Doktor, Raskolnikov'a fısıltıyla:
"Kendine gelebilmiş olması şaşılacak şey!" dedi.
"Çok mu ağır?" diye sordu Raskolnikov.
"Şimdi ölecek."
"Hiç mi umut yok?"
"Hiç! Son dakikalarını yaşıyor. Başında da çok tehlikeli bir yara var... Hmm... Belki kan alabiliriz... ama... bunun da bir yararı olacağını sanmıyorum. Beş on dakikaya kalmaz, kesin ölür."
"Siz yine de bir kan alın!"
"Alalım... Ama söylediğim gibi, hiçbir yararı olmayacak bunun."
Bu sırada dışardan ayak sesleri duyuldu, koridordaki kalabalık açıldı, ve eşikte, elinde ekmek ve şarap, kır saçlı yaşlı bir papazcık göründü. Tâ sokaktan beri ardından bir de polis gelmekteydi. Doktor yerini hemen papaza bıraktı. İkisi anlamlı anlamlı bakıştılar. Raskolnikov doktordan biraz daha kalmasını rica etti, doktor omuzlarını silkti ve beklemeye başladı.
Herkes geri çekilmişti; ama yaralının günah çıkarması uzun sürmedi. Doğru dürüst bir şey anlayabildiği şüpheliydi. Kopuk kopuk bir şeyler mırıldanıyor, ancak sözlerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Katerina İvanovna, Lidoçka'yı aldı, küçük oğlanı sandalyesinden kaldırdı ve sobanın bulunduğu taraftaki köşeye giderek diz çöktü, çocuklarını da önünde diz çöktürdü. Kız tirtir titriyordu, oğlansa çıplak, ufacık dizleri üzerine çökmüş, küçücük elini ölçülü bir biçimde kaldırarak, geniş hareketlerle haç çıkarıyor, alnı nerdeyse döşemelere değecek kadar yere eğiliyordu. Bu hareketin çocuğun çok hoşuna gittiği anlaşılıyordu. Dudaklarını ısırıp gözyaşlarını tutmaya çalışarak, yere eğildikçe açılan sırtını örtmek için arada bir oğlunun gömleğini çekiştirerek
224
Katerina İvanovna da dua ediyordu; bu arada Lidocka'nın fazlaca çıplak omuzlarına örtmek için duruşunu bozmadan, duasını kesmeden uzanıp konsoldan bir de başörtüsü çıkarmayı başarmıştı. İç odaların kapılarını yeniden açmaya başlayan meraklılar içeriyi seyre koyulmuşlardı. Apartmandaki öteki dairelerin kiracılarından oluşan bir seyirci kalabalığı da koridorda gitgide büyüyerek bekleşiyor, ama kimse eşikten içeri geçmiyordu. Sahneyi yalnızca bir mum artığı aydınlatıyordu.
Bu sırada, ablasını çağırmaya giden Polya, koridordaki kalabalığı yararak soluk soluğa içeri girdi, başörtüsünü çıkardı, gözleriyle annesini arayıp buldu, yanına yaklaşıp, "Geliyor", dedi, "yolda rastladım!" Annesi onu da diz çöktürüp yanına oturttu. Kalabalık arasından, geçen bir kız ürkek ürkek, süzülürcesine içeri girdi. Bu yoksulluk, umutsuzluk, ölüm dolu odada birdenbire görünüvermesi, herkes üzerinde tuhaf bir etki yaratmıştı. Aslında onun da üstü bası dökülüyordu; son derece ucuz giysiler vardı üzerinde, özel dünyasının zevk ve kurallarına göre takıp takıştırılmış ve o bilinen amacı yüz kızartıcı biçimde ve apaçık ortaya koyan bir sokak kadını şıklığı içindeydi. İçeri girmemişti, koridorda, tam kapının eşiğinde duruyor, kendinden geçmişcesine, bomboş gözlerle çevresine bakınıyordu. Kimbilir kaçıncı elden kendisine geçme ve burası için hiç de uygun düşmeyen, bütün kapıyı kaplamış kabarık etekli, upuzun, gülünç kuyruklu, renkli ipek robunu, açık renk pabuçlarını, geceleyin hiç de gerekmediği halde yanına aldığı ombrelkasını*, tepesinde ateş rengi tüyler bulunan yuvarlak, gülünç hasır şapkasını... her şeyi... her şeyi unutmuş gibiydi. Oğlan çocukları gibi yana yıktığı şapkasının altından zayıf, solgun ve korkmuş yüzü görülüyordu; ağzı açıktı, gözleri korkudan donup kalmışcasına, hareketsizdi. Onsekiz yaşında kadar görünüyordu, kısa boylu ve zayıftı, ama sarı saçları, son derece güzel mavi gözleriyle oldukça sevimli bir kızdı. Gözlerini yataktan ve papazdan ayırmıyordu; koşarak geldiği için soluk soluğaydı. Arkasındaki
Şemsiye (Fr. ombrelle): Aslında da Frasızca'dan bozma olarak kullanılmıştır. (Çev.)
225
kalabalıktan söylenen bazı sözleri, fısıltıları duymuş olacak ki, içeri ilerlemedi, yine kapının orda durdu.
Günah çıkarma ve şaraplı ekmek yedirme sona ermişti. Katerina İvanovna kocasının yatağına yaklaştı. Papaz geri çekildi, gitmeden önce Katerina İvanovna'ya avutucu birkaç öğüt söz söyleyecek oldu.
Katerina İvanovna çocuklarını göstererek sert, sinirli bir sesle susturdu papazı:
"Bunlar ne olacak?"
"Allah büyüktür! Allah'tan umut kesilmez!" '.
"Evet... büyüktür, ama nedense bizim için değil!"
Papaz başını iki yana sallayarak:
"Günahtır, hanım, sus, günahtır!" dedi.
Katerina İvanovna can çekişen kocasını göstererek:
"Ya bu günah değil mi?" diye bağırdı.
"İstemeden bu felâketin nedeni olanlar, belki de hiç değilse, kaybettiğiniz gelir kaynağınızın yerini tutacak bir zarar ödentisinde bulunmayı kabul edeceklerdir..."
Katerina İvanovna elini salladı, sinirli sinirli:
"Beni anlamıyorsunuz!" diye bağırdı.
"Ne zarar ödentisinden, söz ediyorsunuz siz? Sarhoşmuş, kendisi atlamış atların ayakları altına! Gelir kaynağıymıs! Gelir kaynağı değil, acı kaynağıydı o! Ayyaştı, elinde avucunda ne varsa içkiye yatırırdı! Bizim de nemiz var, nemiz yoksa alır, meyhanelerde savururdu! Hem şu yetimlerin, hem benim hayatımızı meyhanelerde içkiye harç etti! İyi ki ölüyor! Zararından kurtulacağız!"
"Böyle söylemeyin, hanım, günahtır! Ölmekte olan bir insanı bağışlamak gerekir!"
Katerina İvanovna bir yandan papazla konuşurken, bir yandan da hastanın çevresinde dört dönüyordu: ağzına su damlatıyor, terini, başındaki kanları siliyor, yastığını düzeltiyordu. Papazın son sözleri üzerine öfkeden kendini kaybetmişcesine:
"Papaz efendi, papaz efendi", dedi, "bunların hepsi kuru lâf! Bağışlamaktan söz ediyorsunuz!.. Atların altında kalıp ezilmeseydi eve yine körkütük sarhoş gelecekti! Üstündeki şu paçavraya
226
dönmüş gömleğinden başka giyecek bir şeyi olmadığı için, o devrilip yatar yatmaz ben gece sabaha kadar onun gömleğini, çocukların kirlilerini yıkamakla, pencere kenarlarında kurutmakla uğraşacaktım. Günün ilk ışıklarıyla da, sökükleri dikmeye, yırtıkları yamamaya oturacaktım. Işte benim gecem... Hangi bağışlamadan söz ediyorsunuz siz? Hem ben kendisini çoktan bağışladım!.."
Korkunç bir öksürük kriziyle tıkandı. Mendiline tükürdü ve görmesi için papaza uzattı. Yüzü acıyla çarpılmış, bir eliyle göğsüne bastırıyordu. Mendil kan içindeydi...
Papaz başını eğdi, bir şey söylemedi.
Marmeladov artık son dakikalarını yaşıyordu. Gözlerini, yeniden üzerine eğilmiş olan karısından ayırmıyor, ona bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Binbir güçlükle dilini oynatıp tam bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı ki, onun kendisinden af dileyeceğini anlayan Katerina İvanovna buyurgan bir sesle:
"Sus!.." diye bağırdı." Istemez! Ne diyeceğini biliyorum..."
Hasta sustu, ama aynı anda odanın içinde dolaşıp duran gözleri kapının orda Sonya'ya takıldı.
Sonya kösede, gölgede durduğu için, bu ana kadar fark edememişti onu.
Birden heyecanlandı, dehşet içindeydi; gözleriyle Sony'nın bulunduğu yeri göstererek hırıltılı bir sesle ve tıkanırcasına:
"Kim bu? Kim bu?" diye sordu ve büyük bir çabayla doğrulmaya çalıştı.
"Yat! Yatt!.." diye bağırdı Katerina İvanovna.
Ama o inanılmaz bir çabayla, elleri üstünde doğrulmuşhı bile. Sanki tanıyamıyormuş gibi kızına uzun uzun baktı. Sonya'yı bu kılıkta hiç görmemişti. Sonra birden tanıdı. Süslü püslü giysileri içinde alçalmıs, ezik, utanç içinde, babasıyla vedalaşmak için. boynu bükük sırasını bekliyordu. Marmeladov'un yüzünde sonsuz bir acının gölgesi uçuştu.
"Sonya! Kızım! Bağışla!" diye bağırdı, elini ona doğru uzatmak için kaldırdı, ama desteksiz kalınca yüzükoyun yere yuvarlandı. Koşup kaldırdılar, yeniden yatağına uzattılar, ama
227
artık ölüyordu. Sonya hafif bir çığlık attı, koşup babasının üzerine kapandı, kucaklaşmış durumda öylece kalakaldılar; Marmeladov kızının kolları arasında can verdi.
"Lâyığını buldu!" diye bağırdı Katerina İvanovna. "Ne yapacağım simdi ben? Nasıl kaldıracağım cenazesini? Yarın bu çocukların boğazına bir lokma ekmeği nerden bulacağım?"
"Katerina İvanovna!" dedi Raskolnikov, kadına yaklaşarak. "Geçen hafta kocanız bana bütün hayatını, her şeyi anlatmıştı... İnanın, sizden sonsuz bir saygıyla söz ediyordu. Hepinize nasıl bağlı olduğunu, hele size. Katerina İvanovna, o kahrolası içki düşkünlüğüne rağmen, hele size nasıl saygı ve sevgi beslediğini öğrendiğim o geceden beri kendisiyle dost olduk... Şimdi lütfen, size yardım etmeme, rahmetli dostuma olan borcumu ödememe izin verin... Şurada... sanırım yirmi ruble kadar bir şey olacak... eğer size bir yardımı dokunabilirse... ben inanın çok... yine uğrarım ben... muhakkak uğrarım... hatta belki de yarın uğrarım... Allahısmarladık!"
Kapıdaki kabalığı yararak, çabucak odadan çıktı, koridorda birden Nikodim Fomiç'le karşılaştı: kazayı öğrenmiş ve gerekli işlemleri yapmak için gelmişti. Karakoldaki o olaydan beri birbirlerini görmemişlerdi ama Nikodim Fomiç onu hemen tanıdı:
"Ooo siz misiniz?" dedi.
"Öldü" diye cevap verdi Raskolnikov. "Doktor geldi. Papaz da buradaydı. Gerekenler yapıldı. Zavallı kadın! Lütfen onu fazla rahatsız etmeyin, zaten veremli... Olabildiğince avutmaya çalışın kendisini..." Sonra komiserin gözlerinin içine bakarak alaycı bir tonla ekledi. "Biliyorum, siz zaten çok iyi bir insansınız..."
Fener ışığında Raskolnikov'un yeleğinde taze kan lekeleri gören Nikodim Fomiç:
"Her yeriniz kan!.." dedi.
"Evet her yerim kan... Kan içindeyim!.." dedi Raskolnikov anlamlı anlamlı; sonra gülümseyerek başıyla bir selam verdi ve merdivenlere yöneldi.
Merdivenlerden inerken, farkında bile olmadığı bir humma nöbeti içindeydi; duyumsadığı yalnızca bütün varlığını kaplayan
228
yepyeni ve güçlü bir hayata ait, yepyeni bir duyguydu. Bu duygu, birdenbire ve hiç ummadığı bir anda bağışlandığını öğrenen bir idam mahkûmunun duyabileceği heyecanla karşılaştırılabilirdi ancak. Merdivenlerin ortasına gelince arkasından papazın gelmekte olduğunu gördü ve çekilip yol verdi. Son basamakları inmek üzereyken, birden arkasında koşturan ayak sesleri duydu. Polya'ydı gelen. Kız, merdivenleri koşarak inerken bir yandan da, "bakar mısınız? Bir dakika bakar mısınız?" diye bağırıp duruyordu.
Raskolnikov durdu, geri döndü. Kız son basamakları da koşarak indikten sonra, onun tam karşısında, bir basamak yukarıda durdu. Bulundukları yere avludan solgun bir ışık sızıyordu. Raskolnikov, Polya'nın gülümseyen çocuksu gözlerine, zayıf ama sevimli yüzüne baktı. Kızın çok hoşuna giden bir görevle koşup geldiği anlaşılıyordu. Koşmaktan soluk soluğaydı; tıkana tıkana:
"Bakar mısınız, sizin adınız ne? Nerede oturuyorsunuz?" diye sordu.
Raskolnikov, bakışlarında mutluluk, ellerini kızın omuzlarına koydu. Nedenini kendisi de bilmiyordu, ama kıza bakmaktan büyük bir mutluluk duyuyordu.
"Sizi kim gönderdi?"
Kız da neşeyle gülümseyerek:
"Sonya ablam gönderdi" dedi.
"Ben de öyle tahmin etmiştim zaten."
"Ama annem de gönderdi. Tam Sonya ablam beni size gönderirken, annem de geldi ve "Muhakkak yetiş ona Polyacığım" dedi."
"Siz Sonya ablanızı çok mu seviyorsunuz?"
Polya son derece kararlı:
"Onu herkesten çok severim" dedi; gülümsemesi silinmiş, yüzü ciddileşmişti.
"Beni de sevecek misiniz?"
Cevap yerine kızın yaklaşan yüzünü, öpmek için masumca uzanan şişkin dudaklarını farketti. Kibrit çöpü gibi incecik iki kol
231
boynuna sımsıkı sarıldı. Polya yüzünü onun göğsüne bastırarak ağlamaya başladı; ağladıkça yüzünü daha çok bastırıyordu. Bir dakika kadar sonra başını kaldırdı, gözyaşlarını silerek:
"Babama acıyorum", dedi. Sonra çocuklarda "büyükler" gibi konuşma hevesine kapıldıkları zaman görülen ciddiyetle: "Ne de olsa şimdi üzerimize bir felaket çöktü!" diye ekledi.
"Babanız da sizi sever miydi?"
"İçimizde en çok Lidoçka'yı severdi", diye sürdürdü kız; büsbütün ciddileşmişti ve tümüyle büyükler gibi konuşuyordu. "Lidocka en küçümüz olduğu için, bir de hasta olduğu için... Ona hep oyuncaklar getirirdi, bize de okuma öğretirdi... Bana ayrıca dilbilgisiyle din dersleri de verirdi (övünerek söylemişti bunu). Annem bir şey demezdi, ne var ki biz onun bundan hoşlandığını bilirdik... Babam da bilirdi bize ders vermesinden annemin hoşlandığını. Annem bana Fransızca öğretmek istiyor, çünkü ben artık öğrenim çağına geldim."
"Poleçka, dua etmesini bilir misiniz?"
"Tabii, bilmez olur muyum? Hem de tâ ne zamandan beri... Ben artık büyük olduğum için kendi başıma dua ederim. Kolya ile Lidocka ise annemle birlikte, yüksek sesle dua ederler. Önce "Meryem Ana" duasını okurlar, sonra "Tanrım ablamız Sonya'yı bağışla ve kutsa!" duasını okurlar.. Sonra bir de "Tanrım, öteki babamızı da bağışla ve kutsa!" duasını okurlar. İlk babamız ölmüş, bu bizim ikinci babamız. Ama biz bunun için de dua ederiz."
"Poleçka, benim adım, Rodion; arada bir benim için de dua eder misiniz..? 'Rodion kulunu da deyin, yeter..."
Polya coşkuyla:
"Bundan sonra hayatım boyunca sizin için dua edeceğim!" dedi ve yeniden gülümseyerek onun boynuna atıldı, sımsıkı kucakladı.
Raskolnikov adını, adresini verdi ve yarın kendilerine muhakkak uğrayacağını söyledi. Poleçka büyük bir sevinçle dönüp gitti. Raskolnikov sokağa çıktığında saat onu geçiyordu. Beş dakika sonra köprü üzerinde, tam kadının kendini kanala attığı yerdeydi.
232
"Yeter artık!" dedi kararlı, coşkulu bir tavırla; sonra sanki görünmez bir kara güce sesleniyormus gibi, meydan okurcasına, çalımla ekledi:. "Sanrılar, anlamsız korkular, saçma hayaller.:, hepiniz geri! Yaşam var ve ben simdi yasıyorum! Kocakarının ölmesiyle benim hayatım da sona ermedi! Mevlana kavuştun ve sonsuz uykuna yattın, anacığım, artık başkalarını rahat bırak! Aklın esenliği içindeyim, ışığa çıktım artık, irademi, gücümü kazandım. Göreceğiz, el mi yaman bey mi yaman! Bir arşınlık alan üzerinde yaşamaya nasıl razı olabilirim ben!"
"Evet gerçi şu anda kendimi halsiz hissediyorum, ama... Hastalığım geçti. Demin sokağa çıkar çıkmaz anlamıştım geçeceğini... Iyi ki. aklıma geldi. Poçinkov'un evi buraya çok yakın, hemen Razumihin'e gideyim... Yakın olmasa ne çıkar, yine de gitmeliyim... Varsın, bahsi o kazanmış olsun! Varsın, biraz da o benimle alay etsin! Hiç önemli değil... Güç gerek bana, güç! Güçsüz hiçbir şey olmaz! Ve güç, ancak güçle elde edilir... Onların bir türlü anlamadıkları bu!" Gururla ve inançla söylemişti bunları. Yürümeye başladı; gururu, kendine güveni, inancı gitgide artıyordu. Bir dakika içinde bambaşka biri olup çıkmıştı. . Onu böylesine değiştirecek ne olmuştu? Bunu kendisi de bilmiyordu, saman çöpüne sarılır gibi birden. "Yaşam vardır. Yasam bitmemiştir. Yasam kocakarıyla birlikte yok olmamıştır" düşüncesine sarılmıştı. Belki acele varılmış bir yargıydı bu, ama onun bunu düşündüğü yoktu.
Birden, "Benim için de dua etmelerini, 'Rodion kulunu da...' demelerini rica etmiştim ama..." diye hatırladı, sonra, "Canım ne olacak... Her ihtimale karşı..." diye mırıldandı. Bu çocukça bulusuna gülmekten kendini alamadı. Keyfi pek yerindeydi.
Razumihin'i bulması hiç zor olmadı; Poçinkov'un evinde yeni kiracıyı artık tanıyorlardı. Kapıcı önüne düştü; daha merdivenlerin yarısında, canlı konuşmalar, gürültüler gelmeye başladı kulağına. Merdivene bakan kapı ardına kadar acıktı; bağrıştıkları, tartıştıkları duyuluyordu içerdekilerin. Razumihin'in odası oldukça büyüktü; onbeş kişi kadar vardı içerdekiler. Raskolnikov antrede durakladı. Burada bir tahta bölmenin arkasında, ev
233
sahibinin iki hizmetçisi, yine ev sahibinin mutfağından getirilmiş büyükçe iki semaverin, şişelerin, meze ve böreklerle dolu tabakların çevresinde koşturup duruyorlardı. Raskolnikov, Razumihin'i çağırmalarını rica etti. Büyük bir sevinç içinde koşup geldi Razumihin, aşırı içkili olduğu daha ilk bakışta belli oluyordu; gerçi pek öyle sarhoş olacak kadar içmezdi, ama bu kez içkiyi oldukça fazla kaçırdığı anlaşılıyordu.
"Dinle", dedi Raskolnikov hemen söze girerek "sana, bahsi senin kazandığını söylemeye geldim. Bir de... Nelerle karşılaşıp, basına neler gelebileceğini insanın hiçbir zaman bilemeyeceğini... İçeri girmeyeceğim. Şu anda çok halsizim, her an yıkılıp kalabilirim. Bu nedenle, merhaba ve Allahaısmarladık! Yarın bana uğra..."
"Seni evine kadar geçireyim! Madem halsizmişin..."
"Ya konukların? Buraya bakan şu kıvırcık saçlı adam kim?"
"Şu mu? Şeytan bilir kim olduğunu! Dayımın tanıdıklarından biri olsa gerek... Ya da kendiliğinden gelmiş biri... Dayıma söylerim, o ilgilenir konuklarla. Çok iyi bir insan dayım. Onunla şimdi tanısamayacak olmana üzüldüm. Neyse, hepsinin canı cehenmeme! Su anda hiçbirinin yokluğumu farkedecek halleri yok! Benim de biraz hava almaya ihtiyacım vardı. Kardeş, öyle zamanında geldin ki! Az kalsın içerde kapışacaktım! Öyle palavralar savuruyorlar ki... İnsanların palavracılıklarını nereye vardırabileceklerini anlamak çok zor doğrusu! Ama niye zor olsun? Sanki biz hiç mi yalan söylemiyoruz? Hem varsın dilediklerince yalan söylesinler, böylece daha sonra söylemezler... Bir dakika bekle, Zosimov'u çağırayım."
Zosimov hemen geldi; Raskolnikov'u görmek için can attığı belli oluyordu; yüzünde ona karşı duyduğu özel bir merakın izleri vardı, ama az sonra yüzü aydınlandı, hastasını muayene etti ve:
"Hemen gidip yatmalısınız" dedi, "geceleyin de... sizin için hazırlattığım şu tozdan alın..."
Raskolnikov tozu aldı, hemen oracıkta yuttu. . Zosimov, Razumihin'e:
234
"Onu eve götürüyor olman çok iyi", dedi, "yarına nasıl olur göreceğiz, ama bugün çok iyi. İnsan yaşadıkça neler görüp öğreniyor!"
Evden çıkar çıkmaz Razumihin, Raskolnikov'a:
"Çıkarken Zosimov kulağıma eğilip ne fısıldadı biliyor musun?" dedi. "Sana bunu açıklayacağım kardeşim, çünkü onların hepsi birer ahmak. Zosimov bana yolda seninle gevezelik edip ağzından lâf almamı, sonra da bunları kendisine anlatmamı söyledi. Çünkü onun kafasında... Senin delirdiğine ya da buna benzer bir durumda bulunduğuna ilişkin bir düşünce var! Düşünebiliyor musun? Bir kez sen ondan kat kat daha akıllısın, ikincisi, deli olmadığına göre onun kafasındaki bu saçma sapan düşünceye güler geçersin, üçüncüsü de, uzmanlığı operatörlük olan bu et kafa, simdi nedense ruh hastalıklarına merak sarmış bulunuyor... Bugün Zamyotov'la yaptığın konuşma, kafasındaki sana ilişkin düşünceleri altüst etmiş."
"Zamyotov sana her şeyi anlattı mı?"
"Anlattı ve çok da iyi yaptı. Şimdi ben de, Zamyotov da işin içyüzünü çok iyi anlamış bulunuyoruz... Yani Rodyacığım.. tek kelimeyle... ben simdi hafif tertip kafayı bulmuş durumdayım... Ama bu önemli değil... Önemli olan... hani o düşünce var ya... Anlıyor musun? Bir ara kafalarına iyiden iyiye takılmıştı... Anlıyor musun? Gerçi hiç kimse bunu açıkça dile getiremiyordu, çünkü son kerte saçma bir düşünceydi bu, ama işte şu boyacının tutuklanmasından sonra, bütün bu saçmalıklar da sonsuzcasına yok olup gitti. Ama bu adamlar neden bu kadar ahmaklık etmişlerdi? Bilmiyorum. Ben o sıralar Zamyotov'a da epey çıkıştım bu konuda -bu, lütfen, kardeş, aramızda kalsın, bildiğini hiçbir şekilde sezdirme Zamyotov'a, çünkü görebildiğim kadar, alıngan bir adam.- Laviza'nın evinde oldu bu dediğim olay. Ama bugün, artık her şey açıklığa kavuşmuş bulunuyor. Aslında şu İlya Petroviç'ten başladı bütün bu yanlışlıklar. O gün karakolda bayılman onu kuşkulandırdı. Ama daha sonra kendisi de utandı kuşkusundan dolayı. Ben zaten biliyordum bunun böyle olacağını..."
235
Raskolnikov can kulağıyla dinliyordu. Razumihin sarhoşlukla epey boşboğazlık etmişti.
"Aşırı sıcaklarla odadaki yağlıboya kokusuydu bayılmamın nedeni" dedi.
"Şuna bak hele! Bir de açıklama yapıyor! Hem neden yalnızca yağlıboya kokusu mu? Bir aydır için için sürüp gelen bir hastalığın sonucu bu! Zosimov da tanık buna! Zamyotov'un nasıl perişan olduğunu tahmin edemezsin! 'Ben onun tırnağı olamam' diyor. 'O dediği, sensin! Doğrusu, kardeş, zaman zaman çok iyi duygular görülüyor şu Zamyotov'da. Ama bugün "Kristal Palas" ta kendisine esaslı ders vermişsin! Dört dörtlük bir ders! Önce korkutmuşsun, hem öyle böyle değil, tirtir titremiş korkusundan! Çünkü yeniden saçma birtakım düşüncelere inanmaya zorlamışsın kendisini. Sonra da dilini çıkarıp, 'adamı işte böyle yaparlar!' gibilerden alay etmişsin!.. Şahane! Ezik, perişan durumda şimdi! Vallahi yaman adamsın, onlara da senin gibisi gerek. Orda olmadığıma nasıl yanıyorum! Demin Zamyotov gelmeni sabırsızlıkla bekliyordu. Porfiriy de seninle tanışmayı çok istiyor..."
"Demek o da... İyi ama bunlar beni neden deli sanıyorlar?"
"Ne delisi canım..? Kardeş, ben galiba biraz fazla gevezelik ettim... Senin bir tek o noktayla ilgilenmen şaşırttı onları. Oysa şu anda bütün durum aydınlandıktan sonra... Yani seni sinirlendiren şeyin, o olayın hastalığınla aynı zamana rastlaması... Niçin ilgilendiğin anlaşıldı... Ben, kardeş, su anda biraz kafayı bulmuş durumdayım, yalnız şeytan bilir ya, bu Zosimov'un kafasında kendine özgü bir düşünce var... Ne diyorum sana: adam ruh hastalıklarına merak sardırdı... Aman sende, tukur gitsin içine!"
Yarım dakika kadar ikisi de sustular.
"Dinle Razumihin", dedi Raskolnikov, "sana bir şey söyleyeceğim: ben az önce bir ölünün yanındaydım. Bir memur... öldü... Bütün paramı onlara verdim... Ve az önce beni öyle bir yaratık öptü ki... birini öldürmüş olsaydım bile... Her neyse, ben orada bir başka yaratık daha gördüm... şapkasında ateş rengi tüyler bulunan... Galiba uzattım... Çok bitkinim, tut beni... Zaten
236
merdivenlere geldik..."
Razumihin telaşla
"Ne oluyorsun? Neyin var?" diye sordu.
"Hafif başım dönüyor... Ama önemli değil!.. Önemli olan şu ki... Çok, çok üzgünüm... Bir kadın gibi tıpkı... İnan bana! Baksana, şu ne? Bak! Bak!"
"Ney ne?"
"Görmüyor musun, odamda ışık var? Bak, aralıktan sızıyor..."
Son merdiven sahanlığında, ev sahibi kadının kapısı hizasında duruyorlardı. Gerçekten de Raskolnikov'un kapısının altından ışık sızıyordu.
"Tuhaf..!" diye söylendi Razumihin, "Nastasya'dır belki..."
"Bu saatte Nastasya'mn ne işi var odamda? Hem o çoktan, uyumuştur... Neyse, ne olacaksa varsın olsun! Elveda, Razumihin!"
"Ne oluyorsun yahu? Seni geçireceğim, beraber gireceğiz içeri!"
"Biliyorum, beraber gireceğiz, ama ben şimdi elini sıkmak ve seninle vedalaşmak istiyorum. Hadi, ver elini! Elvada!"
"Rodya, neyin var?"
"Yok bir şey, hadi girelim; sen de tanıklık edersin..."
Basamakları çıkmaya başladılar, Razumihin'in kafasından bir an, Zosimov'un haklı olabileceği düşüncesi geçti. "Gevezeliklerimle sinirlerini bozdum" diye söylendi kendi kendine. Kapıya yaklaşınca birden sesler duydular: odada birileri vardı.
Razumihin.
"Yahu ne oluyor burada?" diye bağırdı.
Raskolnikov önce davranıp kapıyı ardına kadar açtı ve olduğu yerde mıhlanmış gibi kalakaldı.
Annesiyle kızkardeşi divana oturmuşlar, birbuçuk saattir onun dönmesini bekliyorlardı. Onların geleceklerine, hatta belki de gelmiş olabileceklerine ilişkin daha bugün bile tekrarlanan haberleri duymasına karşın, nasıl olmuştu da herkesten az beklemiş, herkesten az aklına getirmişti onları? Bu birbuçuk saat içinde ana kız, su anda hâlâ karşılarında durmakta olan ve
237
kendilerine her şeyi bütün ayrıntılarıyla anlatmış olan Nastasya'yı soru yağmuruna tutmuşlardı. Hele Raskolnikov'un hasta hasta "kaçtığını", Nastasya'nın anlattıklarından çıktığına göre hatta sayıklamak bir durumda bulunuyor olmasına karşın kaçtığını öğrenince, öyle korkmuşlar, öyle korkmuşlardı ki, "Tanrım, acaba başına bir şey mi geldi?" diye ağlaya ağlaya perişan olmuşlardı.
Raskolnikov'un kapıda görünüşü sevinçli, heyecanlı çığlıklarla karşılandı; ikisi birden üzerine atıldılar. Ama Raskolnikov ölü gibi duruyordu; bilinci ani ve güçlü bir darbe yemişti sanki! Kucaklaşmak için kollarını bile kaldıramamıştı. Annesiyle kızkardeşi ona sımsıkı sarılmışlar, öpüyor, gülüyor, ağlıyorlardı. Raskolnikov bir adım attı, yalpaladı, birden olduğu yere yığılıp kaldı: bayılmıştı.
Telaşlı, korkulu bağrışlar, çığlıklar kapladı odayı, Razumihin hemen odaya daldı, hastayı kucaklayıp kaldırdı beriki bir anda kendini havada bulmuştu.
Razumihin, Raskolnikov'un annesiyle kızkardeşine dönerek:
Dostları ilə paylaş: |