasında da benzer bir çabanın sergilenebileceğini, böylece bölge ve dünya barışına katkı yapılabileceğini gündeme taşıdığı biliniyor.22 İngiliz yönetiminin Kolombo’daki bu teşebbüs üzerinden, ilgili ülkelerin sömürgecilik karşıtı çıkışlarını köreltmek suretiyle, küresel barış plânı inşa etme çabası içerisinde olduğu görülür.23 Bu toplantı sonuç bildirgesinde, sömürgecilik ve komünizm eleştiriliyordu. Demokrasiye bağlılık ve komünist tehdidine karşı durma gibi iki nokta öne çıkıyordu. Bu çerçevede Afrika-Asya uluslarından geniş katılımlı bir toplantının yapılması ve bunun Endonezya Başbakanı’nca organize edilmesi kararlaştırıldı.24
Bu toplantı sırasında Endonezya’yı temsil eden Başbakan Ali Sastroamidjojo,25 Afrika ve Asya ülkelerinin bir araya geleceği daha büyük bir toplantının tertip edilmesini önermesiyle, Afrika ve Asya ülkelerinin katılacağı bir konferans toplanması kararı alındı. Sol görüşlü bir politikacı olarak bilinen Sastroamidjojo, Endonezya’nın Afrika-Asya bağlantısızlar grubunun lideri rolünü oynaması konusunda devlet başkanı Sukarno’nun desteğini aldı.
Bu önerinin kabul edilmesi üzerine söz konusu toplantının, 1955 yılı Nisan ayında Endonezya’nın Cava Adası’ndaki Bandung şehrinde gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı.26 Ardından Konferans’dan sadece birkaç ay önce, 1954 yılı Aralık ayında, Bogor’da gene bu beş ülkenin Başbakanlarının katılımıyla yapılan hazırlık toplantısı kayda değerdir.27 1954 yılı Aralık ayı sonlarında Endonezya’nın Cava adası’nda Bogor kentinde yapılan bir sonraki toplantıda “Kolombo Beşleri”, 18 Nisan 1955 tarihinde Bandung’da yapılacak toplantıya 24 ülkenin davet edilmesi kararı aldı.28 Konferans hazırlık komitesi, Afrika ve Asya’dan bağımsızlıklarını kazanmış olan 25 ülke devlet başkanı ve başbakanını davet etti. Orta Afrika yönetimi söz konusu bu daveti reddetti. Ve Kolombo Beşli’sinin katılmasıyla toplam 29 ülke Bandung’daki konferansa iştirak etti.29 Gerek Endonezya’nın komşuları olmasına rağmen, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Bandung’a davet edilmeyişinin sebebi kuşkusuz ki, bu iki yeni devletin Avustralya-Asya havzasında Anglo-Saxon dünyasını temsil ediyor oluşudur.30
Ayrıca, Öte yandan, konferansta İsrail konusunun gündeme geldiği ve bu ülkenin doğrudan iştiraki söz konusu olmasa da, bu ülke adına veya ‘sözcüsü’ konumunda olan Hindistan ve Burma vasıtasıyla temsil edildiği görülür. Görüşmelerde İsrail’in perde arkasından girişimlerine rağmen, ortaya çıkan karşı tepkiler nedeniyle yukarıda zikredilen iki ülke temsilcilerinin pek fazla ileri gitmedikleri anlaşılıyor.31 Davet edilmeyen ülkeler arasında Asya’dan Kore ve Moğolistan ile Afrika’dan Güney Afrika yer alıyordu. Bu husus, Bandung Ruhu’nun hangi jeo-ideolojik alanları kapsadığının da bir göstergesidir.
Konferansa Hazırlık Süreci ve Karar Mekanizmaları
Bandung Konferansı’na giden süreçte Kolombo (Sri Lanka) ve Bogor’da32 (Endonezya) iki hazırlık toplantısı yapılması ilk etapta, Hint Alt Kıtası ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında bir bölgesel işbirliği çabasını akla getirir. Ancak bu oluşum, daha sonra Afrika ve Ortadoğu’dan bazı ülkelerin de davet edilmesiyle, Batı dışında ırkları-dilleri-kültürleri-siyasi yönelimleriyle farklılıkların biraraya geldiği bir yapı olarak dikkat çeker. Özellikle Bogor toplantısında alınan dört ilke Bandung Konferansı’nda belirleyici oldu. Bu kararlar: a)Asya-Afrika ülkeleri arasında iyi niyet ve işbirliğini geliştirme; ortak çıkar alanlarının tespiti ve geliştirilmesi; dostane ve komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi; b)katılımcı ülkeler arasında sosyal-ekonomik ve kültürel sorunların ele alınması; c)Asya-Afrika halklarının ırkçılık ve sömürgecilikten doğan egemenlik alanlarındaki sorunların tartışılması; d)Asya-Afrika ülkeleri ve halklarının dünya barışına katkısı.33
Çin devlet başkanı Zhou Enlai (Chou En-lai), Sihanouk, Pham Van Dong, U Nu, Mohammad Ali, Nasser gibi ünlü devlet adamları da bulunuyordu. Endonezya devlet başkanı Sukarno ve başbakan Ali Sastroamidjojo ülkelerinde gerçekleştirilen Afrika-Asya zirvesine ev sahipliği yapmaktan büyük bir memnuniyet ve gurur duydular. Bu anlamda ülke içerisinde büyük bir prestij elde eden devlet başkanı, konferansın sonuç bildirgesinde Irian Jaya’yı Endonezya topraklarına kattığını da eklemek suretiyle, belki de bu toplantının Endonezya için en önemli başarısını elde etmiş oldu.34
Bandung Konferansı, dünya tarihinde Asya ve Afrika uluslarını bir araya getiren ilk toplantı olma özelliğine sahiptir.35 Sürecin hiç kuşku yok ki, en önemli aşamalarından biri Çin’in toplantıya davet edilmesi konusundaki tartışmalardı. Çin, bir yandan Komünist SSCB’nin müttefiki, öte yandan bölge, yani Güneydoğu Asya’da gücünü giderek hissettireceği izlenimi veren siyasi nüfuz çabası ve kalkınmacı yönelimiyle ilgi odağı oluyordu. Nehru (Hindistan) ve U Nu’nun (Burma) yanı sıra, Sukarno’nun da (Endonezya) ‘sempati’ beslediği Çin’in bu önemli toplantıda yer alması, söz konusu bu ülkelerin dönemin Güneydoğu Asya’sının iki önemli temsilcisi olduğu dikkate alındığında bölgesel güvenlik, işbirliği vb. bağlamların göz ardı edilmediğini de dikkatlere sunulmalıdır.36
Dönemin güç blokları açısından bakıldığında, bu gelişmelerin ABD’den ziyade SSCB’nın şu veya bu şekilde memnuniyetine neden olduğunu düşünmek mümkün. Yukarıda da ifade edildiği üzere Hindistan, Burma, Endonezya siyasi yönetiminin Sovyet Rusya bloğuna ‘sempatisinin’ yanı sıra, bölgesel bir güç olarak telâkki edilerek de olsa Çin’in katılımının sağlanması bunun somut göstergeleri olduğuna kuşku yok. Kaldı ki, Amerika’nın ‘sessiz kalmayı’ tercih ederken, Sovyet Rusya konferansa resmi olarak kutlama mesajı göndermesi de katılımcı ülkelere ve de konferans konseptine yaklaşımını ortaya koymaktadır.
İki gün süren Bandung Konferansı, Pasifik Okyanusu’ndan Atlantik sahillerine kadar farklı ülkelerin bir araya gelerek, üçüncü dünya olarak adlandırılan bağlantısızlar grubunun oluşumu düşüncesine sahip ve bu yönde çok daha kapsamlı işbirliklerinin gündeme getirilebileceği bir blok olması yolunda adımların atılacağı umulan bir oluşum olarak gerçekleştirildi.37
Bandung Konferansı’na katılan ülke temsilcilerinin aynı ideolojik ve uluslararası ilişkiler yöneliminden söz edilemese de, Konferans’ın, Batı ile Doğu arasında yaşanan Soğuk Savaş çatışması dışında üçüncü bir seçenek olarak gündeme gelmesi yönünde bir çabanın sergilendiği bir gerçektir.38 Asyalı liderlerin öncülüğünde gerçekleştirilen bu konferansın alternatif bir oluşum olarak gündeme taşınması, Afrikalı ve Ortadoğu’dan da katılımlarla görece geniş bir coğrafyanın temsil edilmesi ve şu veya bu şekilde desteğini almasıyla bağlantılıdır. Konferansa katılımın, sömürgecilik kavramı etrafında buluşan eski ve o dönem henüz bağımsızlık sürecindeki ülkelerden oluştması önemlidir. Bu çerçevede, Asya ve Afrika’da sömürgeciliğe maruz kalmış toplumların temsilcilerinin katılımına konu olması dolayısıyla, bu inisiyatifi, genel yaklaşım ve hedefler itibarıyla değerlendirildiğinde Asya-Afrika Konferansı olarak da zikretmek mümkün.
Bandung Konferansı, küresel siyasal ilişkilerin yeniden yapılaştırılması açısından son derece önemli bir girişim olarak tarihe geçti. Aşağıda değinileceği üzere bu konferansla, bir yanında Batı Avrupa sömürgeciliğinin nihayete erdirilmesinin öte tarafdan, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı kültür ve medeniyetinin ürettiği iki ideoloji yani, kapitalizmin ve komünizmin temsil ettiği iki kutuplu dünya yerine, üzerinde farklı renkleri, dilleri ve medeniyetleriyle çoğul yapıların ve oluşumların dünya siyasal sistemi içerisinde söz sahibi olma arzusunun pratiğe dökülmesi hedefleniyordu.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın “tarafsız kalmak etik bir yaklaşım değil”39 şeklinde ifade edilebilecek demecinde somutlaşan ve dünyanın iki kutuplu açılıma mahkum olduğunu izhar eden söyleme alternatif olması dolayısıyla Bandung Konferansı üzerinde dikkatle durulmayı hak etmektedir. Konferans, temelleri, süreçleri ve etkileri bağlamında sıradan veya popüler bir girişim olmadığını ortaya koymuştur. Dulles’a atfedilen yukarıdaki ifadede karşılığını bulduğu üzere, Batı-Doğu kutbunun oluşturduğu, uluslararası siyasetin merkezinde bulunan iki alternatif arasında seçime zorlanmaya karşı çıkışın Bandung Konferansı’nın en önemli fenomeni olduğunu söylemeliyiz. Konferansa katılan ülkeler, delegasyonun üst düzey devlet adamlarından oluşması vb. faktörler, bir zamanlar sömürge toprakları olan coğrafyalarda özgürlüklerine kavuşan veya kavuşmak üzere olan halkların kendi ülkeleri, bölgeleri ve uluslararası arenada siyaset yapma biçimini Washington ve Moskova’ya endekslenmesi dışında bir açılım, en azından potansiyelinin olduğunu ortaya koymuştur.
Bu noktada, Konferansa iştirak eden ülkelerin büyük bir bölümü bağımsızlıklarını henüz yeni kazanmış olduklarından, özellikle bağımsızlıkların korunması ve halen sömürge yönetimleri altında bulunan ulusların da bir an evvel özgürlüklerine kavuşmalarını gaye edindi. Bu bağlamda, bağımsızlıkların devamının şartı olarak özellikle iktisadi, sosyal ve kültürel işbirliklerinin hayata geçirilmesi büyük önem taşıması dolayısıyla, konferansta kurulan alt komisyonlar bu yönde çalışmalar yaptı. Çeşitli alanlarda söz konusu bu işbirliğinin, sadece toplantıya katılan Afrika ve Asya ülkelerinin değil, aynı zamanda küresel kamuoyunun menfaatine gelişmeler yol açacağı üzerinde duruldu. Bu kanaatler içerisinde öncelikli madde elbette ki, barış meselesi üzerine yoğunlaştı.40
Bandung Konferansı’nı, sadece savaş sonrası yeni dünya düzeni bağlamında değerlendirmek yanıltıcı olur. Bu konferans kapsamı ve hedefleri dikkate alındığında uzun bir dönem sonrasında yeni bir oluşumun habercisi konumundadır. Bu bağlamda, 15. yüzyıl sonlarında Portekizli denizci Vasco da Gama’nın bizzat somutlaştırdığı Avrupa merkezli sömürgecilik ve emperyalizm vizyonunun sonu anlamına geliyordu.41 Portekiz ve ardından diğer Batı Avrupa uluslarının Asya, Afrika ve Latin Amerika coğrafyalarındaki sömürgeleştirme politikalarına, bu coğrafyalarda yaşayan sömürgeleştirilmiş halkların uzun bir aradan sonra küresel çıkışı olarak değerlendirilebilir. Aradan geçen uzun yüzyıllar boyunca söz konusu Avrupalı sömürgeci güçlere karşı verilmiş kapsamlı42 ve kısmi mücadeleler bir yana,43 Japonya’nın “Asya Asyalılarındır”44 politikası uyarınca Doğu Asya ve ardından Güneydoğu Asya’ya doğru uzanan ‘kurtarıcı’ vizyonu, Avrupalı sömürgecilerin yerli halklar nezdinde oluşturulmuş büyüsünün bozulmasında büyük bir işlev gördü. Örneğin, bir dünya görüşü olarak Batı medeniyetine aidiyetiyle öne çıkan Rusya’ya karşı Japon Krallığı’nın 1905’de kazandığı zafer, Asyalıların Beyaz ırk karşısındaki gücünü sembolize eder.
Bu anlamda Japonya, her ne kadar askeri gücüyle bir ‘işgal’ süreci başlatmış olsa da, Doğu ve Güneydoğu toplumları arasında tam anlamıyla ‘sömürgeci bir güç’ olarak telâkki edildiğini söylemek güç. Aksine, İngiliz, Hollanda ve Fransa vb. sömürgeciliğinin emperyalist ve kültürel dönüştürücü politikaları karşısında Asyalılık konseptini gündeme taşıyan bir Japonya’nın kabul gördüğünü söylemek mümkün. Buna örnek olarak, Sumatra Adası’nda Açe’de, Malaya topraklarında Malay Müslüman halkının, Cava Ada’sında yerli Müslümanların Japon işgaline karşı durmadıkları, aksine o dönem için mevcut Batılı sömürgeci unsurlardan kurtulma adına ‘davet’ edildiği de biliniyor. Bu noktada vurgulanması gereken bir diğer husus, Japonya’nın teritoryal genişleme sürecinde nüfuz ettiği topraklardaki ‘milliyetçi’ hareketleri desteklemesi ve nihayetinde en azından bunlar arasından bazılarını ‘bağımsızlık’ yolunda hazırlaması kayda değer bir gelişmedir. Bu çerçevede, Bandung Konferansı’nın düzenlendiği Endonezya’yı ve bu konferansa hararetle önderlik yapan kurucu figürü ve ilk devlet başkanı Sukarno’nun Japonların ‘işgal’ döneminde bağımsızlığa hazırlanan bir Endonezya milliyetçisi olduğunu hatırlamak gerekir.
Sömürgeci güçler arasında başlatıcılık rolünü değilse bile, zamanla inşa ettiği güç ve yayılmacılığı noktasında önceliği bir Ada halkı olan İngilizlere verecek olursak, II. Dünya Savaşı’nda ancak bu sefer Asya’dan bir başka Ada devleti olan Japonya Batı Avrupa sömürgeciliğini sona erdiriyordu.
Bağlantısızlar Arasında Liderlik Yarışı
Konferans’ta üç isim dikkat çekiyordu. Nehru, ‘Bağlantısızlar Bloğu’ kavramını kavramsal boyutta dile getiren ve savunan kişi olarak öne çıkarken; Çin Başbakanı Zhou Enlai kimi taraflar arasında uzlaştırıcı rol üstleniyordu;45 Sukarno ise daha çok oratorluğu ile katılımcı ülke delegasyonu üzerinde birleştiricilik işlevi görüyordu.46
Bu noktada, Sukarno’nun, Konferansın açılış konuşması metninden bazı cümlelerin çarpıcı bir gerçeği ortaya koyduğu görülür. Sukarno konuşmasını, iki temel ayrım üzerine, yani ‘sömürgecilik’ ve ‘emperyalizm’ üzerine oturtuyordu.47 Batı Avrupalı sömürgeci ve emperyalist ulusların yüzyıllar boyunca ürettikleri ve Batı medeniyetinin yansıması olan politikalar ve icraatlar dikkate alındığında aslında birbirinden ayrılması mümkün olmayan bu iki kavram, Batı’nın dünya tarihine hediyesidir. Sukarno, Afrikalı ve Asyalı ulusları biraraya getiren böylesi bir oluşumun odağında sömürgecilikten ve ırkçılıktan nefretin yattığını belirtir.
Bandung Konferansı’na hazırlık sürecinde Jawaharlal Nehru ve U Nu’nun liderlik yaklaşımlarına karşın, konferans açılış konuşmasında izlendiği üzere Sukarno’nun ağırlığını koyma çabası dikkat çeker. Aynı zamanda, söz konusu bu kurucu unsurların Konferans’ın daha sonraki yıllarda alabileceği uluslararası yönelimi belirleme konusunda bazı girişimlerine tanık olunur. Örneğin, bu noktada Sukarno’nun, Bandung Konferansı’ndan devşirdiği güçle, 1950’li yılların ikinci yarısında ABD ve SSCB’nin uydusu olmayı reddederek ‘Bağlantısızlar’ olgusunun öncü savunuculuğu rolü oynadığı görülür.48
Bununla birlikte, bu sürecin ikinci önemli adımı, 1961 yılı Eylül ayında Belgrad Konferansı’nda bağlantısızlar cephesinde iplerin Cemal Abdül Nasır ve Tito’ya geçmesiyle bir anlamda ideolojik yönelimin komünist blok lehine evrilmesi oldu.49 Bu yönelim çerçevesinde, Bağlantısızlar kavramını öncelleyen ve “sömürgecilik karşıtlığında buluşan” Nehru ve U Nu ile buna destek veren Sukarno’nun aksine, Nasır ve Tito’nun rolü, Avrupa’da Soğuk Savaş sonrası gelişme gösteren ‘Berlin krizi’ üzerinden konferansı yürütmek oldu. Bu girişimin en önemli sonucu, kuşkusuz ki, iki kutuplu dünyaya alternatif olan üçüncü bir şık olasılığının ortadan kaldırılmasıdır.50
Aynı yıllarda, yani 1960’da Sukarno’nun Bağlantısızlar kavramı üzerinden bazı çabalar sergileme eğilimi gösterse de, özellikle iç politikada yaşadığı güç kaybı onun böylesi bir uluslararası inisiyatifi bir kez daha üstlenmesine olanak tanımadı. Bu süreçte, Sukarno, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Endonezya’da ‘Batı karşıtlığı’ ile ‘komünizme’ kayan bir siyasi duruş sergilemesi ve buna paralel olarak siyasi kontrolü kendi elinde toplama çabası, demokrasinin 30 Eylül 1965 tarihinde ordu darbesiyle iktidarını yitirmesine neden oldu.51 İç politikadaki siyasi bloklaşmalar bir yana, Sukarno’ya yönelik bu darbe girişiminin ardında ABD parmağı olduğuna dair atıflar,52 Bandung Konferansı sürecinde sergilediği liderlik rolüne bir cevap olup olmadığı da tartışmaya açıktır. Bir diğer önemli lider olarak öne çıkan Cemal Abdülnasır’ın ülkesi Mısır’ın, 1950’lı yılların ikinci yarısında İngiltere-Fransa-İsrail güçlerince işgale maruz kalması da dikkate alınması gereken bir gelişmedir.53
Türkiye Bandung’da
Bu noktada, Türkiye’nin bu oluşumdaki etkinliği üzerinde durmakta fayda var. NATO üyesi olmakla, söz konusu iki kutuplu dünyaya mensup olan Türkiye, Dış İşleri Bakanı düzeyinde Bandung Konferansı’nda temsil edildi.
Bu noktada, Konferans’a katılan Türk heyetine kısaca göz atalım. Dönemin Demokrat Parti Hükümetinde, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı unvanıyla Fatin Rüştü Zorlu Bandung Konferansı’na Türkiye’yi temsil eden heyetin başında bulunuyordu.
Heyet, aşağıda isimleri zikredilen eski büyükelçilerden teşekkül ediyordu:
1.Semih Günver (Büyükelçi)
2.Zeki Kuneralp (Büyükelçi)
3.Turgut Menemencioğlu (Büyükelçi; BM Daimi Temsilcisi, Washington ve Londra Büyükelçisi.
4.Orhan Eralp
5.Talat Benler
6.Hayrettin Ozansoy (Zorlu’nun özel kalem müdürü).54
Türk heyeti bu konferansa güçlü bir ekiple katıldığı, konferans sırasında önemli çıkışlar yaparak yönlendirici bir konum aldığı ve bu durumun sonuç bildirgesine de yansıdığı ifade edilir.55 Türkiye’nin bu toplantıya katılışı başlı başına önemlidir. Bu önem sadece Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi vermiş ülkelere ilham kaynağı olmasından ibaret değil. Aynı zamanda, dönemin şartları içerisinde ne Batı ne de Doğu bloku içerisinde yer alan, ayrıca kendi başlarına bir blok teşkil etme yolunda adımlar atmaya kararlı bir grup ülke arasında, bir anlamda NATO yani Batı blokunu temsilen katılıyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu noktada, Türk heyetine başkanlık eden Fatin Rüştü Zorlu’nun, Paris’teki NATO Daimi Delegesi olarak görev yaptığı da dile getirilir.56
Türkiye’nin genel itibarıyla diğer ülkelerden ayıran husus, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan toprak kayıplarına rağmen, Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilememiştir. Öte yandan, sömürgecilik ve emperyalizm olgusuna bir karşılık olmak üzere, son dönem yaşanan tüm siyasi ve ekonomik çalkantılara rağmen, Pan-İslamcı bir politika gibi evrensel bir açılımı hayata geçirme inisiyatifine öncülük etmesi de dikkate alınması gereken bir özelliktir.57 Osmanlı Devleti’nin devamı mahiyetindeki modern Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kadim topraklar’ ve ‘din kardeşliği’ üzerinden yeni ulus-devletlerle etkileşiminin ne yönde geliştiği de dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede, Türkiye’de yaşayan ideolojik tartışmalar bir yana, Mustafa Kemal’in gerek Kurtuluş Savaşı’ndaki, gerekse yeni devletin kuruluşu serüvenindeki rolü nedeniyle aralarında halklarının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu toplumlar da olmak üzere, adına 3. Dünya denilen toplumların bağımsızlık mücadelelerine olumlu bir tesiri olduğuna kuşku yok. Örneğin, bu noktada, o dönem, İngiliz sömürgeciliğine konu olan Malaya’da ve Hollanda sömürgeciliğine konu olan Sumatra Adası’nda 1920’li, 1930’lu yıllarda evlerde Atatürk posterlerinin asılı olduğuna dair görüşler ile Malaya Yarımadası’nda Atatürk ve Türkler hakkında kaleme alınan eserleri hatırlatmakta fayda var. Bunlar arasında 1920’li yıllarda Malay Yarımadası’ndaki Kelantan’da yayınlanan meşhur Al-Kitap adlı dergide Atatürkle ilgili metinler58 dönemin önde gelen süreli yayınlarından “Saruan Azhar”ın 1925, 1926 ve 1927 yıllarına ait sayılarında Osmanlı ve Atatürk konulu yazılar59; 1930’lu yıllarda Türk bağımsızlık mücadelesi Güneydoğu Asya’da Açe’de halkın Atatürk’ün posterlerini evlerine asmaları hatırlanabilir.60 Benzer şekilde, Açeli mimar ve akademisyen Kemal Arif’in dile getirdiği üzere gene benzer dönemde ailelerin erkek çocuklarına Kemal, İsmet ve Efendi isimleri veriyorlardı.61
Türk heyetine başkanlık eden Fatin Rüştü Zorlu, Demokrat Parti hükümetinde Başbakan Yardımcısı olduğu gibi, yukarıda ifade edildiği üzere, Türkiye’nin NATO’daki daimi delegesi statüsüne de sahipti. İşte bu statü Türk heyetinin ve dolayısıyla da Türkiye’nin konferansın bir nevi manevi lideri konumundaki Nehru ile çekişmesini kaçınılmaz kılıyordu. Çünkü Nehru, dünyada askeri temellere dayalı ittifakların varlığına son verilmesini savunuyordu.62 Bu bağlamda Nehru ve Zorlu arasında bir takım sert çekişmeler husule geldi. Bu çekişmeler Sovyet tehdidi karşısında ABD ve NATO varlığını savunmak ile her iki blok karşısında tarafsızlık ilkesi takip etmek arasındaki karşıtlık olarak yansıyordu. Zorlu, argümanını desteklemek için Çekoslavakya Cumhurbaşkanının, Nehru’nunkine benzer tarafsızlık politikası izlemek suretiyle nasıl Sovyetlerin elinde yem olduğunu ileri sürüyordu. Günver’e göre, konferansa bu çekişme damgasını vurmuştur.63 Burada Zorlu’nun NATO yanlısı bir görüş ortaya koyarak bu konuda ısrarcı olmasını, kendi şahsi yaklaşımından öte, Türkiye’nin dış politikasının bir gereği olduğu görülür. Öyle ki, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya ve Yunanistan ile Balkanlarda Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (Bled Anlaşması) imzalarken, Tito’nun gayesi mevcut siyasal blokların dışında kalarak tarafsızlık politikası uygulamak iken, dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Menderes “tarafsızlığın hayalcilik” olduğunu ileri sürerek bloklaşmayı savunmasında da görülür.64
Türkiye’nin Batı blokuyla ilintisi kadar, Endonezya Cumhuriteyi’yle ilişkilerinin de konferansa davet edilmesinde bir rolü olduğu düşünülebilir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti ile genç Endonezya Cumhuriyeti arasındaki resmi ilişkiler dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın, ülkenin kurucu babası ve ilk devlet başkanı Sukarno’yu Türkiye’ye davet etmesiyle başladı. Sukarno’nun, milliyetçilik hareketi içerisinde yer aldığı dönemde, Türkiye bağımsızlık hareketinden esinlendiği biliniyor. Bu anlamda, gerek milliyetçi gerekse ‘seküler’ bir devlet yapısını öngören düşünceye ulaşmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumuna katkıları olan Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar, Kemal Atatürk’ün tesirleri görülür. Öyle ki, Sukarno bu görüşlerini İngilizce olarak da yayınlanan bir makalesinde zikreder.65
Türk heyetinin Bandung Konferansı’na katılmasına bir başka sebep ise, daha 1954 yılı içerisinde BM’nin New York’taki merkezinde, bazı Afrika ve Asya ülkelerinin bir araya gelerek bağlantısızlar hareketini oluşturmaları konusunda çalışmalar yapmalarıdır. Ankara’nın da dikkatini çeken bu küresel oluşum, yetkililerin bu gelişme içerisinde olması yönünde aldığı olumlu kararla gerçekleşmiştir. Bunun üzerine Ankara yönetimi, BM Daimi Delegesi başkanı Selim Sarper’e bu oluşum içerisinde yer alınması talimatını verdi. Zorlu başkanlığındaki Türk heyeti NATO’nun varlığını bir takım haklı gerekçelere dayandırırken, Sovyet Bloğunun yeni bir tür sömürgecilik unsuru olarak dünya sahnesinde yer işgal ettiğini değinerek küresel çapta bir politik çatışmaya yol açmıştır. Bu çıkış sonuç bildirgesinde “Her türlü sömürgeciliğin kınanması yönündeki” madde ile somutlaşmış oldu.66
Yukarıda da değindiğimiz üzere, Türkiye, bu konferansta bir anlamda Batılı ülkelerin temsilcisi konumunda olduğu yolunda güçlü bir izlenim bıraktı. Türkiye’nin toplantıya daveti Sukarno’dan gelse de, Batılı ülkeler de Türkiye’nin toplantıda yer ve rol almasından yanaydılar.67 NATO üyesi olan Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı açmaz, konferansta yer alan ülkelerin büyük bir kısmını sömüren ülkelerin önemli bir bölümünün de, NATO üyesi olmasıyla ortaya çıkıyordu. Buna rağmen, toplantıda Türkiye’nin Batı’yla olan ilişkileri ve gündeme Batı bloğunun temsilcisi gibi çıkmasından ziyade, bir yandan Müslüman dünyanın, öte yandan da bağımsızlık mücadelesinin öncü ülkesi sıfatıyla yer aldığını, en azından diğer katılımcılar tarafından bu şekilde değerlendirildiğini söylemek mümkün. Bu sonucu, aşağıda değinileceği üzere, Türk delegesinin konferansa yaptığı katkılardan çıkarmak mümkündür.
Kuruluş sürecinde uluslararası ilişkilerde, bir siyasi yaklaşım olarak ‘bağlantısızlık’ eğiliminin öne çıkmakta olduğu, ancak ardından Batı yönelimli bir eko-siyasi açılıma maruz kaldığı dikkate alındığında, Türkiye Devleti’nin siyasi eliti arasında bir Nehru, U Nu veya Sukarno benzeri bir açılımı gerçekleştiren bir siyasetçiye rastlandığını söylemek güç. Bunun sağlamasını Türkiye’nin Konferans’a gönderdiği katılımcıların, Konferans süresince hangi siyasi eğilimin temsilcisi görüntüsü verdikleriyle ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin adı İran, Irak, Pakistan ve Filipinlerle birlikte adı Batı yanlısı olarak geçiyordu.68 Bu noktada en açık kanıt, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu hakkında oluşan kanaatin, “Batı yanlısı en etkin isimlerden biri” olarak bahsedilmesidir.69
Türk heyetinin konferansa yapmış olduğu dikkat çekici katkıları şu maddeler halinde sıralamak mümkün:
a)Nehru’nun ileri sürdüğü ‘Tarafsızlık’ (neutralism) maddesinin sonuç bildirgesine konması engellenerek, katılımcı ülkelerin büyük bir çoğunluğunun desteğiyle teşkilâtlanma konusu üzerinde ittifak sağlandı.
İlk bakışta, Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısı içerisinde, kendilerini büyük bir tehdit altında hisseden devletlerin kendi bağımsızlıklarını korumak ve sürdürmek amacıyla bir blok içerisinde yer almasına olanak tanıyan ve bu konuya dikkat çeken Türkiye olduğu için de ağırlıklı olarak NATO örgütünün varlığını benimseme düşüncesi ortaya çıkar. Ancak böylesi bir kararın alınmasında temel neden, yukarıda da izah edildiği üzere, zayıf milletlerin bağımsızlıklarının korunabilmesi yönündedir.
b)Atom bombası vb. silah türlerinin yasaklanması düşüncesine karşı çıkılmış. Bu nedenle argüman olarak şayet silahsızlanma söz konusu olacaksa bunun her türden silahları kapsaması ile kabul edilebileceği ileri sürülmüştür.70
Bu iki temel hususta Türkiye’nin düşünceleri etrafında birleşilmesi, Türkiye’nin de karşılığında bir takım tavizlerde bulunmasını gerektirmiştir. Öyle ki, bu hususlar arasında Kuzey Afrika’da Fransa’nın varlığı, Batı İrian ve Aden meselelerinde bu konuları savunan ülkelere Türkiye’nin desteği söz konusu olmuştur.71
Konferansın çıkış noktasını, sömürgeciliğe maruz kalmışlık ortak paydası oluşturduğundan, katılımcı ülkeler arasında sömürgeciliğin lanetlenmesi konusunda görüş birliği bekleniyordu. Ancak Batı, yani ABD yanlısı bir çizgi izlemeleriyle dikkat çeken Türkiye-Irak-İran-Lübnan, Pakistan, Filipinler ve Tayland’ın sömürgeciliğin yanı sıra, komünizmin de eklenmesi konusunda görüş bildirleri bir kriz olarak telâkki ediliyordu.72 Manifestoda yer alacak kavramlardan biri, o dönem Sovyetler Birliği’nce kabul edilen ‘barış içinde birliktelik’ (peaceful coexistence) kavramı çerçevesinde, ABD’nin kuruluşuna öncülük yaptığı SEATO benzeri kolektif savunma paktların da eklenmesi taraftarıydılar.73
Bandung Ruhu ve Gerçeklik
Bandung Konferansı, Savaş sonrası dönemde yeniden yapılanma sürecine giren küresel siyasal sistemde belirleyici olma hedefiyle ortaya çıkan, ancak devamı getirilemeyen bir proje olarak tarihe geçti. Bu siyasi hedef gerçekleştirilemese de, Birleşmiş Milletler içinde ortak hareket etme çabasındaki Bağlantısızlar ve G77 oluşumlarında görüldüğü üzere, etkisi şu veya bu şekilde bugüne kadar devam eden ‘Bandung Ruhu’ olarak adlandırılabilecek bir olgudan bahsetmek mümkün. Konferan’ın ellinci yıl dönümünde (2005) dolayısıyla Bandung’da biraraya gelen ülkeler bu ruhu devam ettirme adına ‘Yeni Asya-Afrika Stratejik Ortaklık’ (NAASP) oluşturma konusundaki girişimleriyle dikkat çekiyorlardı.74
Bandung Konferansı’nın ortaya koyduğu en somut gelişme, sömürge sonrası ve bağımsızlık süreçlerinde, adına 3. Dünya denilen ülkelerin dönemin iki kutuplu dünyası karşısında kendi tarihi birikimleri ve değerleriyle ortaya çıkma cesareti gösterebilmeleridir. Bununla birlikte, sömürgecilik döneminin mağduru halkların, o dönem henüz ulus-devletleşme sürecine yeni adım atmalarına, bir bölümünün ise hâlâ bağımsızlık mücadelesi veriyor olmasına rağmen, dünyanın iki güç etrafında ideolojik kamplaşmasının neden olduğu istikrarsızlık nedeniyle, Bandung Konferansı’nda uluslararası ilişkilerde ‘güç’ mekanizması yerine, adalet ve eşit sorumluluk olgularını gündeme taşımalarının, 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan küresel sorunlara ve çelişkilere tümüyle karşılık verebildiğini söylemek de bir yanılgıdır.
Her ne kadar katılımcı ülkeler, Afrika ve Asya gibi yüzyıllar boyunca Batılı güçler tarafından sömürülmüş ve sonunda çoğu bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da, bir tezat içerecek şekilde bu uzun sömürge dönemlerinin kaçınılmaz bir yansıması olarak, Bandung Konferansı’ndaki tartışmalarda siyasi ve ekonomik bağımlılıklarının devam ettiğini gösterir bir yaklaşım sergilemişlerdir. Bu husus, bir başka yazının konusu olmakla birlikte, en azından şunları söylemekte fayda var. Bu süreçte, söz konusu ülke yönetimlerinin kendi temel kültürel kodlarından uzaklaştıkları veya bu kodları bilinçli olarak yeniden güçlü bir şekilde gündeme taşımakta tereddüt ettiklerini ileri sürülebilir. Bu nedenledir ki, toplantıların temel ekseni, Sovyet ve NATO yanlısı görünüm arz eden ülke temsilcilerinin argümanlarına kilitlenmesi oldu. Bu noktada, Türk heyetinin NATO’yu öncelleyen ve bağlantısızlar hareketinin Sovyet tehdidi karşısında yeterli olmayacağı yönündeki yaklaşımı dikkat çekicidir.75
Bu çerçevede Konferans’ta başat rol oynayan ülkelerin ne tür bir siyaset ve uluslararası ilişkiler felsefesini ideolojik bir çerçeveye oturtabildiği de bir sorunsal olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü bu noktada, katılımcı ülkelerin ortak tarih, kültür ve siyaset birlikteliğine dayalı bir geçmişden ziyade, salt sömürgeciliğe maruz kalmalarından mütevellit ve de 2. Dünya Savaşı sonunda doğan ulus devletler açısından da ekonomik geri kalmışlık ve buna paralel olarak modernleşme süreçlerine muhtaçlıklarından neşet eden bir ‘yakınlaşma’ söz konusudur. Katılımcı ülkelerin kendi aralarında ve dönemin süper güçleri ile “tarafsızlık” (neutralism) “barış içinde birarada yaşama” (peaceful coexistence) ve “müdahale etmeme” (non-interference) gibi son derece genelleştirilmiş ve bu sınırlılığı içerisinde muğlak kavramlar olarak addedilebilecek bir açılımın derinlikli olmadığı ve üzerinde daha çok çalışılması gerektiği de kabul edilmelidir. 1950’li yıllardaki bu düşüncelerden hareketle, 8 Ağustos 1967’de kurulan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) içerisinde neşet eden sorunların temelinde ASEAN Sözleşmesi’nin 2. Maddesi e-bendinde yer alan ‘iç işlere müdahale etmeme’76 şartının yer aldığı hatırlandığında, Bandung’da ‘adalet’ kavramı üzerinde oluşturulmak istenen algının da ne denli sınırlı olduğu anlaşılabilir. ASEAN’ı özgürlükler, insan hakları, vb. konularda sorunlu kılan husus, Birlik Sözleşmesi’nde üye ülkelerin ‘birbirlerinin iç işlerine karışmama’ şeklinde açıklanan maddenin varlığıdır. Temelde bu ‘ilkenin’ arka plânında, neredeyse her üye ülkenin kendi ulus-devlet sınırları içerisinde benzer sorunlara maruz kalmaları bulunuyordu. Bir başka ifadeyle, bu ulus-devletleri yöneten siyasal elitler ve de kurumlar bu sorunları tekil veya kolektif olarak çözüme kavuşturmak yerine, ‘haklar’ konusunun kaygı verici bir şekilde gündemi işgal etmesinden yanaydı.
Yukarıda dile getirilen felsefi temellerinden yoksunluğun bir diğer göstergesiyse, konferans öncesinde içerik/gündem/kararlar konusunda kapsamlı bir hazırlığın olmamasıdır. Aksine, konferans sürecinde görüşmelerdeki tartışmaların seyrine göre belirlenmeye terk edildi. Bu husus, her ne kadar katılımcı ülkelere ‘eşit söz hakkı’ vb. verildiği gibi bir algı doğursa da, siyasi temelleri noktasında konferansın zayıflığı gizlenememektedir. Belki de, bu oluşuma katkıda bulunan ülkelerin sömürgecilikten kalma bir tür ‘korku psikolojisinden’ hareket ettikleri söylenebilir.77 Kaldı ki, yukarıda zikredilen ikinci kavramın konferans öncesinde Sovyet Rusya tarafından gündeme getirildiği hatırlandığında, ne Batı ülkelerinin ne de konferansa iştirak eden Batı yanlısı ülkelerin bu hedefleri kabul etmeleri söz konusuydu. Bununla birlikte, konferans hazırlık komitesinde yer alan ülkeler başta olmak üzere, sömürgecilik sonrasında siyasi bağımsızlıklarını kazanma sürecine girmiş ülkeler için bu oluşumun, bir ‘siyasi aidiyet’ kazanımı vasıtası kılındığına şüphe yok. Bu, bir tür uluslararası ilişkiler egzersizi olarak hem katılımcı ülkelerin birbirlerini anlama, hem de dönemin güç odakları karşısında ne tür yapılaşmalara kapı aralayabilecekleri konusundaki bir girişim olmasıyla dikkat çekicidir.
Bu noktada gündeme getirilmesi gereken bir diğer husus Konferans’ta öncü rol oynayan liderlerin, içinden çıktıkları ülkelerin milliyetçi eğilimlerinin temsilcileri olduklarıdır. Söz konusu liderler, sömürge döneminin Batılı eğitim süreçlerine tabi olmaları dikkate alındığında, sömürgeci ülkelerin siyaset ve etik değerleriyle yetiştirildikleri de bir gerçektir.
Bu Konferans, genel itibarıyla söylemek gerekirse, Batı, yani sömürgeci güçlerle Doğu, yani sömürgeleştirilen topraklarda yaşayan halkların, 2. Dünya Savaşı’nda bölgeyi yeniden ‘Asyalılaştırma’ iddiasındaki Japon askeri varlığının araya girmesiyle yaşanan kopuş sürecinde gündeme geldi. Bu noktada, Batılı ‘efendiler’den maddi anlamda yaşanan bu kopuşun, yerli halkların asli değerleriyle doğrudan buluşmalarını sağladığını düşünmek ise yanıltıcıdır. Yüzyıllar boyu sömürgecilik ve emperyalizm süreçlerine maruz kalan halkların, kendi asli değerlerinden ne tevarüs edebildikleri, bu değerlerin temelleri ve süreçlerinin ne denli sağlıklı bir şekilde nesiller boyu aktarıldığı ya da sömürgecilik sonrasında kadim köklerle bağı kuracak kurumsallaşmanın, düşünce ve pratik olarak, hangi boyutlarda gündeme getirildiği vb. sorular cevaplandırılmayı beklemektedir. Endonezya Başbakanı Ali Sastroamidjojo’nun açış konuşmasında konferansın hedefleri mahiyetinde dile getirdiği ve oldukça ‘genelleştirilmiş ifadeler’ dikkate alındığında, henüz bu toplumların ve de siyasal elitin sömürgecilikle yüzleşmekte olduğu anlaşılmaktadır.78
Söz konusu bu olgu, bugünün küresel ilişkileri bağlamında değerlendirildiğinde kendini çok daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Batı medeniyetinin ürünü ideolojilerin çatışmasının sonucu ortaya çıkan iki dünya savaşı, sadece bu ülkeleri değil, şu veya bu şekilde sömürgeleştirdikleri halkların kaderini de etkiledi. Bu süreçte, Batılı güçlerce savaş sonrasında yeniden yapılanmaya tabi tutulan dünya yönetimi Birleşmiş Milletler’e havale edildi. Eski sömürge topraklarında neşet eden milliyetçi hareketler liderlerinin inisiyatifleri doğrultusunda alternatif bir yapılanma içine girerken, aynı zamanda Bandung Konferans’ı sonuç bildirgesine de yandığı şekliyde, Birleşmiş Milletleri de ‘tarafsız’ bir organ olarak görme eğilimi sergiliyorlardı.79
Dostları ilə paylaş: |