153 dilbilim
guoğlu'nun Ana Hatlarıyla Türk Grameri (1940), Türk Grameri -/, Sesbilgisi (1959), Türkçe'nin Grameri (1974), Ahmet Cevat Emre'nin Türk Dilbilgisi (1945), Muharrem Ergin'in Türk Dil Bilgisi (1958), Haydar Ediskun'un Yeni Türk Dilbilgisi (1963), Tahir Nejat Gencan'ın Dilbilgisi (1966) adlı kitapları özellikle anılabilir. Bunların bazısı artsüremli dilbilgisine de yer vermekte, ayrıca yeni yeni dilbilimin inceleme alanına giren anlambilim, üslupbilim gibi dalların verilerini de söz konusu etmektedir. Örneğin Yüksel Göknel, Modern Türkçe Dilbilgisi (1974) adlı yapıtında Türkçenin sözdi- zimsel yapısını üretici-dönüşümsel dilbilgisi kuramına göre çözümlemeye çalışır. Türkçenin bazı özelliklerini (örn. ekler, sesbilgisi, sözcük türleri, sözdizim gibi) kuralcı-betimleyici, artsüremli ya da çağdaş dilbilim kuramlarının dayandığı inceleme yöntemine göre değerlendirilen ve çözümleyen araştırmalar da yapılmıştır. Bunlar arasında Vecihe Hatiboğlu'nun Türkçenin Sözdizimi (1972) ve Türkçenin Ekleri (1974), Hikmet Dizdaroğlu'nun Tümcebilgi- şi (1976), Doğan Aksan, ..Neşe Atabay, İbrahim Kutluk ve Sevgi Özel'in Sözcük Türleri (1976-77, 2 cilt), Ömer Demircan'ın Türkiye Türkçesinde Ek-Kök Birleşmeleri (1977), Oya Adalı 'nm Türkiye Türkçesinde Biçimbirimler (1979), N. Atabay, S. Özel ve A. Çam'm Türkiye Türkçesinin Sözdizimi (1981), Rasim Şimşek'in Örneklerle Türkçe Sözdizimi (1987) adlı kitapları sayılabilir. Ayrıca Türk Dil Kurumu, dilbilgisi terimlerini Türkçeleştirmek ve terim birliğini sağlamak amacıyla bir ortak yapıt olan Felsefe ve Gramer Terimleri (1942), Vecihe Hatiboğlu'nun hazırladığı Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü (1969) ile gene ortak bir yapıt olan Dilbilim ve Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü (1980) gibi dilbilgisi terimleri sözlükleri yayımlamıştır. Doğubilim ve Türkoloji bölümleri bulunan yabancı üniversitelerde görevli bazı yabancı Türkologlar (J. Deny, E. Rossi, P. Wittek, G. Nemeth, A. N. Kononov, G. L. Lewis, R. Underhill, L. Bazin vb) Türkiye Türkçesinin yapısı, ses ve sözdizim özellikleri üzerinde araştırmalar yapmışlar ve bağımsız Türkçe dilbilgisi kitapları yayımlamışlardır. Türk dillerinin karşılaştırmalı dilbilgisi konusunda da yerli ve yabancı bilim adamlarının (A. C. Emre, A. Dilâçar, V. Radlov vb) bazı çalışmaları vardır.
dilbilim, LiNGUiSTiK olarak da bilinir, dili bir sistem olarak gören ve niteliğini, yapısını, birimlerini ve dönüşümlerini inceleyen bilim dalı.
Dilbilim terimi, ilk kez 19. yüzyılda dil incelemelerindeki yeni bir yaklaşımı geleneksel filolojiden ayırmak için kullanılmıştır. Filoloji öncelikle dilin yazılı metinlere yansıyan tarihsel gelişimiyle ilgilenir. Çalışma alanı kültür ve edebiyattır. Dilbilim de yazılı metinlerle ve dilin zaman içindeki değişimiyle ilgilenmekle birlikte, konuşulan dillere öncelik tanır, dilin belli bir tarihsel andaki yapısını çözümler. Dilbilim, üç karşıtlık içinde incelenebilir: Eşsüremli dilbilim-artsüremli dilbilim, kuramsal dilbilim-uygulamalı dilbilim, makro- dilbilim-mikrodilbilim. Eşsüremli (eşzamanlı) dilbilim, dili belli bir andaki durumuyla ele alır, evrim dışında ve zamandan bağımsız bir sistem olarak inceler; artsüremli (artzamanh) çözümleme dilin evrimini inceler. Kuramsal dilbilimin amacı, dilin yapısıyla ilgili genel bir kuram oluşturmak ya da dillerin incelenmesi için genel bir kuramsal çerçeve oluşturmaktır;
dilbilim 154
uygulamalı dilbilim dil incelemelerinden çıkan sonuçlan ve yöntemleri, dil öğretiminin geliştirilmesi gibi pratik disiplinlere ve konulara uygular. Makrodilbilim dilin biyolojik ve ruhsal boyutlarına, kültürel bağlamına eğilir (psikolojik dilbilim gibi bileşik disiplinler bu yaklaşımın ürünüdür); mikro- dilbilim, dillerin toplumsal işlevlerinden bağımsız başlı başına bir alan olarak incelenmesini öngörür.
Tarihsel gelişim. İlk dil çalışmalannm Çin' de ve Hindistan Yanmadasında, yazının standartlaştırması ve zamanla anlaşılmaz olmuş eski kutsal metinlerin yorumlanması gibi pratik amaçlarla başladığı sanılmaktadır. Hindistan Yarımadasında, kutsal Veda metinlerinin yazılı olduğu Sanskrit dili üzerine en önemli yapıt, Hintli dilbilgisi uzmanı Panini'nin sutra'lardan (kısa ve özlü kural) oluşan dilbilgisi kitabıdır (İÖ 5. yy). Panini, tümceleri ve sözcükleri en küçük birimlerine ayırarak çözümlemiş, dilin derindeki yapısıyla yüzeydeki oluşumları arasındaki ilişkiyi araştırmıştır.
Yunanlılarda dil araştırmalan ilk filozoflarla birlikte, İÖ 6. yüzyılda başladı. Eski Yunan filozoflarının en çok uğraştıkları konulardan biri de, doğal olanla toplumsal bir uzlaşmanın ürünleri arasındaki ayrım oldu. Dilin sözcükleri ile bunların gösterdiği nesneler ve kavramlar arasındaki ilişki doğal mıdır, yoksa insanlar tarafından mı yaratılmıştır? Herakleitos'un, Demokritos' un yapıtlarında Platon'un Sokrates diyalog- lannda bu soruya değişik yanıtlar verildiği görülür. Aristoteles ise ilk kez dil araştır- malannı genel felsefeden ayırarak, bağımsız bir dilbilgisi kurmaya yöneldi, sözcükleri yapılarına göre sınıflandırdı. Stoacı filozoflara gelindiğinde, dilbilimin ana karşıtlıklarının açıkça tanımlandığı görülmektedir. Stoacılar "doğa-toplumsal uzlaşma" tartışmasında bir orta yol tutturdular, sözcükler- deki sesler ile bunlann gösterdiği nesneler ve kavramlar arasında doğuştan gelen bir bağ olmasa bile, çok eskilere gidip etimon denen köklere varıldığında böyle düzenli bir bağın bulunabileceğini savundular. Stoacılar böylece, sözcüklerin kökenlerini ve hangi evrelerden geçtiklerini araştıran etimoloji dalını da kurdular. Stoacıların bir başka önemli katkısı da dilsel göstergenin (sözcüklerin vb) bir biçim yanı, bir de içerik yanı bulunduğunu ortaya koymalarıdır. Bu ayrım, 19. yüzyıl sonunda Saussure'ün "gösteren" ve "gösterilen" kavramlarıyla birlikte çağdaş yapısal dilbilimin temeli haline getirilecektir.
"Doğa-uzlaşma" tartışması Helenistik dönemde "düzenlilik-aykırıhk" karşıtlığı içinde devam etti. Buna göre, insan dilinin işleyişinde belirli bir düzen vardır, dilin yapısı ve çalışma biçimi belirli kurallara bağlanabilir. Dilbilgisi çalışmalannm amacı, dildeki bu düzenliliği ortaya çıkarmak olmalıdır. İskenderiye okulunun öne sürdüğü bu görüşlere karşı, Bergama okulu, dildeki aykırılıklara, düzensizliklere ağırlık verdi. Bu tartışma "doğa-uzlaşma" tartışmasıyla birleşerek yeni karşıtlıklar yarattı. Bazı "düzenciler" dildeki düzenliliğin dilin insan yapısı olmasından kaynaklandığım öne sü- 'rerken, bazı "aykıncılar" da toplumsal uzlaşma formülünü kendilerine mal ederek, dildeki düzensizliğin aslında dilin insan yapısı olmasından kaynaklandığım savundular. İskenderiye okuluna bağlı dilbilgisi uzmanı Trakyalı Dionysios, Aristoteles'in ad, eylem ve bağlaç sınıflandırmasını daha da geliştirerek, sözcükleri daha ayrıntılı bir biçimde sınıflandırdı ve böylece biçimbili- min temellerini attı. İS 2. yüzyılda yaşayan
Dyskolos ise, Yunancanm tümce yapısını inceleyerek bir sözdizim kuramı oluşturdu. Roma döneminin en önemli dilbilgisi uzmanı, 6. yüzyılda yaşamış olan Priscia- nus'tur. Priscianus, Yunanca dilbilgisini La- tinceye uygularken, biçim ölçüsünü bıraktı ve bunun yerine anlam ölçüsünü benimsedi. Bu yaklaşım, yüzyıllar boyunca Avrupa dillerine ilişkin dilbilgisinin anlam temeline göre yazılmasına yol açtı. "Doğa-uzlaşma" tartışması, felsefe alanında ortaçağda da adcılık (nominalizm) ile gerçekçilik arasında devam etti. Adcılar, adların gösterdikleri nesnelerle bağlarının nedensiz ve rastlantısal olduğunu, gerçekçiler ise sözcüklerle çeşitli kavram ve nesneler arasında zorunlu bir bağ bulunduğunu savundular.
Ortaçağda dil çalışmalanna önem veren bir başka grup da, modistae adı verilen skolastik düşünürlerdir. Bunlara göre gerek dilde, gerek evrende belli bir düzen vardır. Her ikisinde de belli sayıda birimler belirli kurallara göre birleşerek iş görür. Modistae grubundakiler dilin düzeni ile evrenin düzeni arasındaki ilişki üzerinde durdular, sözcüklerin ve tümcelerin evreni gösterme, anlamlandırma biçimlerini araştırdılar ve dilin yapısının çözümlenmesiyle evrenin yapısı üzerine bilgi edinilebileceğini savundular.
Rönesans'ta spekülatif dilbilgisi bir yana bırakılırken, Avrupa'nın yerel konuşma dillerinin ve o tarihlerde yeni yeni öğrenilen dünya dillerinin incelenmesi önem kazandı. 17. yüzyılda Fransa'da Port-Royal Manastırında yetişen bir grup dilbilgisi uzmanı, bugün de etkinliğini sürdüren bir dilbilgisi kuramı geliştirdiler. Descartes'm felsefesinin etkisini taşıyan Port-Royal okuluna göre bütün dünya dilleri, dilbilgisi açısından evrensel insan aklının mantık düzenine uyabilir. Bu okula bağlı dilbilgisi uzmanları, evrensel bir dilbilgisine ulaşmak, ama bunu a priori temellere dayanmadan gerçekleştirmek istediler. Çalışmaları, günümüzdeki üretici-dönüşümsel dilbilimi etkilemiştir. Karşılaştırmalı ve tarihsel dilbilim. 18. ve 19. yüzyılların en önemli gelişmesi, dil araştırmalannda karşılaştırmalı yöntemin kuruluşudur (bak. karşılaştırmalı dilbilim). 18. yüzyılda Avrupalıların Sanskrit dilini öğrenmesi bu alanda önemli sonuçlar doğurdu. 1786'da Hindistan'daki İngiliz mahkemesinin başkanı Doğubilimci Sir William Jones, Sanskrit diliyle Yunanca ve Latince arasındaki benzerliğe işaret ederek bu üç dilin ortak bir kökenden türemiş olduğu tezini ortaya attı. Bundan sonra, 1816'da Franz Bopp, 1822'de Jacob Grimm, Hint-Avrupa dil ailesi tezini kanıtlayan yapıtlarını yayımladılar. Grimm, bu dillerdeki sözcüklerin sesleri arasında oldukça düzenli bir ilişki olduğunu gösterdi. Örneğin, bilinen en eski Germen dili olan Got dilindeki "f" sesinin yerini, Yunanca, Latince ve Sanskrit dilinde çoğu zaman "p" almaktadır. ("Ayak" sözcüğü Got dilinde fotus, Latince pedis, Yunanca podös, Sanskrit dilinde padâs'tır.) Grimm'e göre, bu farklılıklar, ortak Germencede gerçekleşen belirli bir "ses kayması" yasasının ürünüdür. Oldukça düzenli bir biçimde işleyen bu yasaya uygun olarak sözcük sesleri, zaman içinde düzenli bir döngü içinde değişmektedir. Örneğin "bh" gibi solukluların yerini "b" gibi soluksuz titreşimli sesler, "b"nin yerini de "p" gibi titreşimsiz sesler almıştır. Bu araştırmalar, sesbilgisinin kurulmasını da sağlamıştır.
19. yüzyılda, romantik tarih felsefesinden kaynaklanan ve 20. yüzyılda etkisini sürdürecek olan yeni bir dil kuramı da geliştirildi. Daha önceki bütün kuramlara göre, insanlar çevrelerindeki dünyayı ve evreni anlamlandırmak, tanımlamak için dili yaratmışlardır. Gerçeklik, dilin dışında, dilden önce vardır. J. G. von Herder ve Wilhelm von Humboldt gibi tarihselci düşünürler ise bunun tam tersini savundular. Bir toplumda yaşayan insanlar dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, dillerinin kendine sunduğu biçimde görmektedirler. Bu yüzden, tek ve aynı gerçekler dünyası, ayrı diller konuşan toplumlara başka başka gözükecektir. Hum- boldt'a göre insanlar bu dünyada anadillerinin dünyayı kendilerine tanıttığı biçimde yaşamaktadırlar. Eski yaklaşıma göre dil, insanları nesnel gerçeğe götüren, tarafsız ve saydam bir araçken, tarihselci yaklaşıma göre, kendisi de belli bir dünya görüşü içeren, bu görüş doğrultusunda insanlann gerçeğini biçimlendiren bir etmendir. Bu yaklaşım, 20. yüzyılda Sapir, Whorf, Levi- Strauss gibi yapısalcı antropologlar tarafından geliştirilecek, yeni bir felseye kaynaklık edecektir.
20. yüzyıl: Yapısalcılık. Yapısalcılık, bazısı birbirinden oldukça farklı birkaç yaklaşım ya da yönelişin ortak adıdır. Avrupa'da yapısal dilbilim(*) İsviçreli dilbilimci F. de Saussure'ün ölümünden sonra Cours de linguistique generale (1916; Genel Dilbilim Dersleri, 1976-78, 2 cilt) adıyla yayımlanan ders notlarından doğdu. Saussure'ün katkısı, dili birbirinden bağımsız birimlerin (örn. tek tek sözcüklerin) toplamı olarak değil, ancak birbirleriyle ilişki ve farklılıkları içinde değer kazanan birimlerden oluşmuş bir "sistem" ya da "yapı" olarak tanımlamasıdır. Bu yapı*; birtakım ikili öbeklendirmelerle ya da karşıtlıklarla belirlenir. Töz-biçim ve dil (langue)-söz (parole) karşıtlıkları bunların en önemlile- rindendir. Saussure dilsel göstergeyi de, gösteren ve gösterilen olarak iki yöne ayırmış ve dilbilimin asıl çalışma alanının gösterenlerin incelenmesi olduğunu savunmuştur.
Saussure'ün görüşleri, daha sonra, Prag okulu(*) ve Kopenhag okulu adıyla bilinen iki dilbilim çevresince geliştirildi. Başlıca temsilcileri N. S. Trubetskoy ve Roman Jakobson olan Prag okulu, Saussure'ün "dilde, farklılıklardan başka bir şey yoktur" sözünü kendine çıkış noktası alır ve dili bir karşıtlıklar sistemi olarak tanımlar. Örneğin Türkçedeki "&an" "san", "fan" sözcükleri, bir karşıtlık ilişkisi içindedir. Bu sözcükleri birbirinden ayıran, sözcüklerin bütünü değil, yalnızca birinci sesler arasındaki farklılıktır. Sözcüklerin "gösterenler"ini ya da anlamlannı birbirinden ayıran da bu farklı sesler ya da ses birimleridir. Bütün dili böyle bir dizi karşıtlık halinde göstermek olanağı vardır. Prag okuluna göre, bu farklılıkları yaratan "k", "s", "t" sesleri, "kan" ve "tan" seslerini birbirinden ayırırken, belli bir ayırma işlevini yerine getirmiş olur. Dildeki birimleri, farklılık yaratıcı işlevlerine göre inceleyen Prag okulunun bir adı da Işlevselci okuldur. Trubetskoy, işlevselciliği(*) sesbilgisi alamna da uygulamış, anlam ayırma işlevini yerine getiren en küçük ses birimlerine sesbirim (fonem) adını vermiştir. Çağdaş sesbilim bu çalışma- lann ürünüdür.
Kopenhag okulu da Saussure'ün şu iki sözünden yola çıkar: "Dil, göstergelerden kurulu bir sistemdir" ve "dil, bir töz değil, bir biçimdir." Kopenhag okulu, Saussure' ün gösteren ve gösterilen terimlerini "anlatım" ve "içerik" olarak yeniden adlandırmıştır. Okulun önderi Louis Hjelmslev'e göre, bu düzlemlerin her ikisi de iki katmandan oluşur: Biçim ve töz. Töz, bir hammadde yığınıdır. İçerik düzlemindeki tözler, çeşitli kavramlar, düşünceler, anlamlardır. Anlatım düzlemindeki tözler, sesler oluşturur. Biçim ise bu hammaddeleri düzenleyen, bunları dil haline getiren kurallardır. içeriğin biçimi, çeşitli gösterilenler (kavramlar) arasındaki biçimsel ilişkilerdir. Anlatım biçimi ise bütün bu malzemeyi örgütleyerek dil sistemi haline getiren kurallardır ve dili dil yapan asıl etken de budur. Dili matematik, cebir gibi içeriksiz, soyut bir biçimler sistemi olarak ele alan Kopenhag okulunun geliştirdiği yaklaşım glosematik(*) olarak da anılır.
Yapısalcılığın bir kanadı da, büyük ölçüde Saussure'den bağımsız olarak ABD'de gelişti. Bununla birlikte ABD ve Avrupa'daki yapısalcı yaklaşımların ortak yönleri de vardır. Her ikisi de çeşitli dillerin yapısal benzersizliğini vurgulamış, her dilin kendi içinde tutarlı ve bütünsel bir sistem olarak incelenmesi gerektiğini savunmuştur.
Amerikan yapısalcılığı, 19. yüzyılda Kuzey Amerika'da yüzlerce Yerli dilinin keşfedildiği bir ortamda doğdu. Bu koşullarda Franz Boas gibi antropolog dilbilimciler, genel bir insan dili kuramı oluşturmak yerine, bu bilinmeyen dillerin çözümlenmesi için güvenilir bir yöntem geliştirmeyi yeğlediler.'Boas'm öğrencisi olan ve onun gibi antropoloji alanında da çalışan Edward Sapir de Humboldt'un etkisi altında, her toplumun kabul ettiği sözde gerçekler dünyasının, o toplumdaki insanların haberi olmadan, gene toplumun dil alışkanlıkları tarafından yaratıldığını savundu. Sapir, çalışmaları sırasında Yerlilerin bazı sesleri yazıya geçirmekte güçlük çektiklerini de gördü, her dilin kendi özel "ses örgüsü" nün, o dilin olanaklarını ve sınırlarım belirlediğini belirtti. Bu yaklaşımı çeşitli dillerden ayrıntılı örneklerle destekleyerek geliştiren, Sapir'in öğrencisi B. L. Whorf tur. Whorf a göre, her toplum kendi yaşadığı düzenin koşullarına göre gerekli sözcükleri türetmektedir. Her dilin içinde gizli bir dünya modeli vardır. Anadilini öğrenen çocuk bu dünyayı da benimsemekte, dilin dünyası çocuğun düşüncelerini biçimlendirmektedir.
ABD'li dilbilimcinin Yerli dilleri karşısındaki ölçülü tutumu, dilbilimde davranışçı okulun ya da betimleyici yaklaşımın gelişmesini de sağladı. Bu dillerin yazılı metinleri olmadığı ve bu yüzden tarihsel gelişimleri incelenemediği için, yapılacak tek şey o andaki durumlarını olabildiğince nesnel ve ayrıntılı olarak gözlemlemek ve olduğu gibi betimlemektir. Bu görüşün en katı temsilcisi, 1933'te yayımladığı Language (Dil) adlı kitapla çok uzun bir süre ABD dilbilimine yön veren L. Bloomfield'dir. Bloomfield de Saussure gibi dilbilimin bağımsız bir bilim dalı olması için çalıştı. Bunun için, dil olaylarının felsefe, psikoloji, toplumbilim gibi yardımcı dalların ışığında incelenmesinden vazgeçilmesi gerekmektedir. Bloomfield, dil araştırmalarında en büyük sorunun anlam öğesi olduğunu öne sürdü. Çeşitli sözcüklerin anlamı zamana, yere ve kişilere göre değiştiği için, bu kaygan taban yerine, ses ve biçim gibi daha kesin alanlar üzerinde çalışılması gerekmektedir. Böylece uzun bir süre ABD dilbiliminde anlambilim araştırmaları ihmal edilmiştir.
Amerikan yapısalcılığını Avrupa'daki yapısalcı yaklaşımlardan ayıran önemli bir fark da, onun dilde yalnızca yüzeydeki oluşumlara, dışsal davranışlara, seslere ve bunların kullanılış ve algılanışına önem vermesidir. Oysa Saussure'ün dil-söz ya da Hjelmslev'in şema (sistem)-kural-kullanım gibi ayrımları, kullanımın ardında daha genel, soyut dilsel katmanların varlığına işaret etmektedir.
Yeni yaklaşımlar. Gerek ABD'de, gerek Avrupa'da 20. yüzyılın ilk yarısındaki dilbilim okulları genel olarak, eşsüremli dilbilimle) artsüremli ya da tarihsel dilbilime(*), kuramsal dilbilimi uygulamalı dilbilime, mikrodilbilimi de maİcrodilbilime yeğlediler. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu durumun değiştiği görülür. Avrupa'da Andre Martinet gibi dilbilimciler, tarihsel-karşılaş- tırmalı dilbilim ile yapısal dilbilim arasındaki açıklığı kapayacak yeni bir tarihşel- yapısal dilbilim çalışmasına yöneldiler. Öte yandan dilde anlam boyutunun bir yana bırakılmasına bir tepki olarak Jost Trier ve Leo Weisberger gibi Alman dilbilimciler yeni bir yapısal anlambilim geliştirdiler. Her sözcüğün anlamını bağımsız olarak tanımlayan geleneksel yaklaşımın tersine, yapısal anlambilimciler, anlamların da kendi aralarında biçimlere benzer bir düzeni olduğunu savundular ve her anlamın ötekilerle karşılıklı bağlantılarından oluşan "dil alam" kuramını geliştirdiler.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra dilbilim alanında en önemli gelişme, ABD'de Zelig S. Harris'in ve daha çok da Noam Chomsky'nin çalışmalarının ürünü olan üre- tici-dönüşümsel dilbilgisidir(*). Chomsky, dilde yalnızca gözlemlenebilir olgular (örn. sesler, biçimler) üzerinde duran Bloomfield okuluna karşı, konuşan insanların "zihinsel" yapılarını da dilbilim alanına çekti. Chomsky'ye göre dilde iki öğe ya da aşama vardır: Dilsel yetenek ve bunun somut söz eylemlerinde (konuşma, yazma) ortaya çıkan, gerçekleşen biçimi. Dilbilimci, bu gerçekleşen biçimden çok, her insanın zihninde bilinçsiz olarak bulunan dilsel yetenek ya da "edinç" üzerinde durmalıdır. Kant'ın zihinsel kategoriler kuramını anımsatan bu yaklaşıma göre her insan, daha önce hiç söyleyip duymadığı sonsuz sayıda tümceyi anlayıp söylemesini sağlayan bir kurallar sistemiyle birlikte doğar. Bu sınırlı sayıdaki kuralın derin zihinsel yapıdan yüzey yapısına (kullanıma, edime) dönüşme- siyle sonsuz sayıda tümce üretilebilir. Chomsky, çeşitli dillerde bu kural ve dönüşümleri inceleyerek genel bir dönüşümsel dilbilgisinin oluşturulabileceğini savundu. Onu yapısalcılardan ayıran önemli bir farklılık da budur. Chomsky bütün dillerde evrensel düzenlerin, örüntülerin bulunduğunu öne sürmektedir.
1960'ların bir başka yeniliği de, dilbilimle başka beşeri bilimler arasında ilişki kurma denemeleridir. Psikolojik dilbilim(*) bu çalışmaların sonucunda doğmuştur. İnsanların dilsel üretim, anlama, öğrenme, ezberleme, tanıma olgularını inceleyen bu bileşik disiplin daha çok, Chomsky'nin kuramından yola çıkarak, çocukların dil öğrenim süreçleri üzerinde durmuştur. Ama bugüne değin elde ettiği sonuçlar oldukça tartışmalıdır. Fransız psikanalist Jacques Lacan ise tam tersi bir yol izleyerek, psikolojiyi dilbilime uygulamak yerine, dilbiliminin verilerini psikanalize uyguladı ve bu alanda yeni bir okul (yapısal psikanaliz) yarattı. Sosyolojik dilbilim( ) adı verilen bir başka bileşik disiplin ise, dil olgularıyla toplumsal olgular arasındaki ilişkileri, bunların etkileşimlerini, dilin toplumsal rollerin gelişimindeki payını ve dille sınıf, ırk, eğitim ve bilinç düzeyi arasındaki ilişkileri incelemiştir. Antropolojik dilbilim(*) ve etnik dilbilimin(*) dışında dilbilimle antropoloji, etnoloji, kültür kuramları, simgesel mantık arasındaki alışveriş de Claude Levi-Strauss'un, Roland Barthes'ın ve Algisdas Julien Greimas'ın yapıtlarıyla göstergebilim(*) adı verilen yeni bir disiplinin doğmasına yol açmıştır.
Günümüzde, bilgisayar teknikleri de dil araştırmalarında kullanılmaktadır. Bilgi iş- lemli dilbilim olarak adlandırılan bu yöntem, bugün için daha çok en temel dilsel verilerin işlenmesinde, sözlüklerin oluşturulmasında, sözlü ve yazılı metinlerde çeşitli seslerin, vurguların, sözcüklerin ve dil bi-
155 Dilek Yarımadası Milli Parkı
rimlerinin sıklığının saptanmasında kullanılmaktadır. Ayrıca bak. anlambilim; biçimbi- lim; sesbilim.
Türkiye'de dilbilim çalışmaları. Türkçe üzerine yapılan çalışmaların dilbilimsel bir nitelik kazanması Cumhuriyet döneminde oldu. Özellikle Atatürk'ün önderliğinde 1932'de kumlan Türk Dili Tetkik Cemiye- ti'nin (sonradan Türk Dil Kurumu-TDK) Türk dilinin tarihsel kökeninin araştırılmasına yönelik çalışmaları (özellikle Güneş- Dil Teorisi) uygulama alanına geçirildi ve Türkçenin yabancı sözcükler ve dil kurallarından arındırılmasına ağırlık verildi.
Daha sonraki yıllarda üniversitelerin dil ve edebiyat bölümlerinde (daha çok da yabancı dil ve edebiyat bölümlerinde) genel dilbilim, uygulamalı dilbilim gibi derslerin öğretim programına alınması, bilim adamlarının çeviri ve telif yayınları, dilbilim konusundaki yazılara yer veren Türk Dili, Dilbilim, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Genel Dilbilim Dergisi, F.D.E., îzlem, Bağlam, Yazko Çeviri, Çağdaş Eleştiri gibi dergilerin yayımlanması, üniversitelerde bu konularda doktora çalışmaları yapılması, Türkiye'de dilbilimin gelişmesine büyük katkıda bulundu.
Ünlü dilbilimcilerin yapıtlarının Türkçeye çevrilmesi, Türkiye'de dilbilim çalışmalarının önemli bir parçasını oluşturdu. Bunlar arasında Eugene'Albert Nida'dan Dilbilim Üzerine Tartışmalar (1973), Ferdinand de Saussure'den Genel Dilbilim Dersleri (1976-78, 2 cilt), John Lyons'dan Kuramsal Dilbilime Giriş (1985), Andre Marti- net'den İşlevsel Genel Dilbilim (1985) sayılabilir. Ayrıca çeşitli kuramcılardan yapılan çevirileri içeren Dilbilim Seçkisi (1982), XX. Yüzyıl Dilbilimi: Kuramcılardan Seçmeler (1983) gibi yapıtlar da yayımlandı. Çağdaş dilbilim kuram ve yöntemlerinden yararlanan bazı araştırmacılar, Türkçenin yapısına ilişkin çözümleme ve betimleme denemelerine giriştiler. Bu tür yapıtlar arasında Muzaffer Tansu'nun Durgun Genel Sesbilgisi ve Türkçe (1963), Doğan Aksan, Neşe Atabay, Sevgi Özel, Ayfer Çam, Neval Pirali'nin Türkiye Türkçesi Gelişmeli Sesbilgisi (1978), Nevin Selen'in Söyleyiş Sesbilimi, Akustik Sesbilimi ve Türkiye Türkçesi (1979), Ömer Demircan' ın Türkiye Türkçesinin Ses Düzeni ve Türkiye Türkçeşinde Sesler (1979) adlı kitapları sayılabilir. Özellikle 1940'lardan sonra, dilbilimi kuramsal çerçevesiyle ele alan yapıtlar da yayımlandı. Necip ÜÇ°k'un Genel Dilbilim: Lengüistik (1947), Özcan Başkan' m Lengüistik Metodu (1967), Agop Dil- âçar'ın Dil, Diller ve Dilcilik (1968), Berke Vardar'ın Dilbilim Sorunları (1968), Süheyla Bayrav'm Yapısal Dilbilim (1969), Doğan Aksan'ın Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim (1977-82, 3 cilt) adlı yapıtlarıyla TDK yayım olan Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları I (1980), Mehmet Rifat'm hazırladığı Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları (1983, temel metinlerin çevirisiyle birlikte), Hacettepe Üniversitesi yayını olan ve 1. Dilbilimi Sempozyumu bildirilerini içeren Dilbiliminin Dünü, Bugünü, Yarını (1987) bunlar arasındadır. Ayrıca dilbilim konusunda ortak yapıt olarak hazırlanmış terim sözlükleri de vardır: TDK'ntn Dilbilim Terimleri Sözlüğü (1949), İstanbul Üniversitesi'nde yayımlanan Başlıca Dilbilim Terimleri (1978), TDK'mn Dilbilim ve Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü (1980).
Dilek Yarımadası Milli Parkı, Ege Böl- gesi'nde, doğal çevrenin korunması amacıy-
dilekçe 156
la ayrılmış, adını üstünde bulunduğu yarımadadan alan park. Aydın ilinin batı kesiminde yer alan Sisam Adası yakınlarına kadar sokulur. Aydın Dağlarının uzantısı olan Samsun Dağı (eskiden Mykale) yarımada üzerinden Sisam'a geçer. En yüksek noktası 1.237 m'lik Dilek Tepesidir. Saru- han-Menderes Masifinin bir parçası olan Dilek Yarımadasında pek çok kanyon vadi bulunur ve bunlardan en önemlisi Oluk Kanyonudur.
Yarımadanın kıyılarındaki Güzelçamlı, Küçük Kalamaki, Büyük Kalamaki, Karapınar ve Karine plajlarında bitki örtüsü denize kadar uzanır. Akdeniz ikliminin etkisi altında yazlar kurak, kışlar bol yağışlı geçer. Bu yüzden kışın Olukdere, Bal Deresi gibi akarsularda bol su bulunur. Doğu- batı doğrultusunda uzanan Samsun Dağının kuzey ve güney yamaçlarında farklı bitki örtüsü vardır. Daha çok güney yamaçlarında kızıl çam ve kara çamlar görülür. Genellikle kuzey yamaçlarda rastlanan bitki örtüsünde ardıç, meşe, karaağaç, akçaağaç, dişbudak, üvez, badem, keçiboynuzu, ahlat, delice (yabani zeytin) gibi çok çeşitli türler yer alır. Burada Akdeniz bitki örtüsünün hemen bütün çeşitleri bir arada görülür. Bunun yanında ıhlamur, kestane ve pırnal meşesi gibi Karadeniz Bölgesi ormanlarına özgü ağaçların da bulunması sonucu ulusal park doğal bitki örtüsü açısından bir botanik bahçesini andırır ve bu nedenle bilimsel açıdan değer kazanır. Yabanıl hayvanlardan çakal, tilki, sansar, yaban domuzu, porsuk, kurt; kuşlardan güvercin, üveyik, keklik, çulluk, ördek, toy, akbaba, kartal, atmaca gibi türler bulunur. Çevresindeki denizde bulunan balıkların en önemlileri kefal, çipura, levrek, sinarit, turna, sarpa, palamutbalığı, barbunyabalı- ğı, mercanbalığı, fangri ve trançadır. Akdeniz ülkelerinde korunmaya alınan ve son yıllarda pek rastlanmamaya başlayan Akdeniz foku ile deniz kaplumbağası bu kıyılarda uygun yaşam koşulları bulmuştur. Aydın'ın Kuşadası ve Söke ilçeleri sınırları içerisinde Dilek Yarımadasını içine alacak biçimde 10.985 hektarlık bir alan, yabanıl yaşam kaynaklarını koruma amacıyla 19 Mayıs 1966'da ulusal park olarak ayrılmıştır. Geçmişte yanlış hayvan otlatma ve dikkatsizlik nedeniyle çıkan yangınlar yörede doğal yaşamı olumsuz biçimde etkilemiştir. Ulusal parkın kurulmasından sonra ormanlar kendisini hızla yenilemekte ve yabanıl hayvan sayısı artmaktadır. Günümüzde yabanıl yaşam korunmaya alınmışsa da, geçmişteki düzensiz avlanma yüzünden artık burada Anadolu parsına rastlanmamaktadır.
Ulusal parkın zengin doğal ve bilimsel değerleri yanında, yörede tarihsel ve kültürel kaynaklar da vardır. On iki İon kentinin İÖ 8. yüzyılda kurmuş oldukları Panionion adlı birliğin meclis binasının kalıntıları park alanındadır. Ulusal parka Kuşadası'ndan ve Söke'den karayoluyla ulaşılır. Ayrıca parkın içini dolaşan ve koylara inen yollar da vardır. Koylarda teknelerle de dolaşılabilir. Ulusal park kıyısının bazı kesimlerinde Orman Genel Müdürlüğü tarafından kurulmuş piknik yerleri ile çeşmeleri, duşları ve kabinleri bulunan plaj tesisleri vardır.
dilekçe, arzuhal olarak da bilinir, bir dilek ya da şikâyeti bildirmek için resmî makamlara sunulan yazı. Birçok ülkede çeşitli tarihsel süreçler içinde yerleşmiş bir hak olan dilekçenin düzenlenişinde biçim çok önemli bir yer tutar. Türkiye'de dilekçe hakkının kullanılmasına ilişkin 1 Kasım 1984 tarihli ve 3071 sayılı yasanın 4. maddesine göre TBMM ve idari makamlara verilen dilekçelerde, başvuru sahibinin adı ve soyadı, imzası ile iş ve ikametgâh adresinin bulunması zorunludur. Medeni yargılama hukukunda dava dilekçesinin başında dilekçenin verildiği mahkemenin adı, ardından sırasıyla davacının ve davalının ad ve soyadı ile adresi yazılır. Daha sonra açık bir biçimde davanın konusu (müddeabih), olgular (dava nedeni) ve hukuki nedenler gelir. Son olarak talep sonucu (netice-i talep) yani davacının karar verilmesini istediği şey açık bir biçimde yazılır. Dilekçenin altında dilekçe sahibinin imzası yer alır. Delillerin dava dilekçesinde gösterilmesi ve yazılı delillerin dava dilekçesine eklenmesi gerekir. Ayrıca davalının davaya cevap vermesi için gerekli süre de gösterilir. Dava dilekçesi mahkemeye davalı sayısından bir fazla kopyayla sunulur. Hukuki nedenler ve cevap süresi yasada yazılı olmasına karşın, dava dilekçesinde zorunlu öğeler değildir. Ama davalı bunların dışındaki eksiklikleri ilk itiraz olarak ileri sürebilir; bu durumda mahkeme dilekçenin iptaline karar verir. İdari yargılama usulünde ise, idari davalar Danıştay, idare mahkemesi ve vergi mahkemesi başkanlıklarına hitaben yazılmış dilekçelerle açılır. Bu dilekçelerde de tarafların ve varsa vekillerinin ya da temsilcilerinin ad ve soyadları ya da unvanları ile adreslerinin bulunması zorunludur. Davanın konusu ve nedenleri, dayandığı deliller, davaya konu olan idari işlemin yazılı bildirim tarihi vb de gösterilir. Dava konusu kararın ve belgelerin asılları ya da örnekleri dava dilekçesine eklenir. Dilekçeler ile bunlara ekli belgelerin örnekleri karşı taraf sayısından bir fazla olur.
Dilekçeler Danıştay ya da ilgili mahkeme başkanlıklarına ya da bunlara gönderilmek üzere idare ya da vergi mahkemesi başkanlıklarına, idare ya da vergi mahkemesi bulunmayan yerlerde asliye hukuk hâkimliklerine, yabancı ülkelerde de Türk konsolosluklarına verilir. Bu yerlerde gerekli harç ve posta ücreti alındıktan sonra deftere kayıt yapılır ve dava bu tarihte açılmış sayılır. Dilekçelerde bir eksiklik bulunduğunda, daire ya da mahkeme başkanlığı 30 gün içinde eksikliklerin giderilmesi konusunda ilgiliye bildirimde bulunur.
dilekçe hakkı, yurttaşların yönetenlere dilek ya da şikâyet amacıyla başvurma hakkı.
Dilekçe hakkı siyasal ve doğal bir hak olarak kabul edilir. Bu hakkın kullanılışı yöneten-yönetilen ilişkisinin başlangıcı kadar eskidir. Geçmişte yönetenler, yönetilenlerin sundukları dilekleri hoşgörüyle karşılarken, şikâyetlere karşı aynı tutumu göstermemişlerdir. Mutlak monarşi döneminde hükümdarlar dilekçelere bir ihsan (bağışlama) olarak yanıt vermekle birlikte, şikâyetleri genellikle kendilerine ya da memurlarına karşı bir hoşnutsuzluk biçiminde değerlendirir ve bazen de şikâyetçileri cezalandırma yoluna giderlerdi. Öte yandan uyrukların hükümdara ve onun hizmetindeki görevlilere karşı dava açma hakkının olmaması da, yönetilenlere önemli bir kısıtlama getiriyordu. İngiltere'de hükümdara karşı bir hakkı öne sürmek için doğrudan kendisine sunulan hak dilekçesiyle (petition of right) başvurulurdu. Hükümdar kişisel karar verme yetkisine göre isterse başvuru sahibinin dilekçesini bağlı mahkemelerden birine havale eder ve yargıçlara adalete uygun bir karar verilmesini isteyen yazılı bir emir (fiat justitia) gönderirdi. 19. yüzyıl sonlarında dava açmak için gerekli bir neden olup olmadığını kararlaştırma işi başsavcıya, fiat justitia'yı çıkarma işi de içişleri bakanlığına bırakıldı. Mahkemeler bu gibi davalarda alışılagelmiş usullerle karar verirdi. Ama mahkemelerin tahttan hükmün yerine getirilmesini isteme yetkisi bulunmadığından, kararın yerine getirilmesinde belirli güçlüklerle karşılaşılırdı. Zamanla mutlak monarşilerin sınırlandırılması, bireye değer veren görüşlerin, hak ve özgürlüklerin gelişmesi ve sonunda demokrasinin yerleşmesiyle dilekçe hakkı güvence altına alındı, anayasalarda ve pozitif hukuk metinlerinde temel hak ve özgürlükler arasına girdi.
İngiltere'de Magna Carta'da (1215) dolaylı olarak tanınan dilekçeyle hükümdara başvurma hakkı, 1689 Haklar Bildirisi'yle onaylandı. Başlangıçta tahta sunulan dilekçeler özel ve yerel şikâyetlerin çözümlenmesi amacına yönelikti. Parlamento'nun çıkardığı birçok yasanın kaynağı, Avam Kamarası'nın tahta sunduğu dilekçeler ve bunlara verilen yanıtlardı. Haklar Bildirisinde yer almayan Parlamento'ya dilekçeyle başvuru hakkı ise anayasal bir teamül olarak yerleşti. ABD'de dilekçe hakkı Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında tanındı ve Anayasa'nın 1. Ek Maddesi ile resmîleşti. Kongre'ye ve eyalet yasama meclislerine sunulan dilekçeler, belirlenmiş kurallar çerçevesinde kabul edilir ve işleme sokulur. Bu kurallar İngiltere'deki kadar sıkı olmamakla birlikte, dilekçelerin geçerliğini yorumlamada resmî görevlilerin geniş kişisel karar yetkisi vardır. Fransa'da halkın ve Ulusal Meclis'in sunduğu dilekçeler Fransız Devrimi boyunca önemli bir rol oynamıştır.
Günümüzde dilekçe hakkı kapalı rejimlerde ve dikta rejimlerinde sınırlı olarak kullanılabilirken, devlet etkinliklerinin gizlilikten uzak ve belirli yöntemlere bağlı olarak yargı denetimine açık tutulduğu rejimlerde en geniş ölçüde kullanılabilmektedir.
Türkiye'de dilekçe hakkının kullanılması çok eskiye uzanır. Osmanlı Devleti'nde bütün devlet makamlarına ve doğrudan padişaha dilekçeyle başvurma hakkı vardı. Şikâyette bulunmak isteyenler hazırladıkları dilekçeleri mahkeme siciline kaydettirip kadıya verirler, kadı da bu dilekçeleri İstanbul'a göndererek gelecek yanıta göre bir tavır alırdı. Ayrıca doğrudan Divan-ı Hümayun'a da başvurulabilirdi. 1876 Anayasası ile pozitif hukuk metnine giren dilekçe hakkı, cumhuriyetin kurulmasından sonra, 1924 Anayasası'nda "ihbar ve şikâyet hakkı" olarak yer aldı. 1961 ve 1982 anayasaları da dilekçe hakkına yurttaşların "dilek ve şikâyetleri" biçiminde yer vermiştir. 1961 Anayasası yurttaşların "tek başlarına" ya da "topluca" başvurusunu öngörürken, 1982 Anayasası böyle bir ayırım yapmamış, ama toplu başvuruları da yasaklamamıştır.
1982 Anayasası'na göre, yurttaşlar kendileriyle ya da kamuyla ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yazılı olarak başvurabilir. Başvuruların sonucu, dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir. TBMM'ye yapılan başvurularda kişisel konuların yanı sıra bazı vergilerin kaldırılması ya da indirilmesi, bazı yasaların yapılması, bazı idari karar ve önlemlerin alınması gibi konulara da yer verilebilir. Meclis bu başvurulara bağlı değildir; bunları yerine getirip getirmemekte serbesttir. Ama başvurular demokratik bir toplumda halk yığınlarınca yapıldığında meclisin siyasal tercihlerine bir ölçüde yön verebilir. Şikâyet niteliğindeki başvuruların söz konusu olabilmesi için, şikâyete yol açan bir durumun ya da bir işlemin var olması, bu durum ve işlemin hukuk kurallarına aykırı bulunması ve bu aykırılıktan başvuru sahibini ya da yurttaşların bir bölümünü ilgilendiren bir hak ya da çıkarın zarar görmüş olması zorunludur.
Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun'a göre, yetkili makamlar dilekçe sahiplerine, başvurularının sonucu ya da başvuruyla ilgili olarak yapılmakta olan işlemin geldiği aşama konusunda en geç iki ay içinde yanıt vermelidir.
dilemma bak. ikilem
Dilemre, Saim Ali (d. 1880, İstanbul - ö. 15 Şubat 1954, İstanbul), özellikle dil çalışmalarıyla tanınmış Türk hekim. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'yi (Askeri Tıbbiye) bitirdikten sonra Almanya'ya gitti (1908). Gies-
Dilemre
Kaynak Kitaplar
sen Üniversitesinde patoloji uzmanlığı eğitimi gördü. İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesinde profesörlüğe yükseldi. On beş yıl morg müdürlüğü yaptı. Türkçenin öbür dillerle ilişkisini inceledi, tıp terimlerini Türkçeleştirmeye çalıştı. Türk Dil Kuru- mu'nda görev aldı. Ankara'da Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi'nde genel dilbilgisi dersleri verdi (1935-40). 1935-39 arasında Erzurum ve 1939-43 arasında da Rize milletvekili olarak TBMM'de bulundu.
Dilemre, Türkçenin Doğu'dan Batı'ya giden ticaret yolu üzerinde konuşulan bir ticaret dili olduğunu, Türk sözcüğünün "tüccar" anlamına geldiğini ileri sürmüş, Türkçenin, Hint-Avrupa dillerine yaklaşan Hint-Turan dilleri içinde yer aldığını kanıtlamaya çalışmıştır. Genel Dil Bilgisi (1939- 42, 2 cilt) adlı kitabının birinci bölümünde genel dilbilgisi üzerine açıklamalar yaptıktan sonra Güney Asya, Amerika, Afrika dillerini, Hami-Sami dillerini incelemiş, ikinci bölümünde de Ural-Altay dilleri ile Hint-Avrupa dillerinin karşılaştırmalı dil- bilgisini vermeye çalışmıştır. Dil Coğrafyası (1937), Hekimlik Dili Terimleri (1945), Dil Devrimi İçin (1949), Dil Devrimi İçin II. Terimler Meselesi (1949) Dilemre'nin öbür önemli yapıtlarıdır.
dilgi, özel hazırlanmış bir çekirdekten kopartılan ince uzun yonga. Bu biçimiyle, işlenmeden alet olarak kullanılabileceği gibi, işlenerek kazıyıcıya ya da oyma kalemine dönüştürülebilir. Bir kenarı körleştiril- miş çlilgilere "sırtlı dilgi" denir. Dilgi, ilk kez Üst Paleolitik Çağda kullanılmıştır.
Dilhayat Kalfa (18. yy), Osmanlı döneminde yetişmiş büyük kadın besteci.
Yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Kalfa diye anılması sarayda görevli olduğunu düşündürmektedir. Yüzden fazla yapıtı olduğu bilinmekteyse de, bunlann ancak 12 tanesinin bestesi günümüze ulaşabilmiştir ve aralarında Evçârâ Peşrevi ile Saz Semaisi çok ünlüdür. Öbür 10 yapıtının üçü peşrev, üçü saz semaisi, dördü de beste formundadır.
Dili, dilly ya da dilli olarak da yazılır, Endonezya'da Timor Adasındaki Doğu Ti- mor (Timor Timur) ilinin (propinsi) merkezi kent ve ilçe (kabupaten). Adanın kuzey kıyısındaki Öwbai Boğazında yer alır. II. Dünya Savaşı sırasındaki Japon işgali dışında 1975'e değin Portekiz egemenliği altında bulunan Timor'un doğu yarısının ticaret merkezi, başkenti ve ana limanı idi. Nüfus Timorlu ve Atonlular dışında Portekizli, Avrasyalı ve Müslüman Arap azınlıklardan oluşur. Kentte sabun, parfüm, çömlek ve tekstil üretilir, kahve işlenir. İhraç malları pamuk, kahve, pirinç, buğday, yün, san- dalağacı, kopra ve işlenmiş deridir. El sanatları ise örme sepetçilik, fildişi ve san- dalağacı oymacılığıdır. Dili, karayoluyla batıda Manatuto ve Tutuala'ya bağlanır. Bir de havalimanı vardır. Nüfus (1980) kent, 60.150; ilçe, 67.039.
dilimli kemer, yan yana çok sayıda daire parçasından oluşan kemer. İlk örnekleri İslam mimarlığında görülmüş, Avrupa'da gotik mimarlıkta üç dilimli olanları çok sık kullanılmıştır. Ayrıca bak. kemer.
dilimli kubbe, yüzeyi, tepede birleşen dışbükey dilimlerden oluşan kubbe. Ayrıca bak. kubbe.
dilinim, kimi kristal maddelerde görülen, belirli düzlem yüzeyleri boyunca ayrılma özelliği. Dilinim yüzeylerinin kristal yüzeyleri kadar düz olduğu durumlara ender rastlanmakla birlikte, bu yüzeyler arasındaki açılar, kristal maddenin tanımlanmasında büyük önem taşır.
Dilinimler, bağlanma kuvvetinin en zayıf olduğu düzlemlerde oluşur. Bir kristal, kristalleşme özelliği aynı olan yüzeylere paralel tüm doğrultularda aynı kolaylıkla dilinebilir; örneğin, galen minerali, bir kü- bün tüm yüzeylerine paralel düzlemlerde dilinir. Dilinimler, doğrultularına (kübik, prizmatik vb) ve dilinme kolaylıklarına göre tanımlanır. Dilinimi kusursuz olan kristaller, düz ve parlak yüzeyler halinde kolaylıkla ayrılır. Kimi kristallerde ise dilinim, tamamlanmamış haldedir ya da zor gerçekleşir. Ayrıca bak. çatlak.
Dilke, Sir Charles Wentworth, 2. baro- net (d. 4 Eylül 1843, Londra - ö. 26 Ocak 1911, Londra, İngiltere) W. E. Gladştone' un ikinci hükümetinde görev alan İngiliz devlet adamı. Meslek yaşamının doruğun- dayken, adının bir zina davasına karışması nedeniyle siyasal yaşamı sona ermiştir.
Cambridge Üniversitesi'ni bitirdikten sonra bir dünya gezisi yaptı. 1868'de Parlamen- to'ya seçildi. Aşırı sol uçta yer alarak, monarşik yönetimi yeren bir dizi sert konuşma yaptı. Ama 1874'ten sonra Liberal Parti'nin öteki sol kanat üyeleriyle birlikte parti yönetimine yakınlaşmaya başladı. Gladstone'un ikinci liberal hükümetinde, yerel yönetimler bakanı oldu (1882).
Bakanlık çalışmalarının yanı sıra, Joseph Chamberlain ile birlikte Kabine'ye genel bir radikal görüşü egemen kılmaya çalıştı. Bu çabaları sırasında sık sık istifasını sunma zorunda kalmakla birlikte, siyasal konumunu da giderek güçlendirdi. Haziran 1885'te geleceğin başbakanı olarak görülmeye başladı.
Bu sırada Liberal Parti üyesi İskoçyalı bir avukatın, 1882'den beri Dilke'nin metresi olduğunu öne sürdüğü 22 yaşındaki karısı Virginia Crawford aleyhine açtığı boşanma davası geniş yankılar uyandırdı. Dilke olayı şiddetle reddetti; Şubat 1886'da dava boşanma kararıyla sonuçlanmakla birlikte, Dilke aleyhine hiçbir kanıt bulunamadı. Ama başını Pall Mail Gazette'nin çektiği basın kampanyası kuşkuların sürmesine yol
157 Dili, Sir John Greer
açtı. Dilke, adını temize çıkarmak için, kraliçeye başvurarak davanın yeniden görülmesi için gerekli izni aldı. Temmuz 1886'da görülen ikinci dava aleyhine gelişti; duruşmalar sırasında karşılaştığı güçlüklerden biri de Bayan Cravvford'un suçlamalarını reddederken, onun annesinin âşığı olduğunu kabul etmek zorunda kalmasıydı.
Altı yıl sonra Avam Kamarası'na dönerek ölünceye değin sandalyesini korudu. Askerlik ve iş yasalarıyla ilgili konularda etkin bir çalışma yürütmekle birlikte, zamanının büyük bölümünü adını temize çıkarabilecek kanıtlar aramakla geçirdi. Toplanan kanıtlar Virginia Cravvford'un anlattıklarının çoğunun uydurma olduğunu kesin bir biçimde gösterdi. Ama olayda gerçek payının olup olmadığı konusu karanlıkta kaldı.
dilkeşhâveran, Türk müziğinde bir bileşik makam. Hüseyni makamına, ırak (fa ff) perdesi üzerine göçürülmüş segâh dörtlüsü
hüseyni dizisi segâh dörtlüsü
Dilkeşhâveran makamının bileşimi
Ana Yayıncılık Arşivi
eklenerek oluşturulmuştur. Durağı ırak perdesidir. Doğaçlamalarda, özellikle de taksimlerde sık sık kullanılmıştır. Bu makamda bestelenmiş yapıt sayısı oldukça azdır.
Dilkeşhâveran Salat, Itrî'nin, dilkeşhâveran makamındaki salatı. Durak evferi usulüyle ölçülmüşse de, serbest okunur. Sözleri Arapçadır. Yapıta, nerdeyse baştan sona hüseyni makamı egemendir. Dilkeşhâveran olması için gereken (ırak perdesi üzerindeki) segâh geçkisi en sondadır. Günümüzde okunan besteli tek salattır. Ama müezzinlerin büyük çoğunluğu müzik bilgisinden yoksun olduklarından yapıt günümüzde sondaki segâh geçkisi yapılmadan, bütünüyle hüseyni olarak okunmaktadır.
Dili, Sir John Greer (d. 25 Aralık 1881, Lurgan, Armagh ili, İrlanda - ö. 4 Kasım 1944, Washington, D.C., ABD), II. Dünya Savaşı'nın başlarında genelkurmay başkan-
Dill
Camera Press
lığı yapan İngiliz mareşal. 1941-44 arasında askeri işbirliği için ABD'ye gönderilen heyete başkanlık yapmıştır.
Güney Afrika Savaşı (1899-1902) ve I. Dünya Savaşı'na katıldıktan sonra ordu içinde hızla yükseldi. 1934'te İngiliz Savaş Bakanlığı'nın askeri harekâtlar ve istihbarat bölümü başkanı oldu. 1937'de "sir" unvanı aldı. İngiltere'nin en yetenekli strateji uzmanı olarak kabul edilen Dili, II. Dünya Savaşı'nın başlarında Fransa'daki bir kolor-
Dilleniales 158
duya komuta etti. Mayıs 1940'ta imparatorluk genelkurmay başkanlığına atandı. Ağustos 1940'ta, yurtiçindeki gereksinime karşın, Mısır'a 150 tank gönderilmesi kararının alınmasında etkili oldu. Mart 1941'de İngiltere'nin Yunanistan'a müdahalesini destekledi. İngiliz askeri temsilcisi olarak Washington, D.C.'de bulunduğu 1941-44 arasında, İngiltere ve ABD'nin askeri politikaları arasında eşgüdüm sağlanmasına yardımcı oldu. ABD Genelkurmay Başkanı George C. Marshall ile dostluğu da, İngilte- re-ABD dayanışmasının güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Dilleniales, ikiçeneklilerden, iki familyayı (Dilleniaceae ve Crossosomataceae) ve 11 cinsi içeren takım. Bu takımın üyelerinin çoğu tropik ve astropik bölgelerde yetişen ağaç, çalı ya da odunsu tırmanıcı bitkilerdir. Işınsal bakışımlı ve genellikle erdişi olan çiçeklerin üst üste binmiş, üç ya da daha çok sayıda (genellikle beş) çanakyaprağı ve beş taçyaprağı vardır; çiçeklerde çok sayıda erkekorgan ve her biri çok sayıda tohumtas- lağı taşıyan, birbirinden ayrı birkaç dişior- gan bulunur. Dişiorganın açılmış boyuncuk- ları çiçeğe tipik bir görünüm verir.
Theales ve Violales takımlarının çok yakın akrabası olan Dilleniales takımı, daha ilkel bitkilerin yer aldığı Magnoliales takımı ile daha gelişmiş bitkilerin bulunduğu bazı takımlar arasında bir evrim halkası oluşturması açısından önem taşır. Dilleniaceae familyasından bitkilerin ekonomik değeri pek fazla değildir; bazı türlerin (örn. Dillenia indica, D. parviflora ve D. pentagyna) kerestesi kullanılır, bazıları da zengin bir tanen kaynağıdır. Çeşitli Hibbertia türleri süs bitkisi olarak yetiştirilir, özellikle Güney California gibi sıcak bölgelerde ya da seralarda yetiştirilen H. scandens, kötü kokulu, san çiçekleri olan tırmanıcı bir bitkidir. Dillenia indica ılıman bölgelerde güzel kokulu beyaz çiçekleri için yetiştirilen bir sera bitkisidir. Doğal olarak yetiştiği Güneydoğu Asya, Avustralya ve Fiji Adalarında ise ağaç biçiminde gelişir; bu yörelerde ağacın limon tadındaki meyveleri jöle ve körilerde kullanılır. Dilleniaceae familyasının içerdiği en geniş cinsler Hibbertia (100 tür), Dillenia (60 tür), Tetracera (40 tür), Doliocarpus (40 tür) ve Davilla'dır (38 tür). Crossosomataceae familyası, Crossosoma adıyla tek bir cinsi içerir. Bu cinsin, Amerika'nın güneybatısındaki çöllerde yetişen küçük yapraklı ve bazıları dikenli 4 çalı türü vardır. Baharda en erken çiçeklenen ve en ilgi çekici çöl bitkilerinden olan bu türler bazen kurak bölgelerde süs bitkisi olarak da yetiştirilir.
Dillenius, Johann Jakob ( d. 1687, Darmstadt, Almanya - ö. 2 Nisan 1747, Oxford, İngiltere), bitkiler üzerine pek çok tanımlayıcı kitap yazmış olan Alman botanikçi.
Dillenius, Catalogus plantarum circa Gis- sam sponte nascentium (1718; Giessen Yöresinde Doğal Olarak Yetişen Bitkilerin Katalogu) adlı yapıtında, üniversite öğrenimini tamamladığı Giessen çevresinde yetişen 980 üstün yapılı bitki türüne, 200 yosun ve 160 mantar türüne yer verdi. Ağustos 1721'de İngiltere'ye gitti ve 1728'de Oxford Üniversitesi'nin ilk botanik profesörü oldu. Burada en önemli yapıtlarını yayımladı: Bunlardan biri Eltham'daki Sherard Bahçe- si'nde bulunan bitkilerin tanımlarını ve 417 bitki çizimini içeren Hortus Elthamensis içeren Historia muscorum dur (1741; Yosunların Tarihi). 1735'te, Dillenius'u ziyaret eden İsveçli doğabilimci Linnaeus, Critica botanica (Botanik Eleştirisi) adlı yapıtını ona ithaf etti ve çiçekli bir bitki cinsine Dillenia adını verdi.
dilli düdük, borusunun içinde, ağız deliğinin altında bir tapa (blok ya da dil) bulunan ve ucundan üflenerek çalınan, kavallara verilen ad. Tapa bir boşluk ya da hava kanalı oluşturarak çalgıcının üflediği havayı yandaki bir deliğin sırayla altına ve üstüne doğru yöneltir. Bu düzenek kapalı hava sütununun titreşmesini sağlar. Dilli düdük ilkesine dayanan çalgılar arasında bir ya da iki notalı düdükler, düz flütler, flajoleler ve (dilli boruları nedeniyle) org vardır. Flajo- lenin dilli düdükten farkı, daha az sayıda parmak deliği bulunmasıdır.
Dilligil, Avni (d. 1908, Hayfa - ö. 21 Mayıs 1971, İstanbul), tiyatro oyuncusu ve yönetmeni. Amatör tiyatroların yaygınlaşmasına çalışmış ve birçok usta sanatçının yetişmesine katkıda bulunmuştur. Babasının görevi nedeniyle çocukluğu Arabistan'da geçti. İlköğrenimini İstanbul' da, ortaöğrenimini Edirne ve İstanbul'da tamamladı. Mercan İdadisi öğrencisiyken sık sık Şehzadebaşı'na giderek ünlü ustaları izliyordu. Sahneye ilk kez 1924'te Samsun Türk Ocağı'nda çıktı. 1925'te Eskişehir Cer Atölyeleri'ne tornacı olarak girdi. İki yıl sonra giriş sınavlarını kazanarak İstanbul Şehir Tiyatrosu'na katıldı. 1929'da Süreyya Opereti'ne geçti. 1937'de Raşit Rıza'mn yönettiği Ankara Şehir Tiyatrosu'nda oynadı. Ertesi yıl Ankara Halkevi'nde yönetmen olduktan sonra, 1940'ta İstanbul Şehir Tiyatrosu'na döndü. 1943'te Ses Tiyatrosu ve Opereti'ni kurdu ve yönetti. Ertesi yıl da İstanbul'da Avni Dilligil Tiyatrosu'nu kurdu. 1946'da kurduğu izmir Şehir Tiyatro- su'nun genel sanat yönetmenliğini dört yıl yürüttükten sonra, Bizim Tiyatro adlı bir topluluk kurarak Kıbrıs'a gitti.
(1732, 2 cilt; Eltham Bahçesi), öbürü ise yaprakyosunları, ciğeryosunları, algler, kib- ritotları, likenler ve öbür basit yapılı bitkiler olarak bir araya topladığı 600'den fazla "yosun" türünün tanımlarını ve resimlerini
Dillenius, sanatçısı bilinmeyen bir portre çalışmasından James Heath'in yaptığı oymabaskı
Ashmolean Museum, Oxford
1953'te İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu'nun yönetmenliğini yaptı. Bu topluluk ertesi yıl Almanya'da Erlan- gen Uluslararası Tiyatro Şenliği'nde birinci oldu. Dilligil daha sonra Ara Tiyatro (1956), Halk Tiyatrosu (1962), Avni Dilligil Tiyatrosu (1967) gibi topluluklar kurdu; birçok oyun yönetti ve oynadı. 1971'de
Merdiven adlı oyunda oynarken sahnede öldü.
1941'den başlayarak çok sayıda filmde de oyunculuk, yönetmenlik ve seslendirme sanatçılığı yapan DilligiFin adına ailesi tarafından oluşturulan Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri 1977-78 döneminden beri her yıl sekiz dalda verilmektedir.
Dillinger, John (Herbert) (d. 23 Haziran 1903, Indianapolis, Indiana - ö. 22 Temmuz 1934, Chicago, ABD), ABD'li banka soyguncularının en ünlüsü. Haziran 1933- Temmuz 1934 arasındaki kısa meslek yaşamında pek çok soygun ve firar gerçekleştirmiş, adı İngilizcede "haydut" anlamında kullanılır olmuştur. Indianapolis'te doğdu, ama ilk gençliğinin büyük bölümünü Mooresville yakınlarında bir çiftlikte geçirdi. 1923'te Deniz Kuvvetlerine katıldı. Birkaç ay "Utah" gemisinde görev aldıktan sonra Deniz Kuvvetlerinden ayrıldı. Eylül 1924'te Mooresville'de bir bakkal dükkânını soymaya çalışırken yakalandı. Indiana eyalet hapishanelerinde geçirdiği yıllarda (1924-33) deneyimli soygunculardan banka soygunu tekniklerini öğrendi. 22 Mayıs 1933 'te koşullu olarak salıverildikten sonra, birkaç arkadaşıyla birlikte Indiana ve Ohio'da dört ay içinde beş banka soygunu gerçekleştirdi. Bu soygunlardaki cesaretli, atak davranışlan ve iyi giyimiyle tanınmaya başladı. Eylülde Ohio'da yakalanıp hapse atıldı. Ama daha önce Indiana Eyalet Hapishanesinden kaçmalarını planlayıp parasal destek sağladığı beş eski mahkûm tarafından buradan kaçırıldı. Çetesiyle birlikte Indiana ve Wisconsin'de birkaç bankayı daha soyduktan sonra güneye, önce Florida'ya, ardından Arizona'daki Tucson'a kaçtı. Ama Tuc- son'daki polislerce tanınıp yakalandı ve Indiana'daki Crown Point Hapishanesi'ne gönderildi. Burada, 3 Mart 1934'te en ünlü firannı gerçekleştirdi. Usturayla tabanca biçiminde yontup ayakkabı boyasıyla siyaha boyadığı bir tahta parçasıyla gardiyanları tehdit ederek kaçmayı başardı. Kaçarken "son buluşmaya doğru yola çıkıyorum" diye şarkı söylediği anlatılır. Bundan sonra yeni suç ortakları ile banka soygunlarını sürdürdü. FBI, Minnesota ve Wisconsin'de iki kez kendisine pusu kurup yaylım ateşi açtıysa da, hep son anda kurtulmayı başardı. Ama FBI, Indiana polisi ve randevuevi işleten Anna Sage adlı arkadaşının birlikte kurduğu pusu Dillin- ger'ın sonu oldu. Dillinger, "kırmızılı kadın" adıyla ün kazanan Sage'in çağrısı üzerine gittiği Chicago'daki Biograph Tiyatrosu'na girerken vurularak öldürüldü. Bazı araştırmacılar, Biograph Tiyatrosu'nda öldürülenin başka birisi olduğunu ve arkadaşlarının FBI'ı oyuna getirerek Dillin- ger'ın ortadan kaybolmasını sağladığını öne sürmüştür.
Dillon, ABD'de, Montana eyaletinin güneybatısındaki Beaverhead ilinin (county) merkezi. Jefferson akarsu sisteminin parçası olan Beaverhead Irmağı üzerindedir. Utah ve Kuzey Demiryolu'nun yöreye ulaşması üzerine Terminus (Son Durak) adıyla 1880'de kuruldu. Hattın 89 km kuzeydeki Butte'a kadar uzamasını sağlayan Union Pacific Railroad Company'nin başkam Sidney Dil- lon'm onuruna 1881'de bugünkü adını aldı. 1885'te tüzel kimlik kazanan kent önceleri bir yün nakliyat limanı olarak gelişti. 1893'te Montana'nın ilk öğretmen okulunun (sonradan Western Montana College) burada açılması da kentin gelişmesine katkıda bulundu. Beaverhead Ulusal Ormanimn yönetim merkezi olan kent, ormanın değişik bölümleri arasında, eskiden madenci kamplarının bulunduğu bir alanda kurulmuştur (Beaverhead II Müzesi'nde kentin madencilik geçmişi sergilenir). Bugün bütünüyle terk edilmiş bulunan ve Montana'nın ilk büyük altın madeninin işletildiği (1862) komşu Bannack kenti, eskiden 8 bin nüfuslu canlı bir yerleşim ve bölgenin ilk merkeziydi. Günümüzde Dillon'ın ekonomisi hayvancılık ve çiftçilik yanında madencilik ve turizme dayanır. Hayvan çiftlikleri, kenti çevreleyen kırsaî bölgeye yayılmıştır. Kuzeybatıda Maverick Kayak Alanı, 30 km güneyde de Clark Kanyonu Baraj Gölü Eyalet Dinlenme Parkı vardır. Nüfus (1990) 3.991.
Dillon, Johıı (d. 4 Eylül 1851, Blackrock, Dublin, İrlanda - ö. 4 Ağustos 1927, Londra, İngiltere), İrlanda Milliyetçi Parti- si'nin Yönetsel Özerklik Yasası'nın kabul edilmesi için verdiği parlamenter mücade-
John Dillon, 1890
Myles Dillon
lenin önderlerinden. 1880'lerde sıkı bir işbirliği yaptığı ünlü İrlanda milliyetçisi Charles Stewart Parneli'le, adının bir boşanma davasına karışmasından sonra ilişkilerini kesmiştir.
İrlandalı yurtsever John Blake Dillan'ın (1816-66) oğluydu. 1880-83 ve 1885-1918 arasında İngiliz Avam Kamarası'nda yer aldı. Adil toprak kirası, sabit kira süresi ve İrlanda topraklarının serbestçe alınıp satıla- bilmesini savunan İrlanda Toprak Birli- ği'nde sürdürdüğü çalışmaları nedeniyle, Mayıs 1881-Mayıs 1882 arasında iki kez hapsedildi. Ekim 1881'den sonra Dublin'deki Kilmainham Hapishanesinde Parnell ile birlikte yattı. İngiltere'de oturan toprak sahiplerinin, İrlanda'daki topraklarında uyguladıkları yüksek kira bedellerine karşı bir "kampanya planı" hazırlayan William O'Brien'a yardiım ettiği gerekçesiyle 1888'de yeniden tutuklandı ve altı ay hapiste kaldı.
Parnell'in adı 1890'da Albay William Henry O'Shea'nın boşanma davasına karıştığında, Dillon ve Ö'Brien, bu olaydan sonra parti önderi olarak kalmasının yanlış olacağı düşüncesiyle, başlangıçta Parnell'e verdikleri desteği çektiler. Bunun üzerine parti ikiye bölündü ve çoğunlukta olan Parnell'in muhalifleri İrlanda Milliyetçi Fe- derasyonu'nu kurdular. 1896'da örgütün başkanlığına getirilen Dillon, 1900'de Parnell'in yandaşı olarak tanınan John Red- mond'un önderliğinde tek bir partide birleşmeyi kabul etti.
Arthur James Balfour başkanlığındaki Muhafazakâr hükümetin (1902-05) yürürlüğe koyduğu reformların "özerklik isteklerini yumuşaklıkla yatıştırma" amacını taşıdığı kanısına varan Dillon, 1905 seçimlerinde İrlandalı seçmenleri Liberal Parti'nin adaylarına oy vermeye çağırdı; Liberallerin iktidara gelmesinden sonra da onların reform programını destekledi. I. Dünya Savaşı sırasında- İrlandalıların askere alınmasına şiddetle karşı çıktı; bu karşı çıkışın temelinde hem bu uygulamanın daha milliyetçi bir çizgi izleyen Sinn Fein'in (İşçi Partisi) propagandasına güç katacağı kaygısı, hem de Britanya İmparatorluğu'nun çıkarlarının her zaman İrlandalıların çıkarlarıyla çakışmadığı düşüncesi yatıyordu. 1916'da Dublin'de patlak veren Paskalya Ayaklanmasından sonra, uygulanan sert yöntemlere karşı çıktı ve Avam Kamarası'nda İrlandalı ayaklanmacıları savunan ateşli bir konuşma yaptı.
İrlanda'nın savaşta yer alıp almaması konusunda görüş ayrılığına düştüğü Red- mond'un ölümü (6 Mart 1918) üzerine, Milliyetçi Parti'nin önderliğini üstlendi. Ama partisi halk arasındaki gücünü yitirmiş olduğundan, Sinn Fein Kasım 1918 seçimlerini kolayca kazandı. Avam Kamarası'ndaki sandalyesini daha sonra İrlanda cumhurbaşkanı olan Eamon De Valera'ya kaptırınca, siyasetten çekildi.
Dilmaçoğulları, 1085-1192 arasında Bitlis ve Erzen'de egemen olan Türk beyliği. Kurucusu, Büyük Selçuklu hükümdarı Alp Arslan'ın komutanlarından Dilmaç Meh- med Bey'di (hd 1085-1104). Kuruluş döneminde Büyük Selçuklu Devleti'ne biçimsel bağlılığını sürdüren Dilmaçoğulları, Toğan Arslan döneminde (1104-37) en parlak yıllarını yaşadılar. Saltuklular ve Artuklular ile birlikte Haçlılara ve Gürcülere karşı savaştılar. İstikrarlı bir yönetim kuran Toğan Arslan bir süre Sökmenlilere bağlanmak zorunda kaldıysa da yeniden bağımsızlığını elde etti. Dilmaçoğulları, 1124'te saldırıya geçen Sökmenlilere karşı ayakta kalmayı başardılar. Zengilerin 1134'teki saldırısından da para vererek kurtuldular.
1138'de Irak Selçuklu komutanı Selçuk Şah, Erzen'i yağmaladı. Hısn Keyfa Artuk- lularının da Bitlis'i işgali üzerine Dilmaçoğulları beyi Hüsameddin Kurtı (hd 1137-43) Mardin Artuklularına sığınmak ve bağlılığını bildirmek zorunda kaldı. 1145'te İma- deddin Zengi'nin gözetiminde tahta çıkan Fahreddin Devletşah (hd 1145-92) 1161'de Gürcistan'a yapılan seferlere katıldı. Onun döneminde Artukluların baskısı altında kalan Dilmaçoğulları, Musul atabeglerine ve Eyyubilere karşı yapılan savaşlarda hep Artukluların yanında yer aldı.
Sökmenliler 1192'de Bitlis'i alarak Dilmaç- oğullannın buradaki egemenliğine son verdi. Beyliğin Erzen kolu ise siyasal ve askeri bir varlık gösterememesine karşın 1394'e değin varlığını korudu.
Dilmen, Güngör (d. 27 Mayıs 1930, Tekirdağ), -oyun yazarı. Konularını genellikle tarihten ve mitolojiden aldığı oyunlarında kullandığı gelişmiş dil ve tekniklerle dikkati çeker.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü'nü 1960'ta bitirdi. Ertesi yıl burs alarak gittiği ABD'de, tiyatroda ışıklandırma teknikleri ve oyun yazarlığı eğitimi gördü. Aynı yıl Tel Aviv'deki
Güngör Dilmen
Ara Güler
159 Dilmen, İbrahim
Habimak Tiyatrosu ile Yunanistan'daki Kraliyet Tiyatrosu'nda (bugün Ulusal Tiyatro) araştırmalar yaptı. 1964'te İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nun ışıklandırma bölümüne girdi. 1966'da işine son verilince İstanbul Radyosu'nda dramaturgluğa başladı. 1971'de İngiltere'de Durham Üniversitesi'nde, 1982-83'te Eskişehir Üniversitesi'nde ders verdi. 1976-80 arasında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda drama- turgluk ve Araştırma-İnceleme Bölümü başkanlığı yaptı.
Dilmen, yapıtlarında mitolojiden ve tarihten en çok yararlanan yazarlardandır. Mi- das üçlemesinin ilk oyunu olan Midas'ın Kulakları, 1959'da Sinema-Tiyatro dergisinin açtığı yarışmada birinci seçildi ve aynı yıl Gençlik Tiyatrosu'nda, ertesi yıl da Devlet Tiyatrosu'nda sahnelendi. Dilmen'in en tanınmış yapıtı olan ve Kral Midas'ın kişiliğinde büyüklük tutkusunu başarıyla sergileyen oyun, Ferit Tüzün'ün müziğiyle iki perdelik bir opera haline getirildi ve 1978'de İstanbul Devlet Opera ve Balesi'n- de sahneye kondu. Üçlemenin öteki oyunları Midas'ın Altınları'y\& (1969) Midas'ın Kördüğümü (1975) Devlet Tiyatrosu sahnelerinde oynandı'; Dilmen, Akad'ın Yayı (Devlet Tiyatrosu, 1967), Kurban (Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, 1967 ve Devlet Tiyatrosu, 1980), Deli Dumrul
Devlet Tiyatrosu, 1979) ve Ben, Anadolu
Kenter Tiyatrosu, 1985) gibi oyunlarında da mitolojiden yararlandı. 1964'te Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nca oynanan Canlı Maymun Lokantası ise Batı dünyasının gelişmişlik ve gelişmemiştik kavramlarıyla Doğu'nun madde ve duygu kavramlarını karşı karşıya getiriyordu.
Dilmen'in Türkiye'nin yakın tarihiyle ilgili oyunu İttihat ve Terakki, Gülriz Sururi- Engin Cezzar ve Dormen tiyatrolarının ortak yapımı olarak 1969'da sergilendi. Öteki tarihsel oyunları arasında Bağdat Hatun (Devlet Tiyatrosu, 1974, 1980), Hasan Sabbah ve Mithat Paşa sayılabilir. Dilmen'in "Devlet ve İnsan" adlı oyunu Orhan Asena'nm "Yıldız Yargılanması"yla birlikte Devlet ve İnsan/Yıldız Yargılanması (1990) başlığıyla yayımlanmıştır. Dilmen'in ayrıca Kuyruklu Masallar (1979, 1989) ve Mavi Orman (1976, 1989) adlı çocuk kitapları vardır.
Dilmen oyunlarıyla Halkevleri Genel Merkezi Şinasi Efendi (1963), İlhan İskender (1967), Türk Dil Kurumu (1975), Muhsin Ertuğrul (1979), Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası Oyun Yarışması Birinciliği (1984) ve Ulvi Uraz (1986) gibi tiyatro ödülleri kazanmış, Anzavur adlı çalışmasıyla da Yunus Nadi Senaryo Yanşması'nın birinciliğini Oktay Arayıcı'yla paylaşmıştır (1970).
Dostları ilə paylaş: |