Pantolon/ Şalvar: Kaşkayı erkeklerinin giydiği şalvarın adı “Tumman”dır. Azerbaycan Türkleri’nin tumanına benzer. Ağı ve belden dize kadar olan bölümü genişçedir. “Arxalıq” denen saten türü koyu renkli kumaşları tercih ederler.
Arkalık: “Arkalık”ların rengi beyaz ve sarıdır. Yanları yırtmaçlıdır. Etekler sarkıktır ve bele şal kuşak bağlanır. Ayrıca kuşağın ucuna bağlı yaklaşık bir santim eninde, bir metre uzunluğunda ibrişim ile kuşak sağlamlaştırılır. Uç kısmı iki bölüm halinde ve uçları püsküllüdür. Kışın “Çogge” denilen beyaz renkli yün aba arkalıklar kullanılır.
Şal Kuşak: Kaşkayı erkeklerinin kullandığı şal kuşaklar, bir metre eninde, dört metre uzunluğundadır. Sade renkler tercih edilir. Birkaç defa dolanarak, beli pek tutması için sıkıca bağlanır.
Kepenek/ Palto: Kış aylarında palto yerine kullanılan “Kepenek” adı verilen keçe türü paltolar kullanılır. İsimleri aynı olmakla beraber, tarz olarak bunun çoban kepeneği ile ilgisi yoktur. (Dr.Menuçehr Keyanî, Köç, bâ-Aşq-ı Şeqayıq; Dr.M.Keyanî, Tarix-i MübâRezat-ı Merdum-u Îl-i Qaşqâî ez-Safeviyye Ta-Pehlevi; Dr.M.Keyanî, Nigahi be-TaRix-i Îl-i Qaşqâî Ba’d-ez-ŞehRiver 1320; Dr.M.Keyanî, PerçemDar-ı HaMase-i Cenub Sovlet’üd-Dövle Qaşqâî)
*
Büyükelçi Cemal Hüsnü Taray ve Kaşkayıların
İmhasının Önlenmesi
Bazı zamanlar Türk topluluklarının mukadderatları üzerinde politik oyunlara tevessül edildiğine şahit oluyoruz. Meselâ Kaşkayıların bir Türk kavmi olarak hayatta kalabilmelerini Türkiye’nin İran Büyükelçisi Cemal Hüsnü Taray, 18-21 Nisan 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle açıklıyor:
İran’da Şiraz yakınındaki Kaşkayıların çoluk çocuklarıyla birlikte askerî uçaklar tarafından bombardıman edildiğini, askerî harekâta geçildiğini ve nihayetinde epeyce ölü verdikten sonra teslim olduklarını gazetelerden okumuşsunuzdur. Bunlar oralara dört yüz yılı geçen bir zamandan beri yerleşmiş bir Türk aşiretidir. Dört yaşındaki çocukları en sert başlı atlara eğersiz binerler, kadınları silah kullanmakta erkeklerden arda kalmazlar. Dokudukları halılar çok zarif sanat eserleridir. Kendi aralarında 600 sene evvelki saf Türkçeyi konuşurlar. Yaylakları, kışlakları vardır. Talihleri pek hazindir. Daima öldürülmek istenilmişlerdir. 1943’te bu aşiretin toptan muhakkak katledilmelerini önlemeye, görünmeyen kudret beni sebep yapmıştır. Bu yüzden ben de ağır çileler çektim. İngiltere’nin Indien Service ile kuvvetlenen Intelligence Service’inin haksız uyandırılmış kısmına çarptırıldım. Hariçten sepilen ve yayınlanan tertipli dedikodulara vatandaşlarım da katıldı. Hakikatin gerçeğini bilenler, girişilen bu manen yıpratılma ve öldürülme gayretinde çok defa seslerini yükseltmediler. Hatta tebrik bile ettiler. Şahitlerden çoğunun hamd olsun yaşadığı, vesikalarıyla devlet dosyalarında tespit edilmiş olan bu olayı bugünkü ve yarınki kuşaklara ibret misali olsun diye anlatacağım. Hayatımın sonuna doğru açıkladığım tarih parçasında maziden gelen bir ihtiras, gelecekten beklenen bir ümit eseri bulamayacaksınız.
*
Tahran’da büyükelçi olarak gönderildiğim 1942 senesinde Rus, İngiliz ve Amerika İran’ı işgal etmişlerdi. Şehinşah Pehlevi tahtından alınmış, Cenubi Afrika’ya sevkedilmişti. İran’a ilk defa gitmiyordum. Şehinşah’ın memleketimizi ilk ziyaretinden sonra İmparatorluk zamanından beri İran ile aramızda sürüklenip giden karışık ve mühim meseleleri dostluk ve kardeşlik çerçevesi içerisinde halletmek üzere 1936’da Tahran’a gönderilecek heyetin başkanlığına hükümetçe namzet gösterilen Sayın Hasan Saka yerine, Atatürk yüksek teveccühleriyle beni seçti. Dört ay İran’da kaldım. Bütün anlaşmazlıkları ve askıda kalan meseleleri karşılaştığım birçok zorluklarla münasip hal şekillerine bağladık. Onüç mukavele imza ettik. Bu suretle Sadabat Paktı’nın zemini hazırlandı. İran’daki bu müzakerelerde çıkarılan en belalı zorluk, bizim hariciyemizin saray entrikalarını hortlatan çelmeleri olmuştur. Bu entrikaları da bir başka fırsatta anlatacağım.
O zaman valiaht olan bugünkü Şehinşahı ve birçok İran devlet adamlarını o zamandan, 1936’dan beri tanıdım. İran beni hakikaten diyebilirim ki fazla sevdi. 1942’de şimdiki Şehinşah Hazretleri başta olmak üzere, bütün İran ricali itimatları ve dostlukları ile beni şereflendirdiler. Büykelçiliğimizde sık sık verilen yemeklerde her zaman adetleri atmışa varan bakanlar, mebuslar, üniversite profesörleri, generaller, zamanın kodaman zenginleri bulunurdu. İşgal kuvvetleri ile İran’a hâkim olan devletler arasındaki prestijimiz, mübalağasız başta gelirdi. Şehinşah Hazretleri, bu müşkül zamanlarda birçok defalar benimle istişare etmek Lütfunda bulunmuşlardır. İngiliz sefiri de birçok meselelerde yardımımı rica etmiştir. Bu mühim darbeye işte bu İngiliz sefirinden haksız olarak maruz kaldım. İngiliz ittifakına, memleketimiz için esaslı bir zaruret olduğuna inananlardadım. Bu müttefikin zararına yuvarlanabilen herhangi bir teşebbüsten haberdar olduğum zaman, daima mani olmaya çalıştım. Fakat İran menfeatlerinin de tamamen Türkiye ve İngiltere hayrına uygun olduğunu da realitelerle biliyordum. İngiliz Sefirini de bu menfeatlere hürmet ettirmeye uğraştım.
Amerika sefiriyle dostluğumuz çok ileride idi. Her meselede anlaşıyorduk. O kadar ki Roosevelt, Churchill ve Stalin’in katıldıkları Tahran Konferansı müddetince, Amerikan Sefareti, Roosvelt’e refakat eden generallerin emrine tahsis edildiği için Amerikan sefiri otele değil, refikasıyla birlikte bizim sefarete misafir oldu. Tahran Konferansı’nı, Amerikan sefirinden değil, başka bir kanaldan aldığım maLumatla hükûmetimize toplantısından evvel ilk haber veren benim. Bu konferans müzakerelerine ait yazdığım ve kurye ile gönderdiğim mühim raporu bu arada söyleyeyim ki, bir Ankara seyahatimde maalesef umumî kâtibin çekmecesinde bulmuştum. Halbuki ehemmiyetine göre bunun zamanında Cumhurreisine ve Hükûmete ulaştırılması Hariciye’nin başta gelen bir vazifesiydi.
*
İngiltere Sefiri, ne diplomatik, ne siyasi kariyerden gelmişti. Intelligence Service’in baştaki adamlarından biriydi. Vazifesini konsolos, başkonsolos namları altında yapmıştır. Hatta bizde de çok zamanlar evvel Erzurum’da konsolosluğu vardı. Bulunduğu Cidde’den işgal münasebetiyle Tahran’a gönderilmiş ve sefirlik payesi verilmişti. İnsan olarak sohbetine doyulmazdı. Bilhassa edebi kültürü pek gelişmişti. Arapça, Farsça ve hatta Türkçe bilirdi. Fransızcası pürüzsüzdü. İlk İngiliz Koloni İmparatorluğu’nu kuranlar kadar vazifesinde mutaassıptı. daima küçük işlerle uğraşmaktan husuSi bir zevk alırdı. Saraydan başlayarak, belli başlı vekil ve mebus evlerinin içinde geçen en ufak olaylardan haber alabilme şebekesini kurmuştu. Görüş ufku pek dardı. SÂLahiyeti de hudutsuzdu. İlk dostluğumuz pek uzun sürmedi: Zaten dürüst görüşlü, hakkı tanıyan Amerikan sefirini de sevmezdi. Onun da aleyhinde birçok teşebbüslere girişti. İngiltere’nin prestijini İran’da yıkan o olmuştur. Birçok vatanperveri beyhude tevkif ettirdi. İran gençlerince çok sevilen ve sayılan dostum Profesör ve eski başvekili tevkif ettirmemesi hakkında yaptığım teşebbüse “bu zat, başvekil iken Almanlarla ticaret muahedesi yapmıştır” sebEbini ileri sürdü. İngiltere’nin de sulh içinde Almanlarla birçok muahedeleri yapan Nazırları ve hükûmetleri olduğunu hatırlattım. Kâr etmedi. Bize dost generaller de tevkife başlandı. “Türk dostları tevkif ediliyor” şayiası Tahran’da duyuldu ve yürütüldü. Bu beyhude ve İngiltere menfeatlerine de yararı olmayan tevkiflerden vazgeçmesini rica ettim, dinlemedi. İranlılar müteaddid defalar Londra’da kendisinden şikâyet ettiler. Değiştirilmesini istediler. Netice alınamadı. Değiştirilmesi için bizim de yardımımızı istediler. Ben de Hariciyemizi harekete geçiremedim.
*
Birgün sıra Kaşkayılara geldi. İlk dünya harbinde Kaşkayılar bizimle ve Almanlarla beraber olmuşlardı. Bu harpte de bir iki Alman casusu bu aşirete iltica etmişti. Bunlar Rusya’ya mühimmat sevkedilen güney şimendifer hattını tehlikeye düşürEbilir dendi. İngiltere sefiri tedbir almakta haklıydı. Yalnız bu defaki tedbir bunları toplu olarak imhayı hedef tutan bir askerî plana bağlanıyordu. Hararetle askerler sevkedilmeye, uçak, top, mitralyöz gönderilmeye başlandı. Ayrıca Bahtiyari aşireti de Kaşkayılara karşı silahlandırılıyordu.
İngiliz sefirine bu aşireti yok etmektense, İran hükûmetiyle de anlaşarak Türkiye’ye nakletmeyi teklif ettim. Yüzü güldü: “Bu insanca bir hareket olur. Hem biz, hem de İranlılar bu sevmediğimiz aşiretten kurtulmuş oluruz. Siz hükûmetinize yazınız. Resmen bunu bize teklif etsinler. Ben de muvafakatimi Londra’ya hemen yazacağım” dedi. Maalesef o vakitki Dışişleri Bakanımız, bizdeki İngiliz büyükelçisine “Siz Kaşkayıları öldürmek istiyormuşsunuz, biz almaya hazırız” demiş. İngilizler hiçbir zaman bu cinsten ağır itham ve mesuliyet altında kalmayı kabul etmemişlerdir. Bu nedenle yapılan teklifi kolaylıkla beklenEbileceği gibi reddettiler ve Tahran’daki İngiliz elçisi de bana “Biz böyle mi konuşmuştuk?!” diyerek bakanın işi ters tutması yüzünden bozulan anlaşmanın suçunu bana yüklemeye kalkıştı.
Aşireti yok etme tertibatı ilerlemişti. Kurtulmaları imkânı yoktu.
Kaşkayıları saran silahlı kuvvetlerin başına eski Kacar prenslerinden dostum Serleşker/ Tümgeneral EManullah Cihanbânî tayin edildi. Şiraz’a hemen hareketinden evvel davetim üzerine sefarete geldi ve birbuçuk saat konuştuk. Cihanbânî, asıl hareketin İngiliz Ataşemiliteri tarafından idare edildiğini, kendisinin asker olduğu için aldığı emri yerine getirmekten başka bir yola gidemeyeceğini, ancak hükûmetten “Bu işin sulhen halledilmesi” yolunda bir emir alırsa, silah patlatmadan Kaşkayılarla anlaşabileceğini söyledi…
Ali Süheyli’nin (18 İsfend 1320-15 Mordâd 1321/1941-1942) başvekâlete getirilmesine parlamentodaki dostlarımız vasıtasıyla çok yardımım geçmişti ve kendisini dost yapmıştık. Aynı akşam Başbakanlıkta kendisini gördüm. Dışişleri Bakanı Muhammed Sâid’i ساعد ikna edersem, Vekiller Hey’etinden Savaş Bakanı Serleşker/ Tümgeneral EManullah Cihanbânî’nin telkin ettiği yolda bir kararın alınabileceğini söyledi. Hariciye’de gece onikilere kadar çalışan dostumuz Sâid’i görmeye gittim. Meseleyi uzun uzun görüştük. Söylediklerini kendisine yazı ile verirsem böyle bi kararın vekiller heyetinden daha kolay alınabileceği fikrinde bulundu. Zaman dardı. Ankara’ya yazıp cevap alıncaya kadar 150 bin (bugün 500.000) kişilik Türkçe konuşan bir aşiret tamamen yok edilmiş olabilirdi. Zaten elçinin mühim vazifesi böyle anlarda mesuliyeti üzerine alarak karar vermekti. Sâid’e bunu hükûmetim Namına değil, şahsım Namına İran’ı hakikaten seven ve sevdiğini birçok hareketleriyle ispat etmiş olan bir dost sıfatıyla yazabileceğimi söyledim. Onu da kabul etti. Hemen çağrılan bir kâtibe o anda düşündüklerimi dikte ettirdim.
Yazdırdığım, imzamı taşıyan ve şahSi olduğunda ısrar ettiğim Fransızca muhtıranın hülasası şudur:
“Aşiretlerin birbirleri aleyhinde devletin tamamiyle karşısında olmayıp, mahallî bir takım isteklerinden ileri gelen kalkışmaları, İran müttefiklerinin emniyeti ve vatandaşlarının hakkı olan en son çare devletin silahlı kuvvetlerine müracaat etmeden, sulhen yatıştırma çârelerine tevessül etmenin İran’ın yüksek menfeatlerine daha uygun düşeceğini, herhangi bir resmi sıfatla değil, sırf İran’ı seven bir dost olarak mütalaa etmekteyim”.
Vekiller heyeti, ertesi sabah öğleden evvel General Cihanbânî’ye, “SiLah kullanmadan evvel ihtilafın sulhen halledilmesi vasıtalarına müracaat edilmesi” emrini verdi.
Kaşkayılar işinin de bütün diğer meselelerde olduğu gibi evreleriyle günü gününe Dışişleri Bakanlığımıza tabiatiyle bildiriyorduk.
Kabine tarafından General Cihanbânî’ye verilen emirden iki gün sonra akşama doğru Kaşkayı aşireti reisinin Tahran’a geldiği ve bizimle sefarette değil, başka bir yerde konuşmak istediği haberi verildi. Ataşemiliterimiz rahmetli Naci Akay ile birlikte Tahran’dan onbeş kilometre uzaktaki yazlık sefaret binamızda Hüsrev Kaşkaî’yi kabul ettik.
Yirmiiki yaşında bu kahraman delikanlı bize evvela yaşlı gözlerle ve Temiz Türkçesiyle “Babamız ilk defa evlâtlarıyla ilgileniyor. Minnettarız. General Cihanbânî bize her şeyi anlattı ve beni askerî tayyare ile buraya gönderdi. Emirleriniz almaya geldim” dedi.
Bütün vaziyeti olduğu gibi kendisinden dinledik. Ve kendisine “Alman casuslarını İngilizlere teslim edeceksiniz ve İngilizlerin bütün istediklerini yapacaksınız” dedik. Ve tereddüt etmeden “Bize sığınanları hayatımız pahasına da olsa teslim etmeyiz. Bu aşiretin namusudur. Bu işi aşiret reisi anamıza danışmamız lazımdır” cevabını verdi. Anasının Tahran’a gelirken kendisine ne talimat verdiğini sordum. “Türk paşası ne derse onu yap” emrini vermiş. “O halde size sığınanları elinizle teslim etmeyin. Fakat kendilerine hudutlarınızdan hemen çıkmalarını söyleyin. Bu da benim emrimdir. Yoksa bütün aşiretinizle birlikte öleceksiniz” dedim. Ve İngilizceyi güzel konuşan bu gence ertesi sabah doğruca İngiliz sefaretine giderek, sefirin ileri süreceği şartları, sığınanları teslim etmeye ait kaydı ileri sürerek kabul etmesini ısrarala söyledik. Ve nihayet kendisini ikna ettik. O gün öğleden sonra Hüsrev Kaşkaî sefarete geldi. Yine ataşemiliterimizle birlikte kabul ettik. İngilizlerin bütün isteklerini, sığınanları hudutlarından çıkarmak şartıyla kabul ettiğini ve tam anlaşma içinde bir protokolu imzaladığını anlattı.
Bu protokol gereğince İngilizler tayyare karargâhıyla birlikte istedikleri her yeri işgal edecekler. Kaşkaîler silahlarını teslim edecekler ve Güney Şimendifer hattının emniyetinden de mesul olacaklardı. Böylece, 150-160 bin kişi ölümden kurtulmuş ve kan dökülmeksizin İngiliz müttefiklerimizin de bütün istedikleri sağlanmıştır.
*
Bu neticeden İngiliz sefirinin de memnun olacağını tahmin etmekte, kendi mantığımızca haklı idim. Hayır, o ne taassup! İngiliz sefiri de Hüsrev Kaşkaî’den biraz sonra ziyaretime geldi. İlk sözü “İran’ın dâhili işlerine müteMadiyen karıştığınızdan dolayı sizi hükûmetime şikâyet ettim. Burada İran’ın işlerine yalnız işgal devletleri karışabilir” oldu. “İstediğimizin hepsi kan dökülmeden elde edilmiş oldu. Bu suretle hem İranlı kardeşlerimize, hem de müttefiklerimize çok hayırlı yardım yaptığımız kanaatinde idim” yolunda cevap verdim. “Biz, istemediğimiz yardımı da dostluk addetmeyiz” dedi. “Zaten verdiğiniz kararı icra etmişsiniz. Beni de hükûmetinize şikâyet etmişsiniz. Ben vicdanen müsterihim. Ve çok iyi bir iş yaptığımın emniyeti içindeyim” diyerek konuşmayı kestim.
İngiliz sefirinin birçok vesilelerle İran’daki ileri vaziyetimden, davetlerimden, münasebetlerimden hoşnutsuzluğunu açıkladığını da biliyordum.
*
Başından sonuna kadar meseleden haberdar edilen Hariciye Vekilimizden iki gün sonra zehir zenberek bir telgraf aldım:
Özetle; “Londra’nın emriyle, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi’nin çok sert bir konuşma ile benim İran’ın dâhili işlerine müdahalemden ağır şikâyetler ettiğini, bu hareketin ittifakımızla bağdaşmadığını söylediğini, bildiriyor ve İran hükûmetine şahsım Namına verdiğim beyanatı da aklın ve mantığın kabul etmeyeceği surette tenkit ettikten sonra telgrafı alır almaz İngiliz Sefiri’ne giderek, bir daha İngiliz müttefiklerimizin muvafakatı olmadıkça herhangi bir işe müdahale edilmeyeceğini, esasen buna hükûmetimin de muvafakatı olmadığını söylememi tavsiye ediyor ve bunu, bende mevcut vatanperverlik imaniyle yapacağımdan emin olduğunu da ilave ederek, İngiliz sefiriyle görüşmemiz neticesinin derhal kendisine telgrafla bildirilmesini istiyordu”.
Verdiğim cevap şifreli olduğu için buraya aynen geçirememekten müteessirim. Hülasası şudur:
“TalEbiniz, bende mevcudiyetinden bahsettiğiniz iman hududuna giremez. Lozan’dan 1921’de Ankara’ya geldiğim vakit başlanan davanın neticesi belli değildi. Yalnız tutulan yolun Türk’ün tek çaresi olduğuna iman edenlerdenim. Siz de bekâr da olduğunuz için bizim gibi Ankara’ya gelebilirdiniz. Fakat Sevr Muahedesini imza eden Bern Sefiri Halis Bey’in kâtibi kalmayı tercih ettiniz. Ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı Devleti’nden intikal eden binalar ve dosyalar arasında kaldınız. Tarziyeyi siz verirseniz samimiyetine daha çok inanırlar. Esasen köşe başında bekleyip, beni arkadan vurmayı denemeniz ilk defa olmuyor. 150 bin kişinin ölümden kurtulmasına yardım etmiş olmak benim için bütün hayatımda bir şeref olacaktır”.
Aynı zamanda hemen yola çıkarttığım hususi bir kurye ile de o vakitki Sayın Cumhurreisimize gönderdiğim mektupta şöyle diyordum:
“Menemencioğlu’nun yazdığı bir telgrafa verdiğim cevabı yüksek huzurlarınıza sunuyorum. Bu uzun yazıları Devlet Reisimize ve Rejim Şefimize arzedEbilmek cesaretini, mesleğimin şahsi olmaktan ziyade devlet işlerindeki usul ve telakkinizi alakalandırdığı müLahazasında bulundum.
Hariciye Vekili ile Büyükelçi arasında hariciye işlerine ait mutat münasebetler çerçevesinden çıkarak, daha umumî mefhumda devlet işlerini ve devlet adamları vazifesini ilgilendirir mahiyet alan bu mevzuda Menemencioğlu aynı zamanda hâkim olmak vaziyetinden çıkmış bulunuyor.
Dostları ilə paylaş: |