Dr nazim beratli



Yüklə 0,68 Mb.
səhifə4/11
tarix30.10.2017
ölçüsü0,68 Mb.
#22795
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

MANİHEİZM

M.S III.yy'da Babil’li Mani, , Babil’de gelişmiş olan mezheplerin akideleri ile Zerdüşt felsefe­sinin bazı özellikleri ve Hıristiyanlığın kimi ilkelerini harman ederek, yeni bir din kurar. Bu dinin temeli, düalizmdir. Yani, dünya ve evren ona göre ikili bir yapı göstermektedir: İyilik ve kötülük...



İyiliğin sembolü ışık, kötülüğünki ise loşluktur. Bunlar, son­suz bir savaşım içerisindedirler. Kâinatın ortaya çıkışı, ileride ortadan kalkacak olması bu süreçteki herşey, hep bu iki kavramın çatışması­nın sonuçlarıdır. Bu iki öğenin, kendi mahlûkları, ayrı ülkeleri vardır ve elbette ki son tahlilde, galip gelen, iyilik olacaktır.

Mani daha sağlığında, kendi kilisesi, ruhban sınıfı ve dinsel hiyerarşisini oluşturmuş ve dinini yaymaya girişmiştir, Maniheizm, IV.yy’da Anadolu'da Hıristiyanlığı tehlikeye düşürecek bir biçimde yayılmış, ünlü Hıristiyan azizi St. Augustine bile, dokuz yıl süre ile bu dini savunmuştur. İran'da bir süre bu dini başarı ile yaymış olan Ma­ni, sonunda takibata uğramakla kalmamış, işkencelerle öldürülmüş, tapınakları basılıp dağıtılmış, bütün yazılı eserleri, yakılmıştır. Bu olaydan sonra, artık Maniheizm ile ilgili bilgiler, ancak Müslüman ve Hıristiyan din adamları arasındaki, konu ile ilgili tartışmaların yer al­dığı, metinlerden öğrenilebilinir olmuştur.

Mani'nin katlinin ertesinde, hayatta kalan çömezleri, canla­rını kurtarabilmek için, İç-Asya'ya kaçmak zorunda kalmışlar, orada da Mani öğretisine bir kısım Budist öğeler katarak, bu yeni dinin pro­pagandasına girişmişlerdir. 732 yılında, Çin İmparatoru bir emirna­me yayınlayarak, tebaalarının, bu "murtadlar dini"ne girmelerini ya­saklamıştır. Fakat bu arada hangi önemli gelişmenin sonucudur bilin­mez, Çin başkentini işgal etmiş bulunan Uygur Kağanı orada öğrendi­ği bu dine, katılmaya karar verir. Uygur Hakanı Böğü Kağan, kendi başkentine dönerken, yanında dört maniheist papazı götürerek, halkı­nın da bu dini kabullenmesini sağlar. Bu olaydan sonra, Uygurlar yal­nız Orhun'da değil, bütün Asya'da, maniheizm'in koruyucuları haline gelirler. Ayni dönemlerde, Batı Göktürk'lerin torunları olan, Mavera-ünnehir'deki oymaklar arasında da Müslümanlaşmakta olanların bu­lunduğunu, ek bir bilgi olarak verelim.

Orhun Uygur Devleti, 840 yılında, Kırgızlar tarafından yıkı­lınca, maniheizm bir daha mahkûm edilir, direnen maniheistler kılıç­tan geçirilirler. Sadece Karabalgasun'da bir defada yetmiş maniheist rahibesinin, Çin'de ise maniheist nüfusun yarısının katledildiği bilin­mektedir.

Orhun Anıtlarından biri de Böğü Kağan'ın, mani dinini öv­mek üzere üç ayrı kaya üzerine kazıttığı bir yazıttır. Yazıtın üç ayrı kayaya kazınmasının nedeni, üç ayrı dilde; Türkçe, Uygarca ve Ma­ni'nin kendi dili olan Soğdca (eski bir İran dili) yazılmış olmasıdır. Bu anıtlar, günümüzde bu eski ve unutulmuş dinin akidelerinin neler olduğunun araştırılması çalışmalarında, çok önemli yer tutmaktadır­lar.

İranlı tarihçi Cuveyni'nin, XIII.yy'da yazdıklarından anlaşı­lacağı üzere, Böğü Kağan, iktidarı döneminde, batıya, Türkmenis­tan'a da seferler düzenleyerek, bu dini yaymaya çalışmış ve Balasagun kenti, bu seferlerden biri esnasında kurulmuştur. Bu saptama­dan, maniheizm'in, batı Türkleri'ni de etkilediği ortaya çıkmaktadır. Burada önemli bir ayrıntı, Uygurlar'ın Mani rahiplerini "Kam" diye­rek anmalarıdır. Bilindiği gibi bu tanımlama, Oğuzlar'ın şamana ver­dikleri isimdir. Demek ki Orta Asya toplulukları, Mani dinini de ken­dilerine uyarlamakta, zorlanmamışlar!

Görüldüğü üzere, maniheizm'in Türk Kültür geçmişine et­kisi hem bir yüzyıl gibi, tarih açısından oldukça sınırlı bir süre devam etmiş; hem sınırlı bir alanı ilgilendirmiş ve hem de ayni dönemde, Nasturilik, Yahudilik gibi endemik etkilerle birlikte, Orta Asya'ya ya­yılmıştır. Sonunda, İslam'ın galebe çaldığına bakılırsa, Türk Kültürü­ne etkisi, Şamanizm yanında önemsenemeyecek orandadır.58 Ne var ki bir Yörüğün şu söyledikleri de dikkate değer: "Biz evvelce, dedem­den duyduğuma göre, Horasan elinde güneşe daparmışız… Şaban Ba­ba adında bir abdal davulla halay çektirir, 'Tanrımız doğuyor' diye gü­neşe daptırırmış. Nameyle (emirle N.B) Müslüman olmuşuz... Şaban Baba da aşiretten faydalandığından, oğlu evlenenin düğünü, sünnet olanın sünnet düğününü yaparak, içimizden ayrılmamış."59

Anımsanabilir bir geçmişte, Horasan'da ışığa taparken, emirle Müslüman olup, ayni din adamı ile ibadete devam etmek, size de ilginç gelmiyor mu?



D-DİNLER VE ETİK
KİTAPLI DİNLER VE AHLÂK

Felsefeden çok örnek verdik ama din’lerin bu meseleye bakışına, hiç değinmedik!



Musevilik

Bu konudaki ana kaynak, Hz. Musa’ya gönderildiğine inanılan On Emir’dir. Orada denir ki:



1. Allah'tan başka ilâhların olmayacak.

2. Kendin için oyma put yapmayacaksın.

3. Allah'ın ismini boş yere anmayacaksın.

4. Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın.

5. Babana ve anana hürmet edeceksin.

6. Adam öldürmeyeceksin.

7. Zina etmeyeceksin.

8. Çalmayacaksın.

9. Yalan şahitliği yapmayacaksın.

10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Hristiyanlıkta, Tevrat Eski Ahid adıyla yürürlüktedir. İslâmiyet’te ise Bakara Suresi’nin 83 ve 84. Ayetlerinde, bu on emre gönderme yapılır. Musevilik’ten sonra gelen iki büyük dinde de Cumartesi tatili dışındaki dokuz hüküm, geçerlidir.

Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ sûresinin 101. âyetinde, "Andolsun biz Musa'ya açık seçik dokuz âyet verdik. Haydi İsrâiloğulları'na sor" şeklinde işaret ettiği dokuz âyetin, Tevrat'taki on emrin cumartesi yasağı dışında kalanlarını kapsadığı anlaşılmaktadır. Cumartesi gününe saygı ise sadece Yuhudileri bağlayan bir hüküm idi.

Ne var ki asıl güzel ahlâkın önemi ile ilgili derin düşünce, bütün dinlerin tefekküründe, felsefesinde yer alır!



İslam'da AHLÂK

Ahlâk "insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır" şeklinde tanımlanabilir.


İslâm ahlâkı Kur'an-ı Kerîm'e dayanır. Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş bir davranışlar manzumesidir. Her şeyden önce İslâm ahlâkı bir vazife ahlâkı şeklinde ortaya çıkmıştır.

Kur'an-ı Kerîm'de Resulullah (s.a.s.)'a hitaben: "Sen en yüce bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4) buyurulmuş ve Hz. Peygamber'in kendisi de: "Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim." buyurmuştur. (İbn Hanbel, Müsned, II, 381) Aynı şeklide Resulullah'ın bütün hadisleri insanların birbirlerine karşı daha iyi davranmaları konusunda birer emir mahiyetinde olup, Müslümanlara görev yüklemektedir. Dolayısıyla İslâm'ın getirdiği ahlâk anlayışı her şeyden önce bir görev ahlâkıdır.


İslâm ahlâkının diğer bir yönü de davranışlardaki niyet duygusudur. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), "Ameller niyetlere göredir" buyururken, İslâm'ın önemli bir prensibini belirlemiştir. (Buhârî, İmân, 41) Müslüman için bu niyetin arkasındaki en büyük yönlendirici duygu, müminin her davranışında "Allah rızasını" gözetme duygusudur. Zira mümin herhangi bir davranışta bulunurken, asla bir dünyevî çıkar yahut bir uhrevî sevap beklemeyip gönlünde sadece Allah rızasını ve onun sevgisini kazanma arzusunu taşımaktadır.
"Yoksula, yetime ve esire onun rızası için yemek yedirirler ve "biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" (derler)" (el-İnsan, 76/8-9).
Niyet ve Allah rızası duygularının yanı sıra, Allah'u Teâlâ'ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak Müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir. İslâm'a göre Müslümanın bu sorumluluk duygusu Allah'u Teâlâ'dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek yasakladığı her şeyden kaçınmak İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir.

Diğer bir temel prensip de müslümanın diğer mahlûkâta karşı son derece merhamet, adalet ve şefkâtle davranması, zayıf ve muhtaç olanlarına yardım etmesi, ana ve babaya saygılı olması ve onların gönüllerini kazanmaya çalışması v.s. hususlarıdır.


Bütün bunların yanı sıra insanın kendi duygularına hakim olması, mütevazî, sabırlı, edepli, hayâlı ve insaflı olması gibi prensipler de Müslümanın başkasına karşı sorumlu olduğu hususlardır.

Bu kötü huy ve davranışlardan kurtulmanın tek yolu, iradesini kontrol altında tutup ona tam olarak sahip olmasıdır. Bu kötü davranış biçimlerinden de ancak Allah'ın bize emrettiği ibadetlere* sımsıkı sarılmak suretiyle kurtulmak mümkündür.

Bütün bu çizilen prensiplere göz attığımızda İslâm ahlâkının saf ve sağlam bir iyi niyete dayandığı; Allah'ın rızasına önem vermesi müntesibinden dünyevî hiçbir çıkar beklemeyip uhrevî bir fayda peşinde de olmaksızın sırf Allah rızası ve sevgisini göz önünde bulundurmasını talep etmesi gibi özellikleri ile her türlü şekilci ve pragmatist ahlâk anlayışından uzak olduğu görülmektedir. 60

Protestan ahlâk

Luther' e göre; "parayı faize vermek doğru olmadığı gibi fertlerin servet peşinde koşması da doğru değildi". Çünkü, herkes kendi işiyle meşgul olmalı ve asgari bir hayat seviyesine rıza göstererek refah hırsına kapılmamalıydı.

Weber, incelediği bir çok uygarlıkta kapitalizmin başlangıç özelliklerinin görülmesine karşılık, kapitalizmin yalnızca Batı' da ortaya çıkmasını şöyle açıklamıştır: Kapitalizmin tamamlayıcı (gerekli) ve zorunlu (yeterli) şartları vardır. Tamamlayıcı şartları diğer yer ve zamanlarda görülmüştür, ancak; zorunlu şart, dünya içi (dünyaya dönük) asketizmin belli bir kişilik tipi yarattığı yalnızca Batı' da ortaya çıkmıştır. (Weber, 1993: 62) Kapitalizmin sosyo-ekonomik düzen olarak vücuda gelmesi, her şeyden önce; ideolojik bir etmenin varlığını gerektirir. Weber' e göre modern kapitalizmin ideolojik etmeni Protestan Ahlâktır

Weber' in 1895' de bir öğrencisine yaptırdığı istatistiğe göre; Protestanlar, Katoliklere nispeten daha zengin ve iktisadi faaliyetlere katılmaya daha isteklidir. Katolikler, daha az kâr açlığı duyan, sâkin bir mizaca sahiptir. Reformasyondan beri ekonomik bakımdan gelişmiş Batılı

ülkelerin hepsi Protestan’ dır. Buna karşın, kalkınamamış ülkelerde Katolik nüfus yoğunluktadır.

ABD' in iktisadi gelişmesinde de gerekli iktisadi zihniyeti temin etmesi açısından Prüten Ahlâk etkili olmuştur. ABD ' nde bir kiliseye üye olmayanın ekonomik hayattapek şansı yoktur, çünkü; inançlı olmayana kimse güvenmez.


İslâm dini de başlangıçta aktif riyazet kârakterli iken, sonradan bazı toplumsal tabakaların etkisi (tasavvufun) ile mistik karaktere bürünmüştür. (Weber, 1993: 241-244) Zaten, din dogmalarının yalnızca aktif riyazeti taşıması yetmez. Aynı zamanda, geniş kitlenin değerlerini

belirleyebilecek düzeyde yaygınlaşıp benimsenmiş olmalıdır.

Protestanlık anlayışı ile kapitalizmin rasyonel ahlâkı arasında örtüşme vardır.

Max Weber' in kullandığı Protestan ahlâk öğretisi, temelde Protestanlığın önde gelen Calvin' ci ilahi takdir öğretisine dayanır.



1647 Westminster Bildirisi metninden oluşan bu öğreti, beş noktada özetlenebilir:

- Dünyayı yaratan ve yöneten, ama insanların sınırlı akıllarının kavrayamayacağı mutlak, yüce bir Tanrı vardır.



- Her birimizin kurtuluşu (seçilmesi) ya da helâkı (lanetlenmesi) Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olup kişinin, kendi çabasıyla önceden belirlenenbu akıbeti değiştirmesi mümkün değildir.

- Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.

- İster seçilmiş ister lanetlenmiş olsun bireyin dünyadaki ödevi, Tanrı' nın şanı için çalışmak ve yer yüzünde Tanrı' nın hâkimiyetini kurmaktır.

- İnsan için kurtuluş ancak tanrısal merhametle mümkündür.

Bu tür bir dinsel görüş her türlü mistizmi dışlar.

Bu anlayışta, Kilise ve ayinlerin yardımıyla kurtuluşa ermek mümkün değildir; kurtuluşu bahşetmek Tanrının elindedir. Bu yetki Kilise ve Papazlar tarafından tasarruf edilemez.
İlahi takdir öğretisine göre; dünyada günaha batmış mü’min, Tanrı için çalışmalıdır. Her şey Tanrı' nın takdirine bağlı olduğundan, fert, kurtuluşa mı ereceğini, yoksa lanetleneceğini mi bilemez. Bu durumda bireyler "seçilmesinin" işaretlerini arayacaktır.

Seçilmişliğinden emin olmak için bir meslekte aralıksız çalışmanın en iyi yol olduğu özellikle salık verilir. Dinsel kuşkuyu sadece bu yatıştırır ve bağışlanma kesinliğini verir. Bu psikolojik süreç neticede ferdiyetçiliği güçlendirmiştir. Herkes Tanrı karşısında yalnızdır. Akılcı, düzenli, sürekli çalışma, Tanrı 'nın emrine boyun eğme olarak yorumlanmağa başlanır.

Weber, en önde gelen prüten düşünür olarak kabul ettiği Benjamin Franklin’ den şunları aktadır: "Unutma ki vakit nakittir... kredi paradır... paranın doğurgan tabiatı vardır... iyi bir ödeyici, herkesin cüzdanının efendisidir." Franklin' in bütün ahlâki yaklaşımları, yararcılığa dönüktür: Şerefli olmak yararlıdır, çünkü kredi sağlar; dakiklik, çalışkanlık, ölçülülük de aynı;

bunlar bu yüzden erdemdir (Weber, 1961: 41-43).

Protestan ahlâk, başarılı iktisadi faaliyeti ve kazancı, arzu edilebilir dini faaliyet olarak tespit etmiştir 61

Karl Weber



E-MEDRESE:




İlber Ortaylı “üniversite önce teoloji, sonra tıp, sonra da hukuk’tur” der62… Haklıdır…

Üniversite, önce teolojidir. Ama:

Akademia, bilindiği gibi eski Yunan’da,  Platon’un malikanesinin bulunduğu, Atina’nın kuzey batısındaki Akademos ormanında öğrencileri ile yaptığı sohbetlerden türemiş bir isimdir.

İlk çağ aşılıp da Orta çağ’a girildiğinde, bilim ve düşüncenin merkezi, Orta Doğu dediğimiz topraklardaydı.  Hristiyanlık orta çağı, deyim yerinde ise bir tür “Cahiliye” dönemi olup, o dönemde bilimin de düşüncenin de merkezi, Medrese’dir.

Bağdat halife El -Mansur tarafından 762 yılında kurulunca ve İslam 8.yy başlarında çok geniş topraklara yayılınca İslam halifeleri çok çeşitli bir nüfusu, makul bir şekilde yönetmenin yöntemlerini araştırmaya başlarlar. 8.yy’da, Halife Abdül Melik imparatorluğu tek bir dil ile yönetmenin daha iyi olacağını düşünür ve der ki: Kuran Arapçadır; öyle ise Allahın dili de Arapçadır. İmparatorluğun dilini da Arapça yapar. Bu âlimlere bilimlerini ve buluşlarını tek bir lisan üstünden tartışma fırsatı yaratır.

Böylece, güç ve bilimsel bilginin birbiriyle bağlantılı olduğunu anlaşılır. Çünkü tıp hayat kurtarır, askeri teknoloji savaş kazandırır, matematik devletin mali işlerdeki problemleri çözer ilh. ... Bunun üzerine peygamberin kendisinin iman edenlere, bilgiyi bulabilecekleri her yerde aramayı söylediğini, Çin'e kadar gitmeleri gerekse de bilgiyi aramaları gerektiğini “hatırlanır”. Çok büyük bir proje gerçekleştirilir. "Tercüme Hareketi" dedikleri bir proje ile çeviri yapacakları kitapları getirenlere kitapların ağırlıkları kadar altın ödediler... Usta tercümanlara, ayda 500 altın dinara maaş veriyorlardı... Bugünkü parayla 24.000 dolara geliyor! Bu 200 yıl sürdü.

Medrese, Bağdat’ta Halife Ma’mun tarafından, 9 yy’da kurulmuş olan Beyt-ül Hikme’ye ( Bilgeliğin Evi) dayanır.  Torunu Harun ül Reşit döneminde düzenli bir akademiye dönüşür ve medresenin temelini oluşturur.

Daha Ma’mun döneminde, o tarihe kadar var olan bütün bilimsel ve felsefik eserler, Arapça’ya çevrilir. Düşüncenin boyutu hakkında bir fikir vermek üzere, bilinen en ünlü çevirmen, Humayn ibn-i İshak’ın hristiyan doğup, yaşamının sonuna kadar İslâmiyet’e dönmediğini de ekleyelim. Bundan sonra nerede ise 500 yıl, dünyada bilim ve felsefenin merkezi, medresedir.

Muhammet Ben-i Musa, astronomi ve modern fizik’in temellerini atar. Örneğin, flüt çalan bir robot yapar! Tarih, MS 850’dir… El Kindi, Aristo felsefesini İslâm’a uyarlar ve kabul ettirir. Harizmi, (780-850) ki Beyt-ül Hikme’de çalışan bir Özbek’tir, bugünkü ondalık sistemi, matematiğe kazandıran ve Cebir’i yazan adamdır. Daha 9.yy’da bu ekip, Bağdat Rasathanesi’ni kurarak, uzayı anlamaya çalışırlar. 10. Yy’da bir başka ünlü Türk bilim adamı Farabi, El Kindi’den adeta el alır ve Aristo konusundaki çalışmaları sürdürür.  Modern tıbbın öncülü de batıda Avicenna denilen İbn-i Sinâ’dır… Hastalıkları bazı küçük canlıların yarattığı fikri, (cünnülcuma) İbn-i Sina’ya aittir…

Küçük kan dolaşımını bulan da İbn-ül Nefis’dir. İbn-i Rüşt’ü saymazsak, tıp tarihi eksik kalır… Felsefe ve tarih yorumunda İbn-i Haldun, Marx’ın öncülü sayılır. Daha Halife Mansur döneminde ortaya çıkan Bayt-ül Hikme’nin, İslâm’daki hukuk tartışmalarının dört büyük imamı; İmam Hanife, İmam Malik, İmam Hambel ve İmam Şafii’yi doğurduğunu da ekleyelim… Harizm’i, Harzemli, İbn-i Haldun Fas’lı, İbn-i Sinâ ve Farabi Buharalı, İbn-ül Nefis ise Şamlı’dırlar… Bu, endemik bir parlama değildir. Birçok düşünür, Rönesans’ın bu düşünürlerin ardılı olduğunu ileri sürer…

Avrupalı bilginlerin kitaplarında yani 12.yy dan 17.yy kadar olan metinlerde, İslami metinlere atıflarda bulunduğuna sıkça rastlanır. Örneğin: Meşhur İtalyan matematikçi Leonardo Pisano, "modum algebre et al muchabale" isimli eski bir metinden sıkça bahseder. Atıfta bulunduğu kişi, El -Harezmi'dir. El –Harezmi (kitab al-Muntasar fil Hisab el - Hind) başlıklı kitabında, 6.yy Hintli matematikçilerin geliştirdiği 10'lu sayı sistemini tanımlar. Bir başka matematikçi olan Al-Uklidisi de ondalık noktayı yaratır. Yani Avrupalılar büsbütün kullanışsız Romen rakamlarıyla uğraşırlarken İslam âlimlerinden 10 'dalık sayı sistemini ve ondalık noktayı öğrenirler. Bu atıfları harita yapımında, optik ve tıpta birçok Avrupa metinlerinde görürüz.

Günümüzde, modern bilim dilinin, cebir, algoritma ve alkali gibi terimleri Arapçadır. Cebir olmadan modern matematik olmaz. Algoritma olmadan bilgisayar. Alkali olmadan ise kimya olamaz.

Bütün bunların doruğa çıktığı çağda Halife olan Ma’mun bir Müttezili idi… Akılcı bir mezhep olan Mu'tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Nitekim Mu'tezile mezhebi, gerek akla fazla değer vermesi ve felsefe ile girdiği yakın ilişkiler dolayısıyla barındırdığı felsefi metod ve görüşleri nedeniyle fazlasıyla eleştirilmiştir. Özellikle de nass (ayet veya hadis) ile akılın çeliştiği noktalarda sıklıkla nassı akla uygun gelecek şekilde yorumlamaları diğer mezheplerde büyük tepki uyandırmıştır.

Gazalî, (1058-1111) aklın ve felsefenin yararsız olduğunu, gerçeğin Kur’an-ı Kerim’de yazılı olduğunu, yorumunun da sünnet ehlince yapılmasının yeterli olduğunu ileri sürdü ve galip geldi… Bizim düşünmeye ve felsefeye ihtiyacımız yoktu ve zinhar günahtı… Özgür düşünce yasaklandı!

Bugünün Bağdat’ında Beytül Hikme’nin yerinin neresi olduğu bile, bulunamıyor.

İSLAM MEDENİYETİNDE TIP

M.S. 7. yy' dan 9. yy' a kadar "Tercüme Devri" olarak kabul edeceğimiz devrede; Eski Yunan ve Hint eserleri ayrıca Farsça ve Süryanice yazılmış tıp eserleri Arapçaya tercüme ediliyordu. Antik çağın bilim ve felsefesi yeniden keşfedilmişti. Bu devirde Hipokrat'ın , Galen'in , Dioskorides'in, Oribasius'un , Efesli Rufus, Soranus, Aydınlı İskender ve Folus'un eserleri Arapçaya çevrildi. Bu tercümeleri yapanlardan en önemlileri; Ebu Yusuf El Kindi(Al-Kindy), Huneyn bin İshak , Ciorcis ve Cibrail Bahtişu'lardır.

İslamiyet 9. yy'dan sonra "Telif" devrini yaşamıştır. Bu parlak devirde İslam hekimleri insanlığa mal olmuş daha önceki bilgileri okumuş öğrenmiş, bu bilgileri tartışarak kendi tecrübe ve bilgilerini de katarak çok önemli eserler meydana getirmişlerdi. Bu bilim adamları tıbba kendi tecrübe ve bilgilerini katmışlardı. Bugün "gelişim tarihi" ni inceleyen bilim adamlarının hemfikir oldukları sonuç şudur: Buluş tarihinin incelenmesinin bize öğrettiği ilke, hiçbir buluşun tek bir kişinin kafasından çıkmadığıdır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Çünkü insan zekası daha önce yapılmış buluşların çağrıştırdığı düşüncelerle zincirlere yeni bir halka eklemekten öteye bir varlık gösteremiyor, gösterememiştir. Ünlü İslam hekimleri de tıp bilimine ve özellikle, tedavi alanına çok önemli katkılar yapmışlardır.

Orta çağ tıbbını Doğuda ve Batıda etkileyen ünlü tıp bilginleri Ali bin Abbas, İbni Sina, Ebubekir Razi, Zahravi, Biruni idi. Bu âlimler yazdıkları tıp eserleri ile zamanlarında ve daha sonraki yüzlerce yıl tıp dünyasında aranmış, okunmuş ve uygulanmıştı. Biz bunlardan sadece İbni Sinayı ve tıbba katkısını göreceğiz.



Galenos, İbn-I Sina ve Hipokrat’I bir arada gösteren bir gravür

 

İBNİ SİNA (MS 980-1037) İbni Sina olarak tanıdığımız Ebu Ali Hüseyin , çağdaşları onu "Şeyh-el-Reis" öğrencileri "Reis", Batı dünyası da "Avicenna" olarak tanır.

İbni Sina pozitif ilimlerde ve felsefede çok eser yazmış olmakla beraber asıl tıp alanında rakipsiz bir otorite olarak kabul edilir. Beş yaşında eğitime başlamış, üstün zekâsı ile 10 yaşında iken devrin klasik eğitimini bitirmişti. Mantık ve Öklit Geometrisini ünlü matematikçi Abdullah Natili'den, fizik matematik ve metafiziği kendi kendine öğrenmişti. 16 yaşından itibaren tıp ve fizyoloji öğrenmeye başlamış ve inanılmayacak kısa bir sürede bu alanda kendini kabul ettirecek ölçüde "tıp bilgini" olmuştu.

17 yaşındayken Samanoğulları hükümdarı Nuh hastalanmış, hiçbir hekim tedavi edemeyince genç hekim İbni Sina çağrılmıştı. İbni Sina hükümdarı sağlığına kavuşturmuş böylece ünü bütün o çevrede konuşulur olmuştu. Saray hekimliğine de atandı. Böylece sarayın özel kütüphanesi kendisine açıldı. Buradaki tıp kitaplarını okuyup incelemesi kendisinin tıp alanında rakipsiz duruma ulaşmasını sağladı.21 yaşında iken çok önemli iki matematik eseri yazdı. 25 yaşındayken Cürcan'a gidip yerleşmişti. Burada Ebu Ubeyd el-Cürcani ile tanışmıştı. Bu şahıs 25 yıl süresince İbni Sina'nın talebesi, asistanı ve dostu olacaktır.

İbni Sina'nın 32 yaşındayken Büveyhi Devleti hükümdarı Şemsed Devle'yi ağır bir hastalıktan kurtarmıştı. Bu başarısı onun vezirliğe yükselmesine sebep oldu. Siyasi faaliyetlerin ağır yükü altında çalışmalarına da devam etmiştir. 1020 yılında Aristo felsefesinin yorumu olan önemli eseri olan "Kitab al-Şifa" yı yazmıştı. Koruyucusu Şemsed Devle ölünce yerine geçen oğlunun vezirlik teklifini kabul etmemiş bu sebepten Funcan şatosuna hapsedilmişti. Dört ay zindanda kalır, bu süre içinde de önemli bir eser kaleme alır. Asistanı Cürcani tarafından zindandan kaçırılır. 1024 yılından vefatı olan 1037 yılına kadar olan devrede kendisi Isfahan'dadır. Kakuyiler hanedanının hükümdarından ilgi görmüştür. Bu devrede bir çok eserini yazmak ve yarım kalanlarını tamamlamak imkânını bulur. Astronomi alanında gözlemler yapıyor ve yeni aletler tasarlıyordu. Bu arada Gazneliler ordusu Isfahana girmiş, bu karışıklıkta kendisinin de evi, kitapları ve aletleri hasar görmüştü. Sıhhati gittikçe bozuluyordu. İyice rahatsızlanınca kendini tedavi etmekten vazgeçti. Asistanlarının da tedavi etmesine müsaade etmedi. 1037 yılında 57 yaşında öldü.

İbni Sina hayatını (otobiyoğrafisini) 32 yaşına kadarki devresini kendisi yazmıştır. Daha sonraki devreyi ise sadık dostu ve asistanı Cürcani yazmıştır.

EserleriBilindiği kadarıyla İbni Sina'nın 276 kitabı vardır. Bunlardan 43 tanesi tıbba aittir. Kitaplarının çoğunun ya tamamı veya kısmen kaybolmuştur. En önemli eserleri : El-Şifa, El-Necat, El-Kanun fit-Tıbb, El-İşaret dır. İbni Sina felsefede Aristo'nun en iyi yorumcusudur. İbni Sina Aristo felsefesi ile onun İskenderiyeli yorumcularını bilhassa "Yeni Eflatuncular" ı kaynaştırmış, bu fikirleri tevhid (Tanrının birliğini bilme ve bu birliğe inanma) inancı ile uzlaşacak tarzda yorumlamıştır. Doğu dünyası Yunan felsefesinde İbni Sina'dan daha büyük bir yorumcu bulamamıştır.


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin