Dr nazim beratli


FARKLI TOPLUMLAR-FARKLI ETİKLER



Yüklə 0,68 Mb.
səhifə3/11
tarix30.10.2017
ölçüsü0,68 Mb.
#22795
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

FARKLI TOPLUMLAR-FARKLI ETİKLER:

Aristoteles

Her ne kadar etik anlayışının tam olarak ne zaman başladığı bilinmese de, Dünya'nın farklı yerlerinde birçok farklı toplulukta çok eski çağlardan beri etik anlayışının var olduğu bilinmektedir. Dinler târihi, felsefe târihiyle antropolojik ve arkeolojik bulgular bunu kanıtlar nitelikte ilgiye dayalıydı. Sokrates'in etik düşüncesi bilgiye dayalı etik düşüncelerinin ilk örneklerindendir.

Platon, etik sorunlarını devlet ve toplum kavramlarıyla birlikte ele almıştır; bireysel etikten ziyade toplumsal etik üzerine yoğunlaşmıştır. Platon'un etik anlayışı da çoğu Yunan filozofu gibi soylulara, köle olmayan özgür yurttaşlara yöneliktir. Ona göre toplumun çoğunu oluşturan kitle ahlâklı olma, erdem edinme gibi yeteneklerden yoksundu. Bu nedenle bu toplumsal etikte sınıflar arasında bir ahlâksal bağ olduğu söylenemez.

Aristoteles'in etik anlayışı da yine yoğun toplumsal unsurlar barındırmış, dönemin târihsel ve toplumsal gelişmelerinden de büyük oranda etkilenmiştir. Aristoteles'in etik anlayışındaki en önemli noktalardan biri onun zoon politikon kavramıdır. Zoon politikan özgür insandır, toplumsal (sosyal) insandır. Bu, "insan" varlığının toplumsal oluşunun kabulü açısından ilk adımdı. Aslında Aristoteles de kölelerin diğer vatandaşlarla bir tutulamayacağı fikrindeydi, köleler birer cansız nesneden farksızdılar ona göre de; yine de teorik zoon politikon tanımı etiğin tarihsel gelişimi açısından önemlidir. Özünde erdem sahibi olabilme yetisine sahip insan, vasat olursa ideal etik seviyeye ulaşır. İki uç kötü davranışın ortası, vasatı, erdemdir. Örneğin kendini çok küçük görmeyle kendini çok büyük görme arasındaki orta nokta, erdemli olan durumdur.

Etik konusundaki fikirleriyle daha farklı bir anlayış ortaya çıkaran ve adından çok söz ettiren bir başka Antik Çağ filozofu da Epiküros'tur. Epiküros'un ateist etik anlayışında, insanlığın amacı hazza ulaşmaktır. Her ne kadar genelde farklı zannedilse de Epiküros'un haz kavramı bedensel hazdan öte acının yokluğudur. Mutluluk kişinin acı, ıstırap, sefalet ve elemden kurtulmuş olduğu durumdur. Acıdan kurtulmak için önerilen hayat tarzı ise sosyal yaşamdan uzak, münzevi ve sade bir hayat tarzıdır. Epiküros'un düşüncesinde insan sosyal bir varlık değildir, sosyal bağları onun doğasından gelen doğal oluşumlar değildir.

Antik Çağ'dan sonra Hristiyanlığın Batı'daki yükselişiyle kaynağı ebedi ve ilâhî olan bir etik anlayışı yükselişe geçmiştir. Bu dönemdeki en önemli etik anlayışlarından biri Aquinolu Thomas'ın etik anlayışıdır. Bu anlayışta Skolastik felsefenin etik anlayışıyla Hıristiyan ahlâk ve erdem görüşleri bir araya gelir. Akılcı bir etik anlayışı olan bu anlayışta irade konusu da irdelenir. Akla dayanan özgür bir irade fikri mevcuttur, aklî olumlu davranışlar mümkündür, kişi iyiyi seçerek mutluluğa erişme şansına sahiptir, fakat son noktada gerçek ve nihai mutluluğa ancak Tanrı'nın istemesiyle kavuşulabilir. Bundan sonra uzun bir süre etik sadece Tanrı kaynaklı görüşlere yer vermiştir.

15. yüzyıldan başlayarak bu Tanrı ve din merkezli etik anlayışından kaymalar görülmeye başlar. Örneğin Campanella'nın ütopik eseri Güneş Ülkesi dinî etikten öte etikle günlük bireysel ve sosyal davranışlar arasındaki bağlar vurgulanır. Giordano Bruno dogmatik din etiğine karşı çıkan isimlerdendir. Daha sonraki dönemlerde birçok yazar ve düşünürün eserlerinde din ve dogmadan soyutlanmış, kaynağı zaman zaman halâ ilâhî olsa da, pratikte ilâhiyattan uzaklaşmış, akla dayanan etik anlayışı tekrar yükselişe geçmiştir. Montaigne ve Charron'un çalışmalarında bunun izleri bulunabilir.

Bu dönemin sonlarında felsefî açıdan yerini genişleten İngiliz ampirik düşüncesi etik anlayışlarını da etkiler. Thomas Hobbes geleneksel etik görüşlerine aykırı, materyalist felsefesiyle uyumlu bir etik anlayışına sahiptir. Bireyin öncelikli hedefi kendi varlığını korumak ve sürdürmektir, bencillik insanın doğasında vardır, bu bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüşmesi olumlu sonuçlar doğurur bu sebeple bireysel bencillikle toplumun çıkarının örtüştüğü noktalar erdemlerdir. Bireyin bencil yönelimiyle toplumun çıkarının örtüşmediği ve hatta toplumun çıkarının zarar gördüğü davranışlarsa kötü davranışlardır.

Doğu felsefelerindeki erdem ve ahlâk anlayışına benzer unsurlar taşıyan bir etik anlayışı da ünlü filozof Spinoza tarafından ortaya atılmıştır. Bu anlayışta kişi doğal durumunda tutkularının esiridir, aklının yardımıyla bu esaretten kurtulabilir. Bu sebeple aklî davranmakla ahlâkî davranmak aslında aynıdır. Bilgi vurgusu taşıyan bir etik fikrine sahip olmuş bir başka ünlü filozof John Locke'dir. Ampirik felsefesinden hareketle ahlâkî olguların da deneyimlerin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.

Bir diğer ünlü filozof Kant ise etiği davranış, eylem ve tutkuların bulunduğu düzlemde değil fenomenlerin ötesindeki düzlemde tanımlar. Kant'ın etik üzerine tanınmış eserleri bulunur; Pratik Aklın Eleştirisi ve Töreler Metafiziği gibi. Alman filozof Feuerbach ise materyalist bir etik anlayışı ortaya koyar. Hümanist vurgular da taşıyan bu anlayışta birey yaşayışı ve ilerlemesi için diğer birey(ler)le ilişkiye girmek zorundadır ve bu (sosyal) ilişkiyle ahlâk oluşur. Sosyal ilişkilerin olduğu her durumda ahlâk da olur. Feuerbach'ın felsefî bencillik tanımı bu etik düşünceye farklı bir açı da katar; bireyin mutluluğu için çabalamasını bencillik olarak kabul etmez ve bireyle genelin çıkarlarının uyumunu garanti edecek genel bir sevgiyi tanımlar.

Alman filozof Schopenhauer ise çok daha karamsar bir etik görüşünü benimsemiştir. Varolmanın, yaşamanın acıdan ibaret olduğunu savunur; insan istemlerinin esiridir. Bu etik görüşü çeşitli Doğu felsefelerine ve etik görüşlerine büyük benzerlik taşır. Bu etik anlayışından çok daha farklı ve genel düşünceye karşı devrim niteliği taşıyan etik anlayışı ise ünlü Alman filozof Nietzsche'nin etik anlayışıdır. Felsefesindeki güç kavramı üzerin inşa ettiği etik anlayışında, çoğu etik anlayışında erdem olarak nitelenen birçok davranış güçsüz ve dolayısıyla da olumsuz olarak nitelendirilmiştir. Nietzsche'nin üstün insanı birçok etik anlayışta ahlâkî olarak tanımlanabilecek şekilde değildir. Nietzsche'nin ortaya koyduğu ahlâk ve erdem, geleneksel ahlâkî standartların, iyiyle kötünün ötesindedir. İyi bireyin gücüne güç katan şey, kötü ise onu güçsüz kılan şeydir. Kısacası Nietzsche'nin etik anlayışı ortaya attığı güç kavramı temellidir.




Immanuel Kant



  1. BİLİMDE ETİK ARAYIŞININ BAŞLANGICI

Ünlü Alman sosyolog Max Weber. “ Önce büyü vardı, sonra din, şimdi de bilim” der…35

Sağlık hizmeti söz konusu olduğunda da sağlıkta etik konuşabilmek için, herhalde önce Büyü’den başlamamız gerekiyor. Aynı düşünür, Büyü’yü şöyle tarif eder:

“ Rasyonel bir hedefe varmak için, irrasyonel yollara baş vurmak…”



MEZOPOTAMYA:36

Mezopotamya’da bundan 5 bin yıl önce ilk defa kent devletleri kuruldu! Devlet’i ortaya çıkaran, yerleşik tarıma geçen kent insanlarının, göçebelerden korunması ihtiyacı idi gibi görünür ama asıl güdülenme, insanların doğal olaylardan, afetlerden, korktukları bin türlü şeyden korunmaları idi… Ayrı bir yönetici sınıfa ödeyecek artık değeri bulur bulmaz, insanlar örgütlendi, “devlet” doğdu! Gordon Childe, arkeolojide Mezopotamya’da köyden kente geçerken, bulunan yerleşim biriminin ortasında bir Zigurat (Kule şeklinde tapınak) bulunup bulunmadığına baktıklarını yazar.

Şehir surları, daha sonra bakılan bir kriterdir, Childe’a gore…

Surlar, yerleşik hayata geçip, tarımsal ürün elde etmeye başlayan şehirlileri, ürüne el koymaya çalışan göçecebelerden korur. Yani insanların güvenlik ihtiyacını karşılar. Oysa, tapınak, onları bilmedikleri doğa üstü güçlerden korur. “Bilinmez güçler” ve tabii bunların başında, hastalıklar gelir.

Şehrin ortasında yer alan tapınaktaki rahip, ayni zamanda hekimdirSur dışındaki ürünün güvenliği, hasat zamanından sonra depolandığı tapınağın depolarnda sağlanır. Elbette, bölüşümü de…

Böylece, zaten manevi gücü elinde bulunduran, hekim-rahip; once ekonomik sonra siyasi gücü de ele geçirir. İlk krallar, bunlardır. Bu maddi manevi egemenlik, süreç içinde kralın, “tanrılaşması”nı da ortaya çıkarır. Siyasete halâ bir tür “kudsiyet” atfedilmesinin altında dab u yatar.

Aynı ihtiyaç ve kurum, o çağda göçebelerde de var! Daha sonraki aşamalarda kabile reisi-şaman ilişkisini görürsünüz! İnsanların “bilinmez güçlerden” korunma ihtiyacının, sonucudur bu… Yalnız siyasetin değil, sağlık görevlerinin de “kutsanması”nın tarihi, Sümerler kadar eskidir.37
ŞAMANİZM

ŞAMANİZM, eski kandaş toplum inancı olup, sadece Or­ta Asya Türk topluluklarına özgü de değildir. Bilinen en eski, en uzun süre egemen olmuş Türk dînidir...

Orta Asya Şaman inancı, iki temel üzerinde oturmak­tadır. Gök yüzünde, İyilik Tanrı'sı Ülgen; yer altında ise Kötülük Tan­rısı Erlik Han bulunmaktadır. Dünyadaki herşey, iyilik ve kötülük, bu iki tanrının çekişmesinin ve birinin galip gelmesinin sonucudur. Her obanın Şamanı, trans haline gelip, iyilik veya kötülük cinleri ile tema­sa geçerek, yaşamı belirlerlerdi. KAM diye anılan bu şamanların, cin­ler dünyası ile irtibatının gerekliliği, iyilik ve kötülük cinlerinin, her­kes ve her oba için ayrı ayrı varlığına olan inançtan dolayıydı. Şaman, kadın da olabilirdi. Halta başlangıçta, sadece kadınların şaman olabi­leceğine dair, kanıtlar vardır.

En büyük tanrı (Tengri)nin, Ülgen olduğuna inanılırdı. Altaylarda, Ülgen'e Kuday, denir ve Kayrakan'ın oğlu olduğuna inanılır. Kayrakan daha eski zamanlardaki totem inancının, devamı olup, ne iyi, ne kötü, ne de tanrıdır.

Bu inanç, zamanla değişerek, ATA KÜLTÜ'ne dönüşmüştür.38 Bu inanış oluştuktan sonra, Kamların, ata­lar tarafından görevlendirildiğine inanılır oldu. Bu bir anlamda, ana­erkil toplumun ataerkil biçim kazanması ile de ilgilidir. Göktürk'ler, "Atalar Mağarasında” atalar ruhuna kurban keserek ibadet ederlerdi. Ölmüş atalara duyulan saygının bir kült haline dönüşmesi, yalnız Türkler'e özgü bir evliya-enbiya kültürünün doğmasına neden olmuştur.39 O kadar ki Teke Ongun, Konur Bas gibi İslâm öncesi evliyalar, İslamiyet'in kabulünden sonra, Koyun Baba, Koyuncu Baba, Akkoyun Baba gibi isimlerle, yaşamaya devam etmişlerdir.

Bu inanç sisteminin, bir diğer önemli kültü ise Ateş Kültü'dür. Türkler, dünyanın yaratılışının, bahar ve ateş arasında gerçekleştiğine inanır. Altay Türkleri, ateşin insanlara, Tanrı Ülgen tarafından armağan edildiğine inanırlardı. Bu bakımdan, ateş, kutsaldı.40 Yakut şamanları, ayinlerde bu kutsal ateşi çakmak taşı ile elde ederler ve ona "EYIOUD" derler. Ateş, güneşin yerdeki temsilcisi olup, gök-tanrı da gökte yaşadığı için, kutsaldır. Kötülükleri ve hastalıkları kov­duğuna inanılır. Hastaların alazlanması, tütsü yakılması, kurşun dö­külmesi, Ergenekon ve Nevruz gelenek ve efsanelerinde ateşe biçilen kutsal rol, bu kült ile ilgilidir.

Şamanizm'in bir başka kültü ise, YER-SU Kültüdür.41 Her dağın bir ruhu olduğuna, ona ait bir ruhun yanında, dağın da canlı bir varlık gibi koruyucu olabileceğine inanılır, dağ gibi nehir ve gölle­re de özel bir kutsallık tanınırdı. Su üzerinden atlama, su serpme, nevruzda soğuk su ile yıkanma gibi, alışkanlıkların kökeninde, bu inanç vardır.

Bunlar yanında, eski Türkler'in, demir'e de özel bir kutsal anlam verdikleri biliniyor.42 Onlar, ormanlar ve ulu ağaçları da kutsa­maktaydılar.

“Ohlmarks’a göre bu inanç gerçek anlamıyla bir din değildir, fakat yayıldığı bölgelerde bir dinin yerine geçmiştir.”43

ESKİ YUNAN:

Hippokrates


Tıbbi deontoloji ve tıp etiği , yüzyıllarca hekimlerin kitaplarında önemli bir yere sahip olmuştur. Dolayısıyla özellikle tıp etiği bugün karşımıza çıkan bir branş değildir. O da tıbbi deontoloji gibi bu konuyla ilgili kitaplarda yıllardır baş yeri kapsamaktadır. Örneğin 15. yüzyılın ünlü Türk hekimlerinden İbn Şerif (? – ?), deontolojiye ve etiğe önem verdi. Onun Yâdigâr adlı kitabında deontoloji ve etikle ilgili konular bulunur.

Eski Yunan uygarlığında tıp tanrısı olarak bilinen Asklepios aslında bu toplumun ilk doktorlarından biriydi. Sonradan, hastaları tedavi etmedeki becerisiyle öylesine yüceltildi ki önce ulusal bir kahraman, sonra da tanrı olarak görüldü ve onuruna tapınaklar yapıldı.

Eski Yunan tıbbının en büyük bilgini, öğretileri ve çalışmaları yazılı olarak günümüze kadar ulaşan Hipokrat'tır. Bu büyük bilgin öğrencilerine, bir doktorun ilk görevinin hastalarına hiçbir biçimde zarar vermemek olduğunu öğretmiştir. Söylendiğine göre Hipokrat'ın öğrencileri, eğitimlerini tamamlayarak tıp mesleğine adım atarlarken, kendi yetenek ve bilgileri Ölçüsünde bütün hastalara yardım edeceklerine, ne olursa olsun kimseye öldürücü ilaç vermeyeceklerine, hastalarının sırlarını sonsuza dek gizli tutacaklarına ve mesleklerini hiçbir zaman kötüye kullanmayacaklarına ant içerlermiş. Bu "Hipokrat Yemini" yüzyıllar boyunca tıp mesleğinin temel ahlak ilkesi sayılmış ve mesleğe yeni başlayan bütün doktorlarca bir kez yinelenmiştir.

Büyük düşünür Aristo da tıbbın yanı sıra doğa bilimleriyle ilgilenmiş ve bilinmeyen her olgunun nedeninin yalnızca deney yoluyla anlaşılabileceğini savunmuştur.

Aristo, yeryüzündeki bütün varlıkların toprak, hava, ateş ve su gibi dört temel öğeden oluştuğunu öne sürmüştü. Bunların özü de sıcak, soğuk, ıslak ya da kuruydu; örneğin ateş sıcak ve kuru, su ise soğuk ve ıslaktı.44

Hekimliğin belli kişiler tarafından yapılmaya başlandığı ve hekimlik sanatının doğru yapılması için etik, sosyal ve teknik bazı kuralların konulduğu, yine aynı kitapta belirtilir. Tıp ahlâkı, tıp kadar eskidir. İşte bu bakımdan tıp etiğinin de tarihi bir gelişimi vardır. A. S. Ünver, bu gelişimi sırasıyla, eski Hint, eski İsrail, eski Yunan, İslam dünyası, Osmanlılar, Avrupa ve Türkiye Cumhuriyeti Dönemi olarak ele almaktadır. Eski Yunan’da hekim yemininden söz eden Ünver, yeminin o dönemdeki tıp konularını kapsayıcı şekilde olduğunu belirtir. Hipokrat’ın tıp etiği kurallarını belirten 24 öğüdü ise, Ünver tarafından şöyle belirtilir: 


1) Genç yaşta tıp öğrenimine başlamak, 


2) Vücut temizliğine özen göstermek, 
3) Güzel ahlâk sahibi olmak, 
4) Sözünde doğru olmak, 
5) Yalancı olmamak, 
6) Kötülerle ilişki kurmamak , 
7) Hastanın yanında çok kalmamak, 
8) Doğru olmak, 
9) Parayı çok sevmemek, 
10) Fena davranışlarda bulunmamak ve sarhoş olmamak, 
11) Hastaya çağrıldığında zamanında gitmek, 
12) Hastanın yanında nazik olmak, 
13) Sır tutmak, 
14) Yazdığı ilacı kendi hazırlamamak, 
15) Hastanın yanına tekrar çağrılıncaya kadar gitmemek, 
16) Yeni eserleri ve operasyonlarla ilgili gelişmeleri izlemek, 
17) Yeni ilaçları kanaati olmayınca vermemek, 
18) Kimseye muhtaç olmamak, 
19) Çocuk düşürtmemek,
20) Kimseye hakaret etmemek ve öğüt verici olmak, 
21) Konsültasyonda insancıl olmak ve hasta haklarını gözetmek, 
22) Fena insanlarla beraber bulunmamak, 
23) Gururlu olmamak, 
24) Arkadaşlarına kendi eserini ve durumunu uygulamadan önce söylememek. Burada etik ilkelerin çoğunu bulmak olasıdır.45


ROMA:

Eski Romalılar doktorları küçümser ve hekimliği yalnızca kölelere uygun bir meslek olarak görürlerdi. Bu yüzden tıpla hiç ilgilenmediler ve aileden biri hastalandığı zaman ona bakması için evlerinde hekimlikten anlayan bir köle bulundurmakla yetindiler. Hatta, Eski Yunan dünyasınırı ünlü tıp bilginleri bile İtalya'ya gittiklerinde yeterince saygı görmezlerdi.

Eskiçağ tıbbının Hipokrat'tan sonraki en büyük ustası sayılan Galenos'tu. İS 2. yüzyılda yaşayan Galenos Mısır'daki İskenderiye kentinde, o dönemin en yetkin tıp okulunda eğitim gördükten sonra Roma'ya giderek İmparator Marcus Aurelius'un saray doktorluğunu üstlendi. Galenos, aslen Bergama’lıdır. Ancak Roma tıbbının da kurucusu olarak Kabul edilir. O çağda kadavraların (ölü insan vücutlarının) kesilerek incelenmesine yasalar izin vermiyordu. Bu yüzden anatomi çalışmalarını hayvan ölüleri üzerinde yürütmek zorunda kalan Galenos, bütün güçlüklere karşın, kasların ve damarların yapısına ilişkin çok değerli bilgiler edindi.

Bu büyük bilgin de tıpkı Hipokrat gibi, insan vücudunun dört sıvıdan oluştuğuna inanıyordu; bu dört sıvı, kan, lenf, safra ve balgamdı. Bunlardan birinin oranı arttığında ya da azaldığında vücudun dengesi bozuluyor ve insan hastalanıyordu. Galenos, bu eski tıp inanışını biraz daha geliştirerek, vücutta üç ayrı ruh bulunduğunu öne sürdü. Bir insanın sağlıklı kalabilmesi için, Galenos'un doğal, yaşamsal ve hayvansal olarak adlandırdığı bu ruhların da belirli bir denge içinde bulunması gerekiyordu. Böylece, dört temel öğe, dört suyuk ve üç ruh inancı bütün ortaçağ boyunca doktorların ve öbür bilginlerin öğretilerine yön verdi.

Romalılar, her ne kadar tıbba önem vermeseler de, halk sağlığı konusundaki ilk uygulamaların öncüsü oldular. Su kemerleri kurarak Roma kentine temiz içme suyu getirmeleri, çiçek, veba gibi ölümcül salgın hastalıkların yayılmasını büyük ölçüde engellemiştir. Ayrıca, savaşta yaralanan askerler için tasarladıkları yeni cerrahi araçları da tıbbın bu dalının gelişmesine katkıda bulunmuştur. 

Bu arada hem eski Yunan ve hem de Roma’da, bilimsel (?) tababete parallel olarak, büyücü hekimlerin de varlıklarını sürdürmekte olduklarını buraya eklemekte yarar var. Tababet’,n çaresiz kaldığı durumlarda, insanların, büyücü “hekimler”e de baş vurduklarını ve bir kısmının büyücüden yarar gördüğünü ileri sürüp, inanadıkları zamanın yayınlarından anlaşılıyor.46

Galenos



C-KİTAPSIZ DİNLER:
MAZDEKÇİLİK:

Urartu uygarlığı, MÖ 585’te bölgede etkin olan Medler’in egemenliğine girerek, yıkılır. İranlı bir kavim olan Medler’in bölgede hakim olmasıyla birlikte, özellikle İran’da ve İranî topluluklar arasında, etkileri günümüze kadar devam eden yeni bir inanç sistemi kendini gösterir: Mazda İnancı.

Zerdüşt adı verilen ve kimliği, ne zaman yaşadığı belli olmayan, yarı tanrı, yarı insan, yarı peygamber rolü biçilen, temsili bir kişliğin “indirdiği” ama Büyük İskender zamanında kaybolduğu ileri sürülen, Avesta adlı bir kutsal kitabla kurallarının konulduğu varsayılan bu dine göre, Tanrı Ahura Mezda, ta MÖ 14.yy’daki Hitit, Mittani Savaşı esnasında taraflar arasında arabuluculuk ettiği ileri sürülen, Mittani Tanrısı Mitra’nın, bir nevi izdüşümüdür. Mitra, Göktanrı olup, boğa ile tasvir olunur ve adına boğa kurban edilir.47

Sözkonusu çalışmadan öğrendiğimize göre, MÖ. 600 dolaylarında yâni tam da Urartular’ın yıkıldığı Medler’in bölgenin hakimi olduğu sırada, Zerdüşt’ün kaleme aldığı Avesta’nın iki nüshası bulunmaktaydı. MÖ 329’da bölgeyi ele geçiren Büyük İskender, Pers sarayını yakınca, bir nüsha yandı. İkinci nüsha ise Yunanlılar tarafından kaçırıldı ve kayboldu. MS. 51 – 78’lerde ise Mazda rahipleri, Avesta’nın akılda kalan deyim yerinde ise ayetlerini, ezberlerine alarak, daha sonraki yüzyıllara aktardılar.48 Bu kutsal kitabın, sözlü gelenekle aktarılan kısımlarına göre, Ahura Mazda, “göksel tek bir tanrı olup, herşeyi yaradandır” denilmektedir ama, biraz ayrıntıya girince, bunun doğrudan Göktanrı olduğu görülür. “Günün ışığı, gecenin karanlığı; iyi ve kötü ruh” v.b tanımlamalar yanında, güneşin kanatları ile sembolize edilmesi, Ahura Mazda’nın, Hititler’in Göktanrısı’nın İran’da devam eden versiyonu olduğunun, kanıtlarıdır. Ve ayni Hitit göktanrısı’nın boğa ile sembolize edilmesi gibi, Ahura Mazda da boğaya özel bir önem verir. Önce boğa’yı yaratır, boğadan da tüm diğer hayvanlar doğar.49 Persopolis’te bulunan kabartmalarda, Ahura Mazda’nın sembolü, Hititler’den beri bildiğimiz, güneşi ve gökyüzünün egemenliğini anlatan kanatlardır.50

Ahura Mazda’nın, hem iyi ve hem de kötü ruhların temsilcisi olduğunu yukarıda aktarmıştık. Ahura Mazda’nın kötü ruhu temsil eden yanı, Ahriman diye anılır.

Söylenceye göre, Zerdüşt’ün Horasanlı olduğu iddiaları ile ilk sempatizan topluluğunun Belh’te toplandığını51 da eklemez isek konu açıklanamaz.



Orta Asya toplulukları’nın, iç kıtanın verimsiz koşulları dolayısıyla, tarıma geçemedikleri, bunun için de yerleşik bir uygarlık üretemedikleri, bilinmektedir. Bunun sonucunda, doğuda Çin ile sürtüşen, bütün bu topluluklar, tarih boyunca Çin Seddi’ne rağmen, bu uygarlığın içlerine sızmayı, sürekli olarak başarmışlardır. Ne var ki güney batıda hemen yanıbaşlarında olan bir başka uygarlık merkezi olan İran, İslâm’ın gelişip, Arapların gelip buradaki egemenliği ele geçirmesine kadar, Orta Asya halklarının, Yakın Doğu’ya inmesini, engellemiştir.52 Bütün antik İran Tarihi, “ Turanî”lerle yapılan savaşlara değgin, efsanelerle doludur.53

Ne var ki pek çok yazar, halklar arasında, kültürel alış veriş için; o halkların illâ ki barış içinde yaşamasının gerekli olmadığını vurgular. Buna örnek olarak da Aslan Yürekli Richard ile Selahaddin-i Eyyubi’nin dostlukları gösterilir. Halklar, savaşırlarken de vuruşmaya ara verdikçe, birbirlerinden etkilenirler. Bu durum, yalnız barış içinde yaşayan değil ama savaşan halkların da ortak kültürel değerlere sahip olmalarına yol açar.54

Dolayısıyla, İran – Horasan’da, en azından MÖ 600 dolaylarında ilk nüvelerini gördüğümüz Zerdüşt öğretisinin, Araplar bölgeye gelip de İslâmı getirdikleri MS 9. yy’a kadar, kapı komşusu Maveraünnehir’deki Oğuzlar ve daha içerilerdeki öteki Orta Asya halklarının bilgisi dışında kalması, düşünülemez.

Nitekim, Türkler’in şamanizm ile islâmiyet arasındaki serüveninde, Hazarlar’ın musevilik, Uygurlar’ın Buddhacılık, Soğd’daki bazı yerleşim birimlerinin Nasturilik’ten etkilendikleri bir dönem olduğunu biliyoruz. İşte bu aşamada, Maveraünnehir’deki Oğuzlar’ın da bir dönem Zerdüşt öğretisine eğilim gösterdikleri bilinmektedir.55 Bu dönemin, İran’ın çökme dönemi olduğu ve İran seddini aşarak Horasan’a giren Oğuzlar’ın o dönem Uygurlar’dan etkilenerek katıldıkları Buddhacılık’ı terkedip, Ahura Mazda inancına katıldıkları, İslâmiyet öncesi kısa bir dönem yaşandığı bilinmektedir. Kültürler arasındaki zarın geçirgenliği iki yönlüdür. Oğuzlar’dan başlayan Zerdüştlük, Uygurlar ve Buddhacılık’ı da etkiler.56

Burada dikkati çekmemiz gereken nokta, Zerdüştün ilk sempatizan topluluğunun; Türkler’in Zerdüştlüğü benimsedikleri alanın ve sonra Türkler arasındaki ilk müslüman mistisizminin uç verdiği yerin, ayni yer olmasıdır. Burası, Horasan’dır. Martin von Bruinessen, Bektaşilik’in kökenlerinin “Türk – Moğollara” dayandığını fikrindedir.57 Bazı dinsel / kültürel motiflerin, Hindistan’dan Balkanlara kadarki yayılmasını ise ayni yazar, 10. ve 13. yy’lar arasında, Horasan’dan çıkarak, bir yandan Balkanlar öte taraftan da Hindistan’a kadar yayılan, Kalenderi dervişleri ile izah ediyor ki, katılmak mümkündür. Von Bruinessen’e göre, budist ve hindu din adamlarını da Kalenderiler etkilemişlerdir.


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin