4.Yeni Bir İnanç Sistemi: Bahailik
Nasreddin Şah Kacar, Hicri 1247/ M.1831’de doğmuş, veliahd olunca Veliahtlar Şehri Tebriz’de ikamete memur edilmişti. Babası öldüğü zaman orada idi. Hicri 1264/ 1848’de eski gelenek üzere müneccimbaşının bulduğu eşref saatinde ve 16 yaşında iken tahta çıktı. 10 bin piyade, 1.500 süvari ve birkaç toptan ibaret olan askerine bir resmigeçit yaptırıp, bu asker ile Tahran’a gitti. Şahs-ı Evvel-i İran/ İran’ın Birinci Adamı olan Mirza AgaSi’yi sevmezdi, azletti. Yerine Mirza Taki Han’ı (Emir-i Nizam/ Emir KEbir) sadrazam yaptı. Ona kız kardeşini vererek, hanedan üyelerine karşı konumunu güçlendirdi. Tahran’da Külah-ı Férengî sarayında tahta çıkma Merasimi yaptı. Tahtın üzerine oturduğunda başında Tac-ı Keyanî, kollarında meşhur Tac-ı Mah ve Deryâ-yı Dîl denilen pırlantalardan yapılmış pazubendler, boynunda her biri yine Nasıh’üt-Tevârih’e göre, güvercin yUmurtası büyüklüğünde incilerden oluşan haMail vardı. Bu taç, dört batman? ağırlığındaki Cevâhir-i ŞahDar, Yakut-u RumManî (Nar tanesi yakut) ile murassâdır. -Kaynağımızın batmanı herhalde bizim batman değildir. Çünkü bizim batman 26 okka eder ki, bu kadar yükü bir kafa taşıyamaz. Bir ölçü birimi olan batmanın ağırlığı yörelere göre değişmektedir- ŞemŞirül-MasDar denilen murassa kılıcı da kuşanmıştı. Herkes rek’an ve secd’en, yani iki büklüm yerlere kapanarak gelip kendisine tebriklerini sundular. Bu törende “Melikül-MüLukül Acem” unvanını aldı.
İlk iş olarak, devlet gelir ve giderinin denkleştirilmesine çalıştı. Bu düzenleme, eskiden beri şahların riCale ve şuna buna verdikleri tuyûl ve mevâcip adlı ihsan ve maaşların kesilmesinden ibâretti.
Horasan’da vali Şehzade Hamza Mirza idi. Ahali, Caferkulu Han Şadlu’nun Türkmenlerden aldığı kuvvetle birleşip isyan etti, vali kaçtı. Şehir asilerin eline geçti. Horasanlıların başında SâLar’üd-Dövle vardı. Bu isyan Arap askerlerle bastırıldı. Aynı yıl Müşir’üd-Dövle Bağdat’a gönderilip, Osmanlı Murahhası Derviş Paşa ile görüşme sonucu Muhammara (bugünkü Hürremşehr) problemi halledildi. Bu mesele Erzurum Konferansı esas alınarak sonuçlandırılacaktı. İngilizler ve Ruslar da işe müdahale ediyordu. Onlar da murahhas gönderdiler.
Hemedan ve Mazenderan Vilayetlerinde çıkmış olan isyanlar bastırıldı. Tahran’da bulunan yedi tabur asker isyan edip, Mirza Takî Han Emir-i Nizam “Emir KEbir”in azlini istedi. İsyan nasihat ile sonlandırıldı.
MirZa Ali Muhammed BAb, Mazenderan’da evinde oturup, bir şey yapmayacağı garantisi vermişti. Fakat boş durmuyor, el altından çalışıyordu. Bir rivayete göre orada saklanıyordu. Müritlerinden Buşreviyeli Molla Hüseyin’i Halife-i BAb/ BAb’ın Halifesi olarak Irak ve Horasan’a gönderdi. Bu zat oralarda propagandaya başladı. Elinde BAb’ın verdiği bir “ZiyaretName”, bir “DâvetName”, bir de müfessirliğini bizzat BAb’ın yaptığı “Sûre-i Yusuf Tefsiri” vardı. Molla Hüseyin, Isfahan’daki fakihlerden Heratlı Molla Muhammed Taki’yi BABi yaptı. Muhammed Taki, BAb lehinde açıktan vaazlara başladı. BAb’ın İmam-ı İsNa Aşere/ Oniki İmam’ın naibi olduğunu söylüyordu. Isfahan Valisi Menûçehr Han da gâib imamın BAb gibi bir naibi olmasını kabul etti. Molla Hüseyin, Kaşan ve Tahran gibi şehirleri dolaştı. Nihayet Kazvin’e geldi. Orada Hacı Molla Muhammed Ali ile Kurretül-Ayn Hatun’u görmek fikrinde idi. Bu fikrinden vazgeçip, onları Horasan’a davet etti. Horasan’da Molla Abdül-HâLuk Yezdî ile Ali Asgar Müctehid Nişaburi’yi ve sâir kürsü vâizlerini BABi yaptı. Bunlar da alenen vaazlara başladılar. Buna karşılık bir takım ahund/ mollalar da bunların aleyhinde harekete geçtiler. Bu suretle ortaya bir fesat çıkıyordu. Vali bunları hapsetti.
Molla Hüseyin, hapishaneden kaçıp Nişabur’a gitti. Orada taraftarlar elde etti ve seyahate devam etti. Meyamey’e geldi. Burada yandaşları ile Şiiler arasında çatışma çıktı. Her iki taraftan da ölenler oldu. Molla Hüseyin, birkaç kent daha dolaşıp epey mürid kazandıktan sonra Mazenderan’a döndü.
MirZa Ali Muhammed BAb, bu dönemin önemli simasıdır. İlk adı Ali Muhammed’tir. Hicri 1226/ 1811’de Şiraz’da dünyaya geldi. Bir Tacirin oğludur. Medreselerde Arapça ve din ilimleri tahsil edip ulemadan olmuştur. Dini farklı algılayıp, bilinen İslami iman çizgisinden çıkarak, farklı inanç sistemi oluşturdu. Bu zatın mürşidi Şeyhiyye tarikatı mensuplarından Seyyid Kâzım’dır. Bu zat daha sonra adına “BAb” kelimesini ekleyerek “Ali Muhammed BAb” olmuştur. “BAb” kelimesinin ilavesine dair birkaç rivayet vardır. Bunlardan birincisi; tahsili sırasında devamlı kapı yanında oturmasıdır ki, bundan ötürü kendisine Ali Muhammed BAb denmiştir. İkincisi, bu zatın “FedhuLul büyûte min ebvAbihâ…/ Ey iman edenler! Kendi evlerinizin dışındaki evlere, sahiplerinden izin almadan ve ev halkına Selam vermeden girmeyin…” düsturunu (Nur Sûresi, 27. Ayet; Prof.Dr.Cemal Sofuoğlu, … Yüce Kur’an ve Açıklamalı-Yorumlu Meâli) benimsemesi ve kendisini ruhani hayatın kapısı olduğunu göstermek istemesidir. Bu nedenle “BAb” lakabını almıştır. Üçüncüsü, “Ene medinetül ilm ve Ali bAbühâ/ Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” hadisinden ötürü kendisine bAb denmiş olmasıdır. Hangi gerekçe ile olursa olsun “BAb” lakabını almış, kurduğu dine de BABiyye, müritlerine ise BABi denmiştir. Türkçe karşılığı “BABilik” ve “BABiler”dir. Mirza Ali Muhammed BAb’ın ortaya çıkış tarihi 1844 yılı, Mayıs ayının sonudur.
Bu din hakkında hem doğuda, özellikle de batıda çok sayıda yazılar yazılmıştır. Kimi lehinde, kimi aleyhinde bulunmuştur. Nasreddin Şah’ın emriyle yazılmış ve Muzaffereddin Şah tarafından bastırılmış olan Nasıh’üt-Tevârih, haliyle bunların aleyhinde ateş püskürmekte ve küfür ile itham etmektedir. Bu mezhep/ dinin ortaya çıkışı konusunda İranlı müctehid, ahund ve din âlimleri ikiye ayrılmış olup, bir kısmı lehinde, diğer kısmı ise aleyhinde bulunmuş ve hareket etmiştir.
BAb’ın dini hakkında da değişik söylentiler vardır. Kimi onu yine İslamiyet kadrosu içerisinde Şiiliğin bir Muadili/ dengi, kimi de zıddı ve bağımsız bir din, kimisi de İslam dışı ultra hür ve bağımsız bir din olduğunu söylemektedir. Son tarzı kabul edenler de ondaki özgürlük derecesini muhtelif şekillerde göstermekte, bir kısmı da kadının mubah ve müşterek bir mal olduğu iftirasını atmaktadır. Bu iftiradan eskiden beri Aleviler/ Kızılbaşlar da nasiplerini almıştır. Bilinen husus, din ve inanç sistemlerinin insanlara ahlaksızlık tebliğ etmediğidir. Netice olarak BABilik, önceleri Şiilik kisvesi altında ortaya çıkmıştır. İlk tebliğci/ propagandacıları, onun Şiiliğin doğru tefsiri olarak göstermek istemiştir. Bugün BABilik, İslamiyet’ten ayrılmış bir dindir. BAb ile basit şekilde başlamış, müritleri tarafından ilavelerle terakkilerle ve tadillere uğramıştır. Belki BAb, Şiiliğin geliştirilmesi keyfiyetinde samimi idi. Meselâ Ali Muhammed BAb kendisine “Mehdi” diyordu. Ezanlarda adının okunmasını istiyordu. Şii âlimleri ile şer’î kurallara uygun olarak sohbetlerde bulunuyordu. Tartışmalarda gâlip geliyordu. Bu şekilde manevi bir nüfuz kazanıyordu. Hicaz ve Kerbelâ’da dolaştı. Fransızlar, her zamanki gibi olayı abartarak, BAb’ın fikirlerini Fransız Devrimi’nden aldığını söyleseler de, inandırıcılığı yoktur. Bu tür yaklaşımlar, Avrupa fikir emperyalizminin bilinen fantezilerinden biridir.
BABilerin kutsal bir kitapları da vardır. Mirza Ali Muhammed BAb, “El-Beyân” isimli bir kitap hazırlamıştır. BAb’ın çıkardığı kitaptaki hataların farkında olan Mirza Hüseyin bu arada “El-İkân” isimli kendi kitabını çıkardı. Bir süre sonra “El-Beyân” unutuldu, El-İkan okunmaya başladı. Bu kitabı, BAb’ın yazdığı söylenirse de, BAb’ın bu kitabı görmemiş olması lazımdır. Bu kitabı yazanlar, onun ilk ve pek ateşli müridleri olan Seyyid Hüseyin ve Seyyid Hasan’dır. Seyyid Hüseyin, 1863 yılında kendinden emin olarak Bağdat’ta peygamberliğini ilan etmiştir.
BABi/ Bahai Akaidi:
-BABilik nazarında bütün dinler eşittir.
-Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. İslam dinindeki kadın erkek ilişkisindeki tutuculuğa karşıdırlar.
-Her iki cins için büLuğ yaşından itibaren evlenmek mecburidir. Bir Bahai’nin eşi, kendi dininden olmalıdır. Kadın hür ve özgürdür. Keyfi olarak boşanma olamaz.
-Kadınlar için tesettür yoktur.
-Her Bahai, kendi dininden bir kadınla başörtüsüz ve yalnız olarak görüşEbilir. Konuşma lâubali olmamalı, hatta konuşma18 kelimeyi geçmemelidir.
-Ceza, maddî olarak ve evli olan kadın ile erkeği bir süre ayırma yoluyla yerine getirilir.
-Hapis cezası yoktur.
-Beş yaşından küçük çocukların dövülmesi katiyetle yasaktır. Daha yüksek yaştakilerin dövülmesi, kayda tabidir.
-Ticaret ve ticari mukaveleler serbesttir. Fâiz haram değildir. Dini vergiler %5’tir. Vergiler, cemaatin başında bulunan 19’lara verilir. Alışverişte hile yasak olup, karşılıklı rıza esastır. Suistimal olursa, ruhani İdare olaya el koyar.
-Nezaket ve terbiye dairesinde davranılmalıdır.
-Sarhoşluk, afyon ve uyuşturucu kullanmak yasaktır. İçmemek kaydıyla içki üretimi ve satışı serbesttir.
-Yemek, tek kaptan ibarettir.
-Nevruz, BABiler için bayramdır. Sadece Nevruz bayramında yemek miktarı serbesttir.
-BABilerin Selamları kendilerine özgüdür.
-BABilerin kendilerine özgü takvimleri vardır. Bu takvimde aylar 19 gündür. Yılda 19 ay vardır. Aylar, Bahailiğe unutulmaz hizmetleri olan şahsiyetlerin adını taşır: El-Baha, Eş-Şeref, Es-Sultan.... gibi.
-Ayaklar yazın günde iki defa, kışın da üç günde bir defa yıkanması gerekir.
-Ev eşyaları on dokuz yılda bir değiştirilir.
-Kendilerine özgü örgüt ve teşkilatları vardır.
-Bahailerin kutsal sayısı on dokuzdur. BAb’a ilk iman edenlerin sayısı on sekizdir. Kendisi ile birlikte bu sayı on dokuza baliğ olur.
-Sahibinin izni olmadan başkasına ait evraka bakmak, sorulan sorulara cevap vermek, yazılan mektuplara cevap vermek, mektupları kabulden imtina veya şüphe ile başkasına gelen mektubu iptal etmek yasaklanmıştır.
-Düğün günlerinde, durum müsaitse ipek elbise giyilmesini, altın ve gümüş kullanılmasını tavsiye eder.
-Dinî amaçlı ziyaretlerin dışında gereksiz seyahatler men edilmiştir. Ticaret, keşif, gezi gibi nedenlerle evlerinden ayrılanlar, iki sene zarfında evlerine dönmelidir. Deniz yolunu kullananlar için bu süre beş seneye kadar uzatılabilir. (Bahaîler: Kıyamet 137 yıl önce koptu…; Türk Tarihi; Süleyman Nazif, Nasreddin Şah-BABiler)
BAb, Müslümanlığa bazı yenilikler getirmiştir. Ancak müridleri İslamiyet’ten ayrılarak yeni akidelerle farklı bi inanç sistemi oluşturmuştur. Bu mezhep veya dinin hürriyet ve bağımsızlığa olan düşkünlüğü çok bârizdir. Bu da mühimdir. Başlı başına bir şereftir. Bu şeref de onlara kâfi gelebilir.
Böyle olumlu ve olumsuz özelliği olan bir din mensuplarının İhtilalci ve gizli bir güç haline gelmesi yüzünden, haliyle İran siyaset ve devleti için pek zararlı varlık haline gelmişlerdir. BABiler İran’da isyanlar çıkardılar ve hükümet kuvvetleri ile defalarca çarpıştılar. Devlet idaresini ele geçirmek için çok canlara kıydıkları gibi, kendi kanlarını da su gibi akıttılar.
BABiliğin önemli bir şahsiyeti de Gurretül Ayn adlı Türk hanımıdır. BABiliğin ilk döneminde sahneye çıkmış, mühim rol oynamış ve efsâne haline gelmiştir. Bu hanım, “Gurretül Ayn”, “Zerrin Tac”, “Bedr’üd-DûCa”, “Şems’üd-Dehâ” unvanlarını taşır. Kazvin uleMasından Molla Salih Kazvînî’nin kızı, eşi yine uleMadan Molla Muhammed, amcası ise Müctehid Molla Muhammed Taki’dir. İran Türk güzellerinden olmakla meşhur olan bu hanım; Türkçe, Farsça, aynı zamanda Arapçaya vakıf âlim, fâzıl, şair, hatip, pek zeki, azimli ve iffet-ahlak sahibi idi. İffetinden ötürü “Tahire” lakabı verilmişti. Güzelliği, zekâ ve natukluğu kolaylıkla dimağlara hâkim olmasını sağlıyordu. Mirza Ali Muhammed BAb’ın müridlerinden idi. Kurretül Ayn, şu esasları koymuştu:
-Tesettür, kadınlar için azap verici ve küçük düşürücüdür.
-BABiler, BAb’ın süLalesinden sayılmalıdır.
BABiler aleyhinde yazılmış olan Nasıh’üt-Tevârih isimli kitapta, BABilere atılan iftiraları aktarmak bile insanın yüzünü kızartmaya yeter. Gurretül-Ayn’a izafeten bu kitapta yer alan “Bir kadının en az dokuz kocası olabilmelidir” ifadesi, atılan iftiraların dozu konusunda fikir vermektedir. Şah’ın bilgisi dâhilinde yazılan bu kitaptaki tüm olumsuzluklara rağmen, dönemin müelliflerinin tamamına yakını Gurretül Ayn’ın iffetli bir Türk hanımı olduğu hususunda müttefiktir.
H.1265/ 1849 yılında bir müctehid, Gurretül Ayn’ın recmine fetva verdi. Üç BABi, bu müctehidi öldürdüler. Bunun üzerine halk ayaklandı. Molla ve müctehidler, Gurretül Ayn’ı BABilikten men etmeyen amcası Müctehid Molla Muhammed Taki hakkında idam fetvası verdiler. Bir sabah namazında amcasını öldürdüler. BABiler bu zata Şehid-i Sâlis/ Üçüncü Şehid dediler.
Gurretül Ayn, bu hadisenin ardından çok sayıdaki müridi ile birlikte Kazvin’den ayrılarak Mazenderan ahundlarından BABi Hacı Muhammed Ali ile tebliğ/ propaganda husularını görüşmeye gitti. Hacı Muhammed Ali, Molla Hüseyin ile Horasan’da BABilıği yaymak için çalışmıştı. Ayaklanan Mazenderan BABileri, kendisini davet etmişlerse de, gitmeyip köy köy dolaşarak BABiliği yayma çalışmasına devam etti.
Gurretül Ayn, Béstam’da “Bedeşt” denilen yerde başı açık olarak minbere çıkıp halka hitap etti. Nutkunda dedi ki;
“Ey cemaat! MaLumunuz olsun ki, Muhammed’in şeriatı bugün hükümden düşmüştür. Oruç, beş vakit namaz boş şeylerdir. Bizim şeyhimiz olan Mirza Muhammed Ali BAb, ileride yedi iklimi zapt edince bütün mezhepleri birleştirip, yeni şeriati ortaya koyacaktır. Kendi kitabını da ümmetine verecektir. Onun bildireceği yeni haberlere itaat lazımdır. Artık şeriatı bırakıp, kadınlarınızı kendinize iştirak ettiriniz. Mal ve mülklerinizi ortak olarak sarf ediniz”.
Oradaki cemaatten BABi olmayanlar Camiyi terk ettiler. Gurretül Ayn, buradan Hacı Muhammed Ali ile birlikte propaganda için Mazenderan’a gitti. Yolda bir mahmilde kaldılar. Buna “İctİma-ı Şemseyn” ve “İgtirân-ı Kamereyn” dediler. Kurretül Ayn, Sebzivar’da dini yaymak için kaldı. Hacı Molla Muhammed Ali, Barfurûş’a gitti. Molla Hüseyin de Horasan’dan gidip, Hacı Molla Muhammed Ali ile birlikte BABiliği yaymaya çalıştı. Bu gayretle bir haftada 300 kişiyi BABi yaptılar. Mutaassıp mollalar, halkı bunların aleyhine kışkırttılar. İki taraf arasında meydana gelen çatışmalarda 12 BABi öldü. LariCan Serdarı Abbaskulu Han, BABileri Barfurûş’tan tardetti. Bunlar giderken Aliabad’ta birleşmek istediler. SebEbi de Mazenderan eşrafı Tahran’a Şah’a biate gidiyordu. Buradan geçeceklerinden onları BABiliğe davet edeceklerdi. Halk üzerlerine hücum etti.
Molla Hüseyin, Mazenderan’da Sari civarında Şeyh Tabari’nin türbesi etrafında mükemmel bir toprak kale yaptı. İki bin BABi mücahidi kaleye yerleştirdi. Oradan halka bir beyanname neşretti. Bu beyannamede Mirza Ali Muhammed BAb’ın bir yıla kadar cihanGir olacağını, bütün milletlerin Bablığı kabul edeceğini, halkın zaman kaybetmeden BABi olması çağrısında bulunuyordu. Buralarda BABiliğin rehberi olan Hacı Muhammed Ali’ye “Hz.Ali” unvanı verip, onu itikafa koydu. Müridleri gelip onun mübarek yüzünü görmek için toplanıyordu. Bir gün Hz.Ali ata binip hamama gidiyordu. Geçtiği yollarda müridleri yerlere kapandılar. Molla Hüseyin, “Mazhar-ı İmam-ı Sâmîn”, İmam-ı RıZa-i DaRi”, “Seyyid SücCad” gibi unvanlar ihdas edip BABilere veriyordu. Dikkat edileceği üzere bu unvanlar Evlâd-ı Resûl’e aittir. Demek ki BABilik, ilk dönemlerinde tamamiyle Müslümanlık kadrosunda ve Şia akidesinde idi. Bu zat, din yolunda ölenlerin şehit olacaklarını ve kırk gün sonra dirileceklerini, daha sonra ölünce de doğrudan Cennet’e gideceklerini, “Ba’sü ba’de’l-mevt” olunca bunların bilad-ı Rum/ Türkiye, Çin ve Japonya gibi ülkelerin imparatorları olacaklarını bildiriyordu. Kimini şah, kimini padişah yapıyordu. Bir de El-Hac Muhammed Ali’den sâdır olmuş gibi bir hadis yapmıştı: “Yahzirûne min Cezîretül HuZarâ ilâ sefhi Cebel’üz-Zevrâ ve yagtiLune nahvü isna aşara elfen min’el Etrâk”. Cezîretül HuZarâ’nın Mazenderan ormanları, Türklerin ise Azerbaycan Türkleri olduğu şeklinde tefsir ve izah ediyordu. Ve “İnşallah Mazenderan’ı fethedip Tahran üzerine yürüyeceğiz, on iki bin Tahranlıyı keseceğiz” diyordu.
Bu ve benzeri apokrif/ uydurma hadisler, esasen Emevi Araplarının Horasan ve Türkistan topraklarına saldırıları sırasında Türklere yönelik katliamlara haklılık kazandırmak için uydurulmuştur. Bu uydurma hadisin mahiyeti şöyledir: “Hazar bölgesinde çıkacak kargaşada 12 bin Türk öldürülecektir”.(Prof.Dr.M.CeMal Sofuoğlu) Gerçekten Emeviler, uydurdukları hadislerin arkasında durmuş, binlerce Türk’ün kanına girmiştir.
BABilerin Mazenderan’daki bu haraketi, Nasreddin Şah’ı ürküttü. Şah, bunların te’dip edilmeleri için emir verdi. Mazenderan eşrafından Ağa Abdullah adamlarıyla beraber BABilerin üzerine hücum etti. BABiler bunları perişan edip, yağmadan sonra evlerini ateşe verdiler. Bu defa Nasreddin Şah, Şehzade Mehdikulu Mirza’yı görevlendirdi. Mehdikulu, büyük bir kuvvetle harekete geçti. Bir ırmak kenarında ordugâh kurdu. Molla Hüseyin, 300 BABi fedai ile soğuk bir gecede ırmağı geçip karargâhı bastı. Hem askerleri, hem de çok sayıda Mirza/ şehzadeyi kesti. Mehdikulu güç hal kaçabildi. Mehdikulu yeni kuvvetle tekrar Bablılar üzerine yürüdü. Molla Hüseyin karşı koydu. Kale kapısında iki kurşun isabet etti, yaralanıp Hacı Muhammed Ali’nin yanına gitti. Oradakilere; “Şimdi geçici olarak ölüyorum, dört beş yıl sonra tekrar dirileceğim” dedi ve öldü. silah ve elbiseleriyle birlikte kale kapısına, atı da yanına gömüldü. Bilindiği gibi at ile birlikte gömülme Türk geleneğidir. Zaten adamlarının tamamına yakını Türk idi.
Kale altı ay süreyle muhasara edildi. Bablılar aç kaldı. Grup grup teslim olmaya başladılar. Kalanlar, Molla Hüseyin’in atını topraktan çıkarıp kemikleriyle ateş yakıp pişirerek yediler. Çatışmaya devam ettiler. Artık ağaç yaprakları, insan kemikleri, hayvan derileri yiyorlardı. Hacı Muhammed Ali, başına yeşil sarık sarıp, hücuma geçti. Bozguna uğrayıp, tekrar kaleye kapandı. Müridleri aman dilediler. Mehdikulu, tövbe edip Bablığı terk ve İsNa-aşeRi/ Caferiyye mezhebine geri dönerlerse mal ve canlarına dokunmayacağını ilan etti. Hacı Muhammed Ali, 200 süvari ile teslim oldu. Bunlara BABiliği sordu. Hacı Muhammed Ali, birçok konuları saklayarak bazı hafif hususları söyledi. Bunları bile küfür olarak kabul eden Şii âlimleri katledilmelerine fetva verdi. Mehdikulu, ahdi bozup, sıraya dizdirdi. Birer birer karınlarını deldirerek öldürttü. Hacı Muhammed Ali, birkaç BABi ile Mazenderan’a gönderildi. Onlar da orada idam edildi. Böylece Mazenderan’da BABi isyanı bastırılmış oldu.
H.1265/ 1849’da SâLar’üd-Dövle kuvvetleri bozulup, Horasan isyanı da bastırıldı. İsyanı bastıran kuvvet Meşhed’e girince, İmam Rıza türbesindeki mücevheratı yağma etti. Mirza Taki Han, Maku ve Hoy Türklerinden, özellikle Kara-Gozlulardan asker topladı. Bunlarla İran genelinde baş gösteren isyanları bastırdı.
Zencan’da müctehid ve âlimlerden Muhammed Ali ZenCani, Muhammed Şah zamanında BABi olmuş, bundan ötürü Tahran’da ikamete mecbur edilmişti. Rahat durmuyor, “BAbül EbvAb” ve “Halifeler” ile haberleşiyor, verdiği fetvalarla Şii şeriat hükümlerini değiştiriyordu. Meselâ Şiilerin secde ettikleri “Atebât” toprağından yapılan, “mühre” de denilen “secde mührü”nün yerine bilLur bir mühür konmasını tavsiye ediyordu. Keza malların müşterek, kadınların başlarını açması, BAb’ın cihanı zapt edinceye kadar geçecek zamanın “eyyâm-ı fetret/ fetret günleri” sayılmasını, bu süre zarfında BABilerin yapacakları hiçbir fiilden ötürü sorumlu olmayacaklarını söylüyordu. Tebdil kıyafetle Tahran’dan Zencan’a gitti. Orada kısa sürede 15-20 bin mürid kazandı. Müridlerinin hiçbir günahı kalmadığını bildiriyordu.
Bablıların Zencan’da böyle çoğalması, Tahran’ı yine telâşlandırdı. Üzerlerine Arslan Han gönderildi. Muhammed Ali ZenCani, kenti siper ve hendeklerle çevirerek savunmaya hazırladı. BABi olmayanların mallarının kendilerine helâl olduğu fetvası vererek, halkın varını yoğunu yağma ettirdi ve savaş azığı tedarik etti.
Arslan Han, hücumlar yaptı. Büyük kayıplar vermekten başka bir netice elde edemedi. Tahran’dan devamlı destek akıyordu. Tahran, askerleri manevi duyguların yanı sıra bol ihsanla gayrete getiriyor, hücumlar yapılıyor, ancak her defasında Bablılar gâlip geliyordu. Âciz ve çâresiz kalan kumandanlar işi sulh ile sonuçlandırmak istediler. Molla Muhammed Ali ile muhabere ettiler. Bu girişim sonuç vermedi. Tahran Beylerbeyi Muhammed Han kumandasında yeni bir kuvvet geldi. Bu da etkili olamadı. Ardından büyük bir kuvvetle Ferruh Han gönderildi. O da netice alamadı. Ferruh Han, 200 kişi ile Muhammed Ali’nin karargâhına gece baskını teşebbüsünde bulundu. Teyakkuz halindeki Muhammed Ali, bunları çevirdi, Ferruh Han’ı maiyetiyle birlikte esir etti. Ferruh’un yanında, BABi iken kaçıp Şah’ın kuvvetlerine katılan Büyük İsmail ve Küçük İsmail de vardı. Bunları Muhammed Ali’nin yanına getirdiler. Bablığa ihanet edenlerin canlarını kurtarmalarının mümkün olmadığını söyledi. İşkence ile öldürüldüler. Kesik başları Şah ordusuna gönderildi. Şişler kızdırıp, Ferruh Han’ın vücudunu dağladı. Sonunda boynunu vurdurdu.
Bablılar çoğunlukla Türk’tü. Bunlar Kuzey İran, Horasan ve Azerbaycan ahalisinden idiler. Rehberleri de Türk ve tamamı iyi eğitim görmüş uleMadır. Bunların tedipleri için görevlendirilenler de asker olsun, kumandan olsun onlar da Türktüler. Her iki tarafta da Farslar Nadirdir. Buna bakarak BAbizm’e bir Türk ulusal hareketi demek mümkündür. Bunların amaçları siyaseten İran’ı ele geçirmek idi. İktidar güçleri de haliyle hükümet erkini kaybetmek istemiyordu. İran’da, her zaman olduğu gibi fikRi, siyasi hareket bu defa da Türkler tarafından yapılmıştı ve yine iki Türk gücü çarpışıyordu.
BABiliği imha için büyük bir gayret gösteren ve buna mecbur olan Tahran, bölgeye yeni kuvvetler gönderdi. Zencan, büyük kuvvetlerle kuşatıldı. BABiler çaresiz kaldılar. Molla Muhammed Ali, bir gece 30 kadar müridiyle Zencan’dan kaçıp gitti. Ali Merdan kalesine döndü. Kaleye girmek için şiddetle çarpıştı. Bu sırada kolundan yaralandı. Bir hafta sonra öldü. Ölürken, müridlerine 40 gün sonra dirileceğini, kılıcı ile birlikte gömmelerini ve savaşa devam etmelerini vasiyet etti. Dediklerini yaptılar, ancak kısa süre sonra müridler teslim oldular. Arslan Han, Muhammed Ali’nin ölüsünü topraktan çıkartıp, ayağına ip bağlıyarak sokaklarda dolaştırdı; “İşte böyle dirildi” dedi. Bablıların bir kısmı orada öldürüldü. Götürülenler Tahran’da idam edildi. Zencan vakası da böylece sona ermiş oldu. Zencan olaylarının böyle detaylı verilmesinden amaç, Zencan Türkleri’nin tanınmasına katkı sağlamak içindir.
Emir-Nizam Mirza Taki Han, İran’ı BABilikten kurtarmaya azmetmişti. Muhammed Ali BAb’ın vücudunun ortadan kaldırılmasına kâni idi. Bunu Şah’tan rica etti. Şah uygun görmedi. Çünkü İran’da ahundlardan, zenginlerden pek çok taraftarı olan bir adamın idamının kendi mevkii için tehlikeli olacağı fikrindeydi. Bundan sonra Mirza Taki Han ısrarını sürdürdü. Nihayet Şah, BAb’ın İran uleması ile bir dinî münazara yaptıktan sonra hakkında karar verilmesine razı oldu.
BAb, kibar müritlerinden Seyyid Hüseyin Yezdî, Molla Muhammed Ali REbib ve Ağa Seyyid Ali Zünûzî ile birlikte Çehrik kalesinde mahpustu. Tebriz’de bir encümen oluşturuldu. Bu encümene üye yapılan uleMa, vali huzurunda BAb ile ilmî bir münakaşa yaptılar. BAb, bu mecliste kendisine vahi Nazil olduğunu söyledi. Üç müctehid, BAb’ın katline fetva verdiler. İdamı ailesine bildirildi. Ailesi, BAb’tan önce kendilerinin öldürülmesini istedi. BAb, yanındaki maiyetiyle Tebriz’de Serbazlar Kışlası’nda 19 Temmuz 1849 tarihinde Hıristiyan neferlere ateş ettirilerek kurşuna dizildi. Önce Muhammed Ali bir kurşun yedi. Kurşunu yiyince BAb’a, “Uğrunda ölüyorum, benden razı mısın?” dedi. Garip bir tesadüftür ki, kurşun BAb’ın bağlı olduğu ipi kesti. BAb kurtuldu. Kaçıp, asker kulübesine girdi. Koç Ali Sultan adında biri, BAb’a nişan alıp, onu kulübenin kapısına devirdi. Cesedi günlerce sokaklarda sürünerek dolaştırıldı. Daha sonra kale dışına atıldı. Bu olaylar Bablıları Nasreddin Şah’a ebedi düşman etti.
BAb’tan sonra Yezd kentinde Müctehid Ağa Seyyid Yahya, BAb’ın yerine geçip “Subh-u Ezel” lakabını aldı. Propagandaya başladı. Hükümet kendisini takip ettiğinden Fars Vilayeti’ne gitti. Hicri 1246/ 1830 doğumlu olan bu zat, yirmi yaşında BAb’ın yerine geçti. Bu mesele bir süre böylece kaldı.
Kirmanşah’ta Molla Ali BAbiliği yayıyordu. Yakalanıp Tahran’a gönderildi. Timur adındaki biri “İmam-ı Ğâib-i Mehdi”nin naibi sıfatını takınarak, yer yüzünü zapt edeceğini söylüyordu. Çok sayıda taraftar kazandı. Üzerine asker gönderilmekten korkuldu. Çünkü ordu içerisinde de taraftarları vardı. Hile ile başı kesildi.
Bablı ulemadan Şeyh Ahmed İhsâî ile şakird ve müridleri faaliyetlerine devam edip taraftar topladılar. Halifelerinden Şeyh Ali, Tahran’da bir Cuma günü Şah’ı öldürerek inkılap yapmak istedi. Süleyman Han, Şeyh Ali ile münasebet peyda etti. BABi oldu. Evini Bablılara açtı. Süleyman Han’ın evinde bir gün Nasreddin Şah’ın katli için gizli bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda alınan kararlar şunlardır: Şah’ın bir saldırı ile öldürülmesi ve Payitahtın ele geçirilmesi.
Şeyh Ali, alınan kararları kimin icra edeceğini sordu. On iki fedai ayağa kalkarak Şah’ı öldüreceklerini beyan ettiler. Üç fedai, saraya bahçıvan olarak girdi. Nasreddin Şah bir gün bahçeye indi, karpuz yiyordu. Bu üç bahçıvanın halsiz düştüklerini görüp acıyarak onlara da karpuz verdi. Şah’ın bu hali fedaileri saldırıdan menetti. Üç gün sonra öldürmek için tekrar girişimde bulundular. Hicri Şevval 1260/ 1844’de Şah ava çıkıyordu. fedailer yol üzerinde ormana gizlendiler. Şah Maiyeti ve kalabalığı ile geçiyordu. İlk fedainin önüne gelince, “Canımız sana feda, arzuhalimiz var” diye ilerdi. Tabancasını çekip ateş etti. Kurşun isabet etmedi. Fakat büyük bir kargaşa yaşandı. Bundan yararlanan ikinci fedai de ateş etti. O da isabet ettiremedi. Şah’ın silahşorları ikinci fedaiyi de yaraladılar. fedai yarasına aldırmadan hançerini çekerek saldırıda bulundu. Mani olmak isteyenleri yaraladı, yere düşüp öldü. Bu esnada üçüncü fedai tabanca ile ateş edip Şah’ı sırtından iki küreği arasından vurdu. Fakat yara ehemmiyetsizdi. fedai yakalandı. Şah Tahran’a götürüldü. Başka bir kaynakta ise, üç fedai “Canımız sana feda olsun, arzuhalimiz var” diye bağırarak yanaştılar. Biri Şah’ın atının dizginini tuttu. Diğerleri ateş etti. Şah’ı attan yıkmaya çalıştılarsa da, biri bir taraftan, diğeri de diğer taraftan asıldığı için düşüremediler.
Şah’ın doktoru Galovsky yarayı tedavi etti. Suikastçılar BABi olduklarını iftiharla itiraf ettiler. Çok sayıda BABi tutuklandı. Sorguda büyük işkenceler yapıldı. Ancak korkuyorlardı. Bablıların ne zaman ne yapacakları kestirilemiyordu. Süleyman Han’ın evi basıldı. Süleyman Han ve Şeyh Ali tevkif edildi. Bunlar ve müridleri kafaları kesilmek suretiyle idam adildiler. RiCal, saray halkı, sadrazam ve şehzadelere öldürmeleri için ikişer BABi verdiler. Şah’ı yaralayan Mücellitoğlu Molla Fethullah Kumî, akla hayale gelmez eziyetlerle öldürüldü. Cesedi halka teşhir edildi, parçalara ayrılarak sarayın kapılarına asıldı.
Gurretül Ayn Hanım da bunlarla beraber tutulmuştu. Sarayda sorgulandı. Tehditlere kulak asmadı, çekinmedi. Fikir ve akidesi uğrunda seve seve öleceğini açıkça söyledi. İdamına karar verildi. Kocası ve kayınpederi fikirlerinden vazgeçmesi için kendisine yalvardılar. Kararından dönmedi. Gurretül Ayn’ın muhakemesi sırasında diğer BABiler de bulunuyordu. Onda hiçbir endişe ve korku eseri yoktu. Eli kanlı Avrupalıların iğrenç engizisyonlarını aratmayacak şekilde Bablıların vücutları delinip ışıklı mumlar yerleştirilerek Tahran’da geçit resmi düzenlendi. Böyle bir Zalimlik sadece Avrupa’da yaşanmıştı. Tahran Tahran olalı din adına yaşamadığı zulmün temeli böylece atılmış oldu. Tahran, din adına daha ne zulümler yaşayacaktı... Canlı, hareket halindeki BABiler, çihlçerağ/ avize hissi uyandırıyordu. İran, BABilere uygulanan zulümde Avrupa ve Amerikalıları bir iki adım geçmiştir. Bablılar hep bir ağızdan “İnNa li’lLahi ve ileyhi râciûn” nidası ile yürüdüler. Bu eziyete dayanamayan minik çocuklar yolda öldüler, çocukları çiğnemeleri için ana babalarının ayakları altına attılar. Bablılar metanetlerini hiç bozmadı. Manzara vahim ve iğrençti. Bablıların göz bebeği Türk Hanımı Gurretül Ayn ise, yakılacaktı.
Men ne-mîgûyem, semender bâşe veyâ pervâne bâşî,
Ger be-azm-i sûhten-i üfTade merdâne bâşî!
Semender ol yahut pervâne ol demiyorum,
Fakat yanmaya azmedince mert ol!
beytini okuyordu. Tahran kalesinin üstünde diri diri yakıldı. O da bu şiiri okuya okuya yandı.
Bu Kazvinli Türk kızı, dünya güzeli, Türk zekâsı bir avuç kül olup gitti. Gurretül Ayn, Türk kadınları arasında müstesna bir yere sahiptir. Bütün dünya şöhretli kadınları arasında dahi birinci sıra ona verilmelidir. Kazan’ın Süyün Bike’si, Kahire’nin Şeceret’üd-Der’i yüksek zekânın örnekleridir. Birincisinde Türk’ün fıtratına uygun yüksek vatan ve millet duygusu, diğerinde zekâ ve bilgi pek yüksekti. Gurretül Ayn ise, taht ve Tac uğrunda değil, fikre ve hürriyete düşkünlüğünden ötürü evc-i âlâya varmış, bunların peşinde büyük bir zekâ, geniş bir irfan, uzun ve zahmetli bir emek sarf etmiş, korkunç bir sona bile bile varmış, seve seve ölüme pek merdâne atılmıştır. Dünyada bu vasıfta kadın sayısı çok azdır.
Bu fikri söndürmek için kan dökenler, yangınları tutuşturanlar, Gurretül Ayn gibi bir zekâyı ve hürriyet âşıkı bir kadının ateşte yakılmasını onaylayan din adamları, her zaman olduğu gibi şeriat adına hareket ettiklerini ifade etmişlerdir. Bu insanlığın kara, kapkara yüzüdür. Hiçbir gerekçe insanları yakmak için mazeret olamaz. Gurretül Ayn’ın güzel şiirleri vardır. Bu şiirler Türkçe’ye kazandırılmalıdır. Türkler, Gurretül Ayn ile ne kadar övünseler, iftihar etseler azdır... Katolik dünyasında olduğu gibi, İslam Dünyası’nda da din adına insan yakma örnekleri mevcuttur...
Bablılar, tarihte eşi az bulunur kahramanlık, fevkalade yüksek cesaret göstermişlerdir. Fikir uğrunda, heyecanlar içinde seve seve merdâne ölüme atılmışlardır. Fikir devriminde yüksek ders ve örneklerdir. Onları korkunç ve iğrenç işkenceler yıldıramamıştır. Bu işkenceleri onları fikirlerinden, gayelerinden döndürememiştir. Bablılar her ne kadar İran’da fikir devrimini fiilen gerçekleştirememiş iseler de, fikir ve inanç uğrunda nelere katlanılabilineceğini göstermişlerdir. Gurretül Ayn gibi yaratılış harikasına, bir tövbe ile affedileceği teklif edildiği halde, fikrinden dönmeyi asla kabul etmemiş, irticaya boyun eğmemiş, fikri uğrunda kendini feda etmiştir. Onun yanarken söylediği beyit azim, iman, kahramanlık dolu, pek heyecan veren bir mana ile meşhurdur. Süleyman Han, vücudunda mumlar yanarken, acılar içinde türkü söyleyerek ölüme kavuşmuştur. Molla İsmail, cellâdın kılıcı altında kahkahalarla gülmüştür. Mirza Kurban Ali, öldürülürken şiir okumuştur.
Bu olaylardan sonra Bablılar İran’da durmayıp Bağdat’a geldiler. Bağdat’a çok sayıda İranlı gelip gittiğinden İran bunların Bağdat’ta kalmalarını kendisi için tehlikeli görmüş, Osmanlı yönetiminden uzaklaştırılmalarını istemiştir. Edirne’ye nakledildiler. Bu sırada Subh-u Ezel’in hapishaneden kaçıp gelen ağabeyi Mirza Hüseyin Ali ile arası açıldı. Mirza Hüseyin Ali, “Bahâullah” unvanı ile kendisinin BAb’ın halifesi ve uLuhiyetin son tecellisi olduğunu ilan etti. İki kardeş birbirinden ayrıldılar. Bahâullah, BAb tarafından haber verilen hakikatlerin yalnız kendisine söylemiş olduğunu iddia ediyordu. İki kardeş arasında kavga çıktı. Bablıların çoğu Bahâullah’ın tarafını tuttu. Osmanlı hükümeti, Nizayı kaldırmak için Bahâullah ve müritlerini Akka’ya, diğerlerini de Kıbrıs’a sürdü. Bahâullah’ın yerine oğlu Abbas (Abdülbaha) geçti. Bu zat Mısır, Avrupa ve Amerika’ya seyahat etmiş, Namık Kemal ile muhaberede bulunmuştur. Bu da babasının Bahailiği batıya doğru yayması vasiyetinden ötürüdür. Bahâullah’ın taraftarları BABiliği kabul etmiyordu. Avrupa ve Amerika’ya geçen BABilik, Bahâullah’ın inanç sistemidir. Bahailik bu surette meydana gelmiştir. Halen Amerika Birleşik Devletleri’nde milyonlarca Bahai vardır. İran’daki Bahailer, büyük zulümlere maruz kalmıştır. İran, Bablıların iadesi için çok uğraştı ise de, Osmanlı hükümeti vermedi. 1878, 1888 ve 1889 yıllarında İran’da BABi isyanları yaşandı. Şiddetle bastırıldı.
Müslümanlarla ve İslamiyetle oyun oynamayı gelenek hâline getirmiş olan emperyalistler ve halefleri, İran’da Sünni ve Şiiler arasında mürtecileri avlayarak kendilerine taraftar edinmeyi sürdürmüştür. Sünniliği “ÖmRi Mezhep”, Şiiliği ise “Ulvî Mezhep” olarak nitelendirmişlerdir. İngiliz altını ile kiraladıkları mürteci Sünni molla ve Şii ahundlarla Müslümanları birbirine düşürmek için her türlü propagandayı yürüttüler. Emperyalistler, her zaman bu mürteciler kanalıyla Müslümanları birbirine düşürmeyi başarmıştır.
Nasreddin Şah Kacar döneminin en önemli olayı BABiliktir. Bu konudan yeteri kadar bahsedildi. Nasreddin Şah Kacar, tahta çıktığı zaman Türkçe’den başka dil bilmiyordu. Daha sonra konuşamasa da Farsça ve Fransızca öğrenmiştir. Önce Rus, daha sonra da İngiliz nüfuzu altına girmiştir.
1873, 1878 ve 1889 yıllarında Avrupa’ya seyahatler yaptı. Bu seyahatler pek debdebeli ve masraflı idi. En çok Paris’te eğlenmiştir. İstanbul’u da ziyaret etti. Avrupa’yı gezen ilk İran şahıdır. Bu gezilerini “SeyahatName” tarzında kaleme almıştır. İran paralarını Avrupa tarzında bastırmış, telgraf hattı tesis etmiş, posta kurup, bu birliğe katılmıştır. İngilizler, onun kurduğu telgraf hattına Hindistan hattını bağladılar.
Nasreddin Şah, Avrupa medeniyetini İran’a getirmek istemiştir. Ancak dini taasup buna engel olmuştur. Hicri 1313/ 01 Mayıs 1895 tarihinde Tahran civarındaki Şah AbdülAzim Camii ziyaretinden dönerken, Mirza Muhammed Rıza KirManî tarafından rovelver ile öldürülmüştür. Bu zat, Cemalettin Afganiİran’da iken ona meclub olmuş, onu münci bilmiş, Nasreddin Şah tarafından Cemalettin Afganiİran’dan kovulduğu zaman günlerce ağlamıştı. Esedabad’ın Afşar Türklerinden olan “Afgânî” lakaplı Cemalettin Esedabadî’ye olan muhabbet ve yakınlığı, ondan aldığı vatan muhabbeti yüzünden İran yönetiminin dikkatini ve düşmanlığını çekmiştir. Hapse düşmüş, bir defasında Saltanat naibi’nin huzurunda işkence edilirken, masa üzerindeki kâğıt makasını kapıp kendi karnına saplamış, nihayet kaçıp Avrupa’ya gitmiştir. İstanbul’a gelip Cemalettin ile görüşmüş, ona çektiklerini anlatmıştır. O da, “Hayata bu kadar bağlılık niye? Zalimi öldürmeli, milleti kurtarmalı idik” demiştir. Mirza Muhammed Rıza KirManî, MağriBi kıyafeti ile İran’a dönmüş, Nasreddin Şah’ı “Şeyh Cemalettin Aşkına!” diyerek öldürmüştür. Yakalanan Mirza M.Rıza KirManî, Tahran’da asılmıştır. Bu suikastın önce BABilerden kaynaklandığı zannedilmiş ise de, durum açığa çıkmıştır. Bu suikastın babası Cemalettin Esedabadî’dir. Ne Cemalettin Esedabadî (Afgânî), ne de eğitimli bir kişi olan Mirza M.Rıza KirManî Bablıları hiç sevmezdi. Bu olayın akabinde Cemalettin Esedabadî (Afgânî) İran tarafından istendi. Ancak İstanbul bu talEbi reddetti.
KirManî, idam edilirken şu ilginç beyti okumuştur:
HoŞa ruzî ki hod-râ ber-Serdar-ı feNa Binem!
Serem kered bülend ve Alem-râ zîr-i pâ Binem
Kendimi darağacının üstünde gördüğüm gün ne hoştur!
Çünkü başımı yükselmiş, Alemi ayağımın altında görürüm.
Nasreddin Şah’ın yerine oğlu Muzaffereddin Şah Kacar geçmiştir.
Nasreddin Şah’ın, olumlu ve olumsuz yanları tarihe bırakılmalıdır. Ancak onun sanatçı yönü de vardı. Şairdi. Geriye güzel şiirler bırakmıştır. Diğer dilleri sonradan öğrenen bu Türk Şahının hayatı ayrıntılı şekilde incelenmesi gerekir. (Türk Tarihi, Resimli ve Haritalı, 5.cilt)
Bahailik, Müslüman din adamlarının hükmünce; bâtıl, yani geçersiz ve hükümsüzdür. Şia İsNa-aşeri imamlarından Muhammed El-Bâkır’ın yazdığı ifade edilen bir duAda “Bahâullah/ Allah’ın Bahâsı” ifadesi geçmektedir. Birisi çıkıp, “Bahâullah benim, yılladır dualar ederek andığınız kişiyim...” diyene kadar, herkes işinde, duasındaydı. Sonra? Ondan sonra kıyamet koptu tabii. Millet birbirine girdi. İlk ağızda tespit edilEbilen yirmi bin ölü...
Halen Bahai inancının temelinde bulunan “Kitabül-Akdes” isimli kitap, Bahai Peygamberi Bahaullah’ın sürgün yıllarında doğdu. Kur’an ayetlerinin yazılış tekniğine benzeyen kitaptaki hükümlerin pek çoğu bildiğimiz şeyler. Kur’an ayetlerinin kelime değişiklikleri ile yer aldığı “El-Akdes”te, Hz. Muhammed’in hadisleri arasında bulunan sözlerinden bazılarına ayet olarak rastlamak mümkün. Kitabül Akdes’in diğer adı “Kitab’ün-Nur/ Nur Kitabı”dır. Bu kitap, BAb tarafından yazıldı dense de, kendisinin görmemiş olması lazımdır. Kitabı yazanların ilk ateşli müritleri olan Seyyid Hüseyin ve Seyyid Hasan’dır. İman ve yüksek ahlak, inanç sistemlerinin ana temelidir.
Bahâullah, “Her adil sultanın tahtı önünde eğilmeniz gerekir” diyor. Hürriyet isteklerinden “fitne ateşi” doğacağını söyleyen bu ilgi çekici peygamber, İslamiyetin büyük değer verdiği “Cihâd”ı yasaklıyor”.
Böyle bir peygambere, sömürgelerinin çoğunda Müslümanların yaşadığı İngiltere kayıtsız kalabilir mi? Kalmıyor da zaten. Britanya Krallığı’nın Bağdat Konsolosu Bahaullah’a mektup yazarak, can güvenliği için arzu ederse İngiliz tebeasına geçEbileceğini bildiriyor. İkâmeti için gösterdikleri yer ise, Hindistan. Ama Bahâullah Akka’ya yerleşiyor. Ve 1892 yılından ölümüne kadar oradan ayrılmıyor. Bahâiliği dünyaya yayan Bahâllah’ın oğlu Abdülbaha’dır. O, hilâfeti babasının vasiyetini dinlemeden kardeşi ile kıran kırana bir mücadeleden sonra alabildi. İttihat ve Terakki’nin iktidara adım attığı yıl (1908), Akka’da babasıyla gözaltında tutuldukları kaleden ayrılan, asıl adı Abbas olan Abdülbaha önce Mısır’a gitti. Daha sonra iki yıl Avrupa’da dolaştı ve 1912’de Amerika’ya geçti. Chicago yakınında Wilmette kentinde ilk Bahai tapınağını kurdu. Avrupa’da Bahai Cemiyeti’ni oluşturabilmek için oğlu Şevket Efendi’yi, İngiltere’ye yollayıp Oxford’a kabulünü sağladı. Abdülbaha, 1913 yılında Hayfa’ya hareket etti. I.Cihan Harbi’nde İngiliz işgalciler en büyük desteği ondan gördüler. Abdülbaha, babasının vasiyetini uyguluyordu: “Krallardan biri mazlum Bahâiliği koruyunca, herkesin onu sevmeye ve hizmet etmeye koşması gerekir. Bu farzdır...” İngilizler, desteğine karşılık Bahai halifesini 1920’de süvari madalyası ile mükâfatlandırdılar.
Abdülbaha’nın esas hizmeti, Bahailiği teşkilat yapısına kavuşturmak oldu. Hayfa’da “Beytül Adl” adı verilen bir Bahai merkezi inşa edildi. BAb’ın kurşuna dizildikten sonra saklanan cesedi Hayfa’ya getirildi. Yaptırılan türbeye gömüldü. Öldüğünde Abdülbaha da aynı yere defnedildi (1921). Kermil dağındaki bu türbe, Bahai inancına göre dünyanın merkezidir. Bahai dininin yeni şefi Abdülbahâ’nın oğlu Şevki Efendi dönemi bir “Yayılma çağı” oldu. Sayıları otuz milyona yaklaşan Bahailer için beş kıtada ibadethaneler açıldı. Amerika’dakine eklenen Kampala (Uganda), Sidney (Avustralya), Frankfurt (Almanya) ve Aşkabat (Türkmenistan)... mabetleri.
Şevki Efendi, çocuğu olmadığı için halifeliği Umumî Adalet Evi adıyla kurduğu “Üst Örgüt”e devretti. 1957’de Londra’da ölen Efendi’nin ardından bu en yüksek merci hemen faaliyete geçemedi. 1963’te Londra’da Dünya Bahailer Konferansı toplandı. Daha sonra 54 ülkeden gelen delegeler, Hayfa’da Abdülbaha’nın evinde toplanarak dokuz kişilik “Kurmay” heyetini seçtiler. O günden bu yana Bahaileri bu Umumi Adalet Evi’nin kurmayları yönetiyor.
İlk dönemlerinde İslam dairesinde faaliyet gösteren Bahailer, daha sonra İslamiyetten ayrılarak, bağımsız bir din kurmuşlardır. Günümüzde Bahailiğin İslamiyet ile yakından uzaktan alakası yoktur. (Bahaîler: Kıyamet 137 yıl önce koptu…Erkekçe; Türk Tarihi, Resimli ve Haritalı, 5.cilt;; Süleyman Nazif, Nasreddin Şah-BABiler)
Devrim öncesi İran Bahailerinin sayısı 1.300.000 idi. Devrimden sonra yaşam şartları zorlaştı, baskıya maruz kaldılar. İmkân ve fırsat bulanlar ülkeyi terketti. Bahai olan tanınmış bazı ailelerin büyükleri ise idam edildi. Tahran’da oturan ve Plasko binasının sahibi, aynı zamanda Türk olan porselen ve cam üreticisi Aga-yı İlgânîyân bunlardan biridir. Başbakan Emir Abbas Huveyda, Tahran’da görevli tanınmış diplomatlar İlganîyân’ın yakın dostları idi. Porselen tabaklara Şah ailesi dâhil, ünlülerin resimlerini basardı. Halen Plasko’nun bu ürünlerine kolleksiyonerler büyük ilgi göstermektedir. Tahran’ın Afrika/ Kûy-i Afrika, Jordan ve İranzemîn mıntıkalarında ibadethaneleri mevcuttur. Ayrıca kendilerine mahsus kabristanları da vardır. Tebriz’de ise, Rah-ı Âhen/ Demiryolu ve Kûy-i Benefşe mıntıklarında yoğunlaşmışlardır. Ermeni Bağı mıntıkasında bir ibadethaneleri mevcuttur. Tebrizli Azerbaycan Türklerinden olan Dr.Ebulkasım BerkaSi, Azerbaycan aristokrat ve ileri gelenlerini Bahailiğe kazandırmak için çok mücadele etti. Devrim sırasında öldü.
Rejim değişikliğinden sonra 24 Şubat 1979’da Devrim Mahkemeleri Başkanlığı’na getirilen Ayetullah Sadık Halhalî (27 Temmuz 1926-26 Kasım 2003), müşrik oldukları için oluk gibi Bahai kanı akıttı. Devrim karşıtı oldukları gerekçesiyle de yüzlerce, binlerce Müslümanı darağacına gönderdi. Felç geçirdi ve 2003’te öldü. Komala üyelerine karşı da acımasız davrandı. Hem Kürt örgütü Komela, hem de diğer muhâlifler konusunda kullanıldı. Onun eliyle muhâlifler bir bir yok edildi.
Can alma portföyünde -günahı başına- 8 bin insanın kanı olduğu iddia edilir. İnternet sitelerinde kan içiciliği konusunda çok detaylı bilgiler bulunmaktadır. Bazı Bahai köyleri ile muhalif bazı yerleşim birimlerini bombalatmıştır. Hastalıklı mantığı ile Allahlık taslayarak, şöyle bir savunma geliştirmiştir: “Eğer suçluysalar Cehennem’e, yok eğer masum iseler Cennet’e gidecekler”.
Sadece 1979’da ikibin kişinin idamına hükmettiği, onüç yıl başbakanlık yapan Âmir Abbas Hüveydâ ve Savak/ İstihbarat Başkanı Nimetullah Nasiri’yi savunma hakkı tanımadan öldürttüğü iddia edilmiştir. Hava Kuvvetleri Komutanı General Nadir Cihanbânî’yi ise, suçsuz yere idam ettirdi. Anası Kafkasyalı olduğu için sarışın olan Cihanbânî’ye, anasından ötürü bir sürü hakarette bulunmuştur. Cihanbânî ise, hakaretlerine dayanamamış, “Ben senin gibi Arap tohumu değilim” deyince, çileden çıkmıştır. 1979 yılında Rıza Han’ın Rey kentindeki anıt mezarını önce dinamitle berhava ettirdiği, ardından grayderle kürüttüğü söylenir. Ayetullah Hüseyin Ali Münteziri, Halhalî’nin idam kararlarına ve devrim organlarının cinayetlerine şiddetle karşı çıkmıştır. Öte yandan kadın haklarını savunmuş, kadınların başlarının zorla örtülmesini kesinlikle kabul etmemiştir. Münteziri, bu ve benzeri sebeplerle Humeyni’nin veliahtlığından azledilmiştir. Ayetullah Seyyid Mahmut Talaganî de Münteziri gibi düşünüyordu ve şöyle diyordu: “Hiçbir din adamı, kadınların başını örtmekle mükellef değildir ve örtemez”.
Yeri gelmişken bir hususa daha değinelim. İran’daki devlet dairelerinde çok sayıda istismarcı devlet memuru, kendisine dindar havası vermek ve yönetim kademelerine şirin görünmek için öğle ezanından bir saat önce kollarını sıvayıp abdest alma bahanesi ile işten kaytarıyordu. Ülke geneli düşünüldüğünde, bu davranışlar büyük iş kaybına sebep oluyordu. Yöneticiler, memurların bu tutumunun yarattığı iş kaybını, öte yandan namaz kılmayanlarla girdikleri tartışma nedeniyle sebep oldukları olayları Tahran’a rapor etmeye başladılar. Yönetim konuyu incelediğinde, vahim bir durumla karşılaştı. Namaz konusunu istismar eden sahtekârların gerçek müminleri de huzursuz ettiği anlaşıldı. Konu yayınlanan bir fetva ile halledildi. Bu fetva, devlet dairelerine asıldı. Böylece İran devlet daireleri bu sahte sofuların elinden kurtulmuş oldu. Fetva mahiyet itibariyle şöyledir: “Halli be-movgı’-i erbAb-ı rücû’ bozorkteRin ibâdet-est/ Vatandaşın işini (zamanında) halletmek en büyük ibadettir”. (http://tr.wikipedia.org; http://www.google.com.tr)
O dönemin rivayetine göre; Makulu 9-10 yaşlarında bir Türk ilkokul öğrencisi, yazı tahtasına “Otobus, bozorkteRin ez-minibus/ Otobüs, minibüsten büyüktür”. Altına da imza olarak devrim lideri “İmam Humeyni”nin adını yazmış. Halhalî’yi aklınıza getirin ve sabinin akıbetini siz tahmin edin.
Türkiye Bahaileri’nin üst otoritesi, Millî ruhani Mahfil’dir. Henüz mabetleri bulunmamaktadır. Bahâullah’ın Edirne’de dört yıl kaldığı ev satın alınmış, restore edilerek ziyarete açılmıştır. Türkiye’de binlerle ifade edilen sâlikleri vardır. 1957 yılında adli takibata maruz kalmışlar ve beraat etmişlerdir. M.Zerrin Akgün’ün Ankara’da 1975 yılında yayınlanmış “İslamiyet Bakımından BABilik, Bahailik ve Hukuki Durumları-Yargıtay Kararları” isimli bir çalışması bulunmaktadır. İran’da ise, Ahmet Kesrevi’nin Bahâiliği eleştiren Bahailik veya Bahâizm olarak çevirEbileceğimiz “BahaigeRi” isimli bir kitapçığı vardır.
Büyük servet birikimi olan Bahailerin Amerika Birleşik Devletleri’nde güçlü lobileri mevcuttur. İslam Devrimi’nden sonra ağır baskılara maruz kalmalarına rağmen bir bölümü Türk olan İran kökenlilerin ülkelerine sempatileri devam etmektedir. Bu lobiden İran istifade etmeye başlamıştır. Ahmedi Nejad’a ikinci seçimlerde destek verdikleri söylenmektedir. Bu lobi sayesinde İran’da Bahailere yönelik baskıların hafiflediği iddia edilmiştir. Hatta İran yönetiminin, 2008 seçimlerinde Bahai bir milletvekilinin meclise girmesine ses çıkarmadığı söylenmektedir.
Bahai İbadetleri:
Dostları ilə paylaş: |