Gördüklerinden hiç memnun olmayan Miyosov: “Bütün zevahiriyle adi ve kendini beğenmiş ruhlu bir adam!” diye düşündü.
Bu sırada küçük bir saat, on ikiyi vurdu ve bu darbeler aradaki buzlu sükutu yırttı. Fiyodor Pavloviç:
-Vakit tamam! Diye haykırdı. Vakit tamam; fakat benim oğlum Dimitri daha gelmedi. Huzurunuzdan onun namına ben af dilerim, mukaddes Stareç! (Bu mukaddes Stareç hitabı Aliyoşa’yı titretmişti.) Ben, her vakit dakikası dakikasına gelirim. Bu şaşmamazlık, kralların nezaketi icabıdır.
Kendini tutamayan Miyosov:
-Evet ama, siz kral değilsiniz.
Diye atıldı. Öteki hiç tınmadan:
-Hakkınız var, dedi. Zaten ben de kral olmadığımı biliyorum. Fakat ne yaparsın azizim, dilimi tutamıyorum. Alışmış kudurmuştan beterdir, derler. Doğru! Bazen acayip konuşarak soytarılık etmekten ve bu suretle etrafıma kendimi sevdirmekten hoşlanırım. Etrafında hoş tesir bırakmak lazım değil mi ya?... Yedi sene oluyor, iş için küçük bir kasamaya uğramıştım, işimizi halletmek için polis komiserine müracaat lazım geldi. Herifin boyu pek uzundu. Kendi şişmandı. Ona nezaketle yaklaşarak:
-efendim galiba siz bizim Napravnikimiz olacaksınız, dedim.
Bu Napravnik aslı Çek olan meşhur bir orkestra şefi ve bestekârı idi. Ama herif anlamadı:
-Hangi Napravnik? Diye sordu.
O zaman ona anlatmaya mecbur oldum ki, yaptığım şakadır. Ve bestekâr sözünden maksat, komiserin bizim aramızı bularak ahenge sokmasıdır. Bunda kızacak hiçbir şey yokken, adamcağız küplere bindi ve:
-Afedersiniz, ben komiserim, mesleğimle alay edilmesine dayanamam, dedi ve bize arkasını döndü.
Bu yüzden işimiz bozuldu. Yine çok sene evvel bir gün, mühim mevki sahibi bir zata yaranmak maksadıyla:
-Karınız hanımefendi, ne kadar çabuk gıdıklanıyor! Belli ki çok hassas!
Demiştim. Bundan maksadım, kadının hassasiyetini söylemekti. Fakat kocası, bana:
-Nereden biliyorsunuz, tecrübe mi ettiniz?
Diye sordu... Kendi kendime zihnimden: “Hadi nazik olalım!” sözlerini geçirdim ve:
-Evet!
Cevabını verdim. Verdim ama bu defa beni asıl kocası gıdıkladı. Mesele, yıllarca evvel başımdan geçmiştir. Fakat bakınız, hala utanmadan anlatıyorum. Ne yapayım, hezeyan etmek benim için ikinci tabiat olmuştur.
Miyosov, yüzünü nefretle buruşturarak:
-Zaten şimdi de başka bir şey yapmıyorsunuz.
Dedi. Startes hiç ağzını açmadan hepsini ayrı ayrı süzüyordu.
Fiyodor, yeni bir iştiha ile devam etti:
-Evet, gevezelik ediyorum. Çünkü benim irademden daima sıyrılarak içime yerleşen bir soytarı var. Ama zararsız bir soytarı. Bütün hayreti, başkalarını keyiflendirmek olan bir maskara. Yalnız azizim Aleksandroviç aramızda bir fark görüyorum. Siz imansızsınız, ben inanıyorum. Gerçi, bir zamanlar benim de şüphe ettiğim olurdu. Fakat, şimdi artık Allah’a inanıyor ve göklerin benimle konuşmasını bekliyorum. Ben, filozof Didero’ya benziyorum. Siz aziz babamız, onu ikinci Katerina’nın yanındaki Metrepolit “Plâton”la nasıl görüştüklerini biliyor musunuz? Filozof onların bulunduğu salona girerek elini havaya kaldırmış ve:
-Allah yoktur!
Demişti. Metrepolit buna parmağıyla gökleri işaret ederek:
-Bir deli, Tanrıyı inkâr etti.
Cevabını vermişti. Bunun üzerine Didero Metrepolidin ayaklarına kapanarak yalvardı:
-İnanıyorum ve vaftiz edilmek istiyorum.
Bunun üzerine hemen vaftiz edildi. Prenses Doçkov analığını, Patiyomkin de babalığını kabul ettiler.
Artık kendini tutamayan Miyosov, titreyen bir sesle:
-Fiyodor Pavloviç, ayıp yahu, ne çekilmez mahlûksun!... Bütün bu masallar hep uydurma. Bile bile yalan söylemekten utanmıyorsun.
Diye haykırdı.
Fiyodor yine hiç tınmadan:
-Bütün hayatımın yalandan ibaret olduğunu gördüm. Muhterem Startes, siz beni affediniz, son anlattığım hikayenin sonu uydurma idi. Bunu da galiba öc almak için uydurdum. Mu mesele hiç aklıma gelmemişti. Şimdi anlatırken birdenbire içimden doğdu. Eğer fenalık ettimse, daha sevimli olmak için yaptım. Şu Didero hikayesini de, belki yirmi defa anlattılar. Bunları, ben sizin halanız Mavra Fominişa’nın yanında dinlemiştim. Filozof, Moskova metropolidiyle Allah hakkında münakaşa etmek için görüşmüş, diyorlardı.
Aleksandroviç, kendinden geçmiş bir halde ayağa kalkmıştı. Höcerede geçen hadiseler hakikaten artık adamı çileden çıkaracak hale gelmişti. Bu odada kırk elli seneden beri toplanan ziyaretçiler, daima derin bir ihtiram ile oturmuşlar, çok büyük bir terbiye ile konuşmuşlardı. Çoğu dize gelirler ve bütün ziyaret zamanını bu vaziyette geçirirlerdi.
Buraya gelenler arasında içtimaî mevkii yüksek olanlar, ilmî şöhret sahipleri, hatta dinsizler bile vardı. Fakat hepsi büyük bir hürmetle oturur ve müzakerelerin sürdüğü bütün müddetçe çıt olmazdı.
Odadaki iki rahip, bir şey söylemiyorlar, fakat tepeden tırnağa kadar dikkat kesilerek Stareç’e bakıyorlardı. İkisi de yerlerinden fırlamaya hazır bir tetiklikle yay gibi idiler. Aliyoşa başını eğiyor ve ağlamamak için kendini sıkıyordu. Bütün ümidi ağabeyi İvan’da idi. Çünkü babasının gevezeliğine mani olacak biricik kuvvet olarak onu tanıyordu. Fakat onun da hareketsiz durduğunu görünce şaşakalmıştı. Zavallı delikanlı yanındaki “İlahiyat”çıya bakamıyordu bile.
Miyosov, Stareç’e:
-Muhterem efendim, bu maskaralığa katlandığım, karıştırıldığım için beni affediniz. Hatta şu Fiyodor Pavloviç ayarında bir herifin bile bu kadar hürmete layık bir huzurda böyle kepazelikler yapabileceğini zannetmiyordum. Hele af dilemek, iztırarında kalacağım hiç aklıma gelmemişti.
Diye başladı ve sözünü bitirmeye dayamayarak odadan çıkmaya davrandı.
Stareç, hemen titrek bacakları üstünde ayağa kalkarak, Aleksandroviç’in iki elinden tuttu ve:
-Rica ederim oturunuz ve üzülmeyiniz. Siz, benim misafirimsiniz!
Dedi. Zosima bunları söyledi ve bir reverans yaparak tekrar sedirine oturdu.
Fiyodor Pavloviç ise, iki eli, oturduğu koltuğun desteklerinde, alacağı cevaba göre hemen fırlamaya hazırlanarak:
-Muhterem efendim, sözlerim sizi incitti mi?
Diye sordu. Stareç, şahane bir tavırla:
-Rica ederim, siz de hiç rahatsız olmayınız. Kendi evinizde imişsiniz gibi hareket ediniz ve hele kendinizden bu derece utanmaktan vazgeçiniz. Bütün fenalıklar bu inanıştan gelir.
Cevabını verdi.
-Kendi evimdeki gibi miyim?.. O ne iyi... Ne iyi... Şu halde tam manasıyla serbestim. Mu müsaadenizi için ezilerek kabul ediyorum. Lütuflarınız, beni sevinçli bir teessür içinde bırakıyor. Fakat aziz pederim, beni bu kadar şımartmayınız. Olduğum gibi görünmeme razı olmak, tehlikeli bir şey olur. Ben, böyle bir harekete razı olamam. Bunu söyleyişim de sizi kendinizi müdafaaya davet etmek içindir. Bazılarının bana ders vermeye kalkışmalarına rağmen bu iş, yine karanlıkta kalıyor. Şu son cümle, bilhassa size hitap ediyor, Aleksandroviç. Siz, mukaddes zata gelince huzurunuzda şunu söyleyeyim ki, bu dakikada içimdeki heyecandan taşacak bir haldeyim.
İhtiyar palyaço, kolları havada olarak ayağa kalktı:
-Seni taşıyan karın ve emziren memeleri takdis ederim. Biraz evvel; “Kendinizden utanmayınız” buyurmuştunuz. Ne büyük söz bu!.. Sizin bu hitabınıza erdikten sonradır ki, başımda bir ışık yandı. İçimi gördüm. Kaç kere halka yaklaşırken, onların arasında en alçak mahlûk ben olduğumu düşünmüştüm. Herkesin bana maskara nazarı ile baktığına inanmış ve bu inanışla da: “Madem ki öyledir, şu halde bari soytarılık edelim! Çünkü sizin fikir ve mütealanız hiç umurumda değil, bilirim ki, siz, benden de aşağılık mahlûklarsınız!” dedim. İşte aziz babamız, benim soytarı oluşum utancımdandır. Ben, eğer bir yere giderken, vakarlı bir insan gibi karşılanacağımı bilseydim, Allah bilir ki mükemmel bir adam olurdum.
Fiyodor Pavloviç böyle dedikten sonra dizüstü düştü ve:
-Allah indinde makbul bir kul olmak için ne yapmam lâzımdır?
Diye sordu. Bu halinde bile alay edip etmediği pek belli d eğildi. Heyecanından mı, yoksa ezelî kepazeliğinden ötürü mü böyle konuştuğunu kimse kestiremedi.
Stareç, gözlerini ona doğru kaldırdı ve gülümseyerek:
-Çoktan beri ne yapmak lazım geldiğini biliyorsunuz, sanıyorum. Duygulu bir adam olduğunuz anlaşılıyor, dedi. Kendinizi içkiye, çapkınlığa, hele asla para hırsına kaptırmayınız ve hiçbir zaman yalan söylemeyiniz.
-Didero hakkında söylediklerime telmih ediyorsunuz değil mi?
-Hayır, onun için değil. Kendi kendinize de yalan söylememenizi istiyorum. Bir adam ki, kendi kendine yalan söyler, yarın artık başkalarının söyledikleri arasında da hakikati bulamaz, göremez olur. Kimseye hürmeti kalmaz ve bir kere yüreklerde bu acı hâdise yerleşince, sevmekten de uzaklaşır. Kendini fuhuşa, rezalete, edepsizliğe, sarhoşluğa atar. Kendi hücumlarıyla başkalarının taarruzlarına uğrayınca da gönülde kin yerleşir... Fakat ayağa kalkınız rica ederim kalkıp oturunuz. Çünkü bu hareket de fenadır.
-Verin ellerinizi öpeyim.
Fiyodor böyle haykırarak, Stareç’in kupkuru elerine dudaklarını yapıştırdı. Sonra:
-Ömrümde hiç kimse benim duygularımı bana böyle sizin gibi şerhetmedi. Ben bütün ömrümde kendimi alçaltmaktan başka bir şey yapmadım. Kendimin yalan bir varlık ve yalanın babası olduğumu anlıyorum. Tarifte belki yanılıyorum, tutalım ki yalanın oğluyum diyeyim... Yalnız benim melek Zosimam, bazen Didero etrafında bir mübalağa, bir yalancık kıvrılabilir değil mi? Bu, o kadar büyük bir günah sayılmaz sanırım. Mesela üç sene evvel buraya gelip hakikati aramak sevdasına düşmüştüm. Bu hakikatin mevzuu da şu idi: Velilerden birinin din uğruna şehit olan bir “Veli”nin kesilen başını kolları arasına alıp öptüğünü ve uzun zaman taşıdığını eski bir kitap yazarmış, bu, doğru mudur?.
Stareç:
-Hayır, doğru değildir?
Cevabını verdi. Köşedeki âlim papaz da:
-Bahsettiğiniz hadise, hiçbir merakıp mecmuasında yoktur. Hangi veli imiş bu?..
Diye sordu.
-Bilmiyorum. Bana anlatan da Aleksandr Miyosov’dur. Hani şu Didero meselesinde bana o kadar çıkışan adam...
-Sizinle hiçbir zaman konuşmuş değilim ki, böyle bir şey anlatmış olayım.
-Bana şahsen söylemediğiniz doğrudur. Fakat siz bu hikayeyi birçok insanın bulunduğu bir toplantıda anlatmıştınız. Ben de orada hazırdım ve o günden beri büyük bir iman sarsıntısı geçiriyorum. Bu sıkıntımın sebebi de sizsiniz.
Fiyodor Pavloviç, anlatırken ateşleniyor, heyecanlanıyor, samimi görünüyordu. Fakat Aleksandr Miyosov, dehşetli surette sinirlenmişti.
-Ne çirkin münasebetsizlik... Filhakika böyle bir şey anlattığım, benim de şimdi aklıma geliyor. Bunu bir Fransız âliminden dinlemiştim. Bizim dualarımızda böyle bir şeyden bahsedildiğini o söylemişti Ben, bu türlü kitapları okumadım ve okumayacağım da... Galiba yeme esnasında konuşmuştuk.
Fiyodor onu kızdırmak için:
-Evet dedi; yemek yiyorken anlattınız ve bana itikadımı kaybettirdiniz.
Aleksandr, az daha:
-Vız gelir bana senin itikadın!.. diye bağıracaktı. Fakat kendisini topladı ve hangi mevzuya, neye dokunursanız, siz mutlaka onu kirletirsiniz!... dedi.
Stareç, birdenbire ayağa kalktı, herkese hitap ederek:
-Beni affediniz; siz daha gelmeden önce beni bekleyenler vardı. Sonra Fiyodor’a dönerek şakacı bir sesle: “Siz de bundan sonra yalan söylemekten vazgeçiniz!”
Sözlerini ilave etti. Höcereden çıktı. Aliyoşa ile ve rahip yamağı onun merdivenlerden inmesine yardım için atıldılar. Aliyoşa bir taraftan boğulur gibi oluyor, bir taraftan da Stareç’in darılmadığını görerek seviniyordu. Zosima koridora çıkıyor ve hastayı takdise gidiyordu. Fakat Fiyodor onu kapıda yakaladı:
-Mukaddes varlık, mutlu adam, izin ver de bir kere daha ellerini öpeyim. Seninle konuşmak ne büyük kazanç. Adam canlanıyor. Belki boyuna yalan söylediğimi, hiç durmadan maskaralık ettiğimi sanıyorsunuz. Bütün bunları benim alçalışımla sizin vekarınızın birleşmesine imkan olup olmadığını anlamak için yaptım. Beni kabul ederseniz, şimdiden sonra ağzımı açmayacağım. Artık söz sizin Aleksandr Miyosov... on dakika için şeref mevkii, hitabet kürsüsü sizindir azizim.
Manastırın dış duvarlarına doğru uzanan ahşap koridorun önünde yirmi kadar kadın kaynaşarak bekliyorlardı. Çünkü meydancı papazlardan biri, onlara Stareç’in höcresinden çıktığını ve kendilerini kabul edeceğini haber vermişti. Madam Koklakov da onlar gibi fakat itibarlı aile hanımlarına ayrılar bir odada bekliyordu. Koklakov’lar ana-kız birlikte gelmişlerdi. Genci, itinalı giyimi, zarif kıyafeti, güzel yüzü ve siyaha çalan parlak gözleriyle çok cana yakındı. Henüz otuz üçünde olduğu halde beş seneden beri duldu. On dört yaşındaki kızı ayakları inmeli bir zavallı idi. Beş aydan beri yavrucuk yatalak olmuştu.
Hastalığın biraz süzdürdüğü nefis bir yüzü ve uzun kirpiklerle gölgelenen iri gözleri vardı. Tekerlekli bir koltuğa uzanmıştı. Annesi, onu Avrupa’ya götürecekti. Fakat arazilerindeki işler, geciktirmişti. Sekiz günden beri kasabamızda idiler. Stareç’i, bir kere de üç gün önce ziyaret etmişlerdi. Zosima’nın hasta olduğunu söyledikleri halde zavallı anne, bu şifa kaynağı bir kerecik olsun kendilerine görünmeden dönemiyordu. Stareç’i beklerken, kadıncağız koltuğun yanına oturmuştu. Ondan iki adım ötede şimalin uzak taraflarından gelmiş bir ihtiyar papaz duruyor ve azizin hayırduasını almak için bekliyordu.
Stareç, divanhaneden göründü ve doğruca halkın biriktiği tarafa doğruldu. Kadınlar onun etrafına toplaştılar. Zosima, merdivenin üst basamağında durdu. Ziyaretçileri takdis etti. Nefes etsin diye, uğramış bir kızcağızı getirmişlerdi. Zavallı mahlûk onu görür görmez, bir sar’a nöbetine tutulmuş gibi titremeye başladı. Stareç kısa bir dua okur okumaz titreme ve inilti kesildi.
Ben, çocukluğumda böyle hastaların kiliseye getirildiklerini ve ibadet sırasında köpek gibi havladıklarını görüp işitmiştim. Daha sonraları, âlim hekimlerle görüşünce, bu illetlerin Rusya’da daha çok kadınlara musallat olduğunu öğrendim. Boyuna doğurmak, lohusalıklarında hiçbir fennî tedbir almamak, pek fena şartlar altında yaşamak, ağır tarla, köy ve ev işleriyle uğraşmak bu korkunç hastalığın sebeplerindenmiş.
Köylü kadınlar, uğramışların, mukaddes muhite girince ve bir aziz adam tarafından okununca, cinlerle perilerin hemen vücudundan çıkacağına inanırlar.
Stareç’in etrafına dizilen kadınlar, bir yandan ağlaşıyorlar, bir yandan da erişebildikleri kadar eteklerini öpmeye çalışıyorlardı. O da hastalarını tanıyor, her biriyle ayrı ayrı konuşuyordu. Aralarında yüzü adeta kararmış, zayıf, cılız bir genç kadını göstererek:
-İşte uzaktan gelen biri daha!.. dedi.
Bu kadın, diz çökmüş ve gözlerini sabit bir bakışla Zosima’nın yüzüne dikmişti. Yüzü avucunun içinde ve başı sağa sola sallanarak dert yandı.
-Uzaktan, çok uzaktan, pek uzaktan geliyorum babamız... Üç yüz fersahlık yoldan geliyorum...
Rus halkında sabırlı, ürkek ve susan bir ıstırap vardır. Evet, onlar, acılarını dille söylemezler. Fakat gözyaşları sel gibi akar ve herşeyi anlatır. Bu ifade yürekleri parçalar. Bu türlü ıstıraplar, teselli istemezler.
Stareç ona dikkatle bakarak:
-Sen taşralısın galiba!
Dedi. Kadın:
-Biz şehirde oturuyoruz efendimiz... Şehirde oturuyoruz, ama aslımız köylüdür. Ben, seni görmek için geldim. Bundan evvel, üç manastıra uğradım. Fakat bana burası için oraya git! Dediler. Geldim işte... Dün gece kilisede idim. Orada sabahladım.
-Neye ağlıyorsun?
-Çocuğuma ağlıyorum... Üç yaşında kaybettiğim yavrum için gözyaşı döküyorum. Çektiklerim hep onun yüzünden. “Nikituçka”m son ümidimdi... Ondan evvel de iki tane kaybettim. Fakat bu üçüncüsünü bir türlü unutamıyorum. Gözümün önünden hiç gitmiyor. Artık ruhum kurudu. Onun minimini çamaşırlarına, ufacık ayakkabılarına bakıp bakıp ağlarım. Kocama:
-Bırak beni, kilise kilise dolaşayım. Mukaddes Stareçleri ziyaret edeyim, dedim.
Vaktiyle o, bunlara razı olmaz. Azıcık ayrılsam sararıp solardı. Arabalarımız vardı. Ama, şimdi artık onu düşünemiyorum. Kendisini içkiye verdiğini gördüğüm halde düşünemiyorum. Hem zaten ben, artık her şeyden vazgeçtim. Ondan da, bütün öteki insanlardan da... Evimi, malımı, mülkümü görmek bile istemiyorum. Gözlerimin kör olmasına bile seve seve razıyım.
Stareç:
-Dinle analık! Dedi. Vaktiyle senin gibi bir kadın, Allah’ın kendi yanına çağırdığı yavrusunu aldığı için, biz azize başvurmuş. Aziz, ona: “Bu yavrucukların Tanrı huzurunda ne kadar cesur olduklarını biliyor musun?” diye sormuş. Gökler ikliminde onlardan daha cüretkar hiç kimse yoktur. Tanrıya: “Bize can verdin; fakat hayata gözlerimizi açar açmaz ruhumuzu aldın!” diyorlar. Çocukların şikayeti Tanrıya dokunur ve onları melek yapar.” Dedikten sonra, görüyorsun ya, yavruların en büyük saadete ermiş bulunuyorlar. Artık ağlama!
Sözlerini ilave etmiş. Sen de tıpkı o kadın gibisin. Senin miniminilerin de Allah’ın huzurunda melekleşmişlerdir. İstersen ağla; fakat sevinerek ağla.
-Kocam da beni böyle teselliye çalışır: “Ne ağlıyorsun canım, oğlumuz, şimdi Tanrının tahtı etrafında meleklerle beraber şakımaktadır.” Derdi. Ama ben de ona: “Evet biliyorum ki, burada bizim yanımızda değiller. Ben işte bunun için ağlıyorum.” Cevabını verirdim. Ben onu bir saniye yanımda görmek, küçücük ince sesiyle. “Anne neredesin?” dediğini işitmek istiyorum. Ah mukaddes adam, aziz insan, ne yazık ki, bu isteğim boşunadır. İşte yavrumun kemeri... Ama kendisi yok... Yok... Yok...
Bunları söyleyen kadıncağız, koynundan küçük bir kemer çıkardı. Kokladı ve hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapamıştı; fakat parmaklarının arasından sel gibi yaşlar akıyordu.
Stareç:
-Bu, yeni bir şey değil, dedi; Raşel de kaybolan çocukları için ağlamıştı. Senin de nasibin bu yavrum. Teselli bul, unut demiyorum. Ağla fakat düşün ve hatırla ki, çocuğun şimdi melekler arasındadır. O, sana bakıyor ve seni görüyor. Senin annelik yaşların daha uzun zaman akacak. Fakat bu yaşlar gitgide yaralarını yıkayan bir şifa kaynağı olacak. Yaşlar ruhu temizler. Oğlun için dua edeceğim. Adı nedir onun?
-Aleksi!
-Güzel isim. Bir Allah kulu, büyük bir aziz de bu adı taşımıştı.
-Evet, efendiniz!
-Analık, duadan unutmayacağım. Kocanın sağlığına da dua edeceğim. Ama kocandan ayrılık günahtır. Çabuk koş, ona iyi bak. Göklerden minimini oğlun babasını kendi haline bıraktığını görüp ağlıyor. Ruh ölmez. Yavrunun ruhu da yaşıyor. Sen evine uğramazsan o, nasıl gelir? Tövbe et ve evine dön. Rüyaların tatlılaşacak, oğlunu görerek teselli bulacaksın. Bugünden tezi yok, hemen yuvana dön.
-Mukaddes adam, içimi okudun. İstediğini yapacağım. Hemen döneceğim.
Kadıncağız:
-Ah benim Nikitüçkam!.. Beni biliyorsun değil mi, geliyorum, geliyorum.
Diye ağlamaya başlamıştı. Fakat Stareç o aralık başka bir dertliye dönmüş, onu dinlemeye, onun yarasını sarmaya koyulmuştu. Bu kadıncağız, bir küçük zabitten dul kalmış, oğlu da Sibirya’ya gönderilmişti. Bir yıldan beri haber alamıyordu. Başvurduğu yerler de susuyorlardı.
-Geçen gün, zengin bir adam, bana, “Adını bir kağıda yaz, kiliseye git, dua et. Onun ruhu senin çektiklerinden haberdar olur ve yakında mektup alırsın” dedi. Ama, ben, bunun bir günah olup olmadığını kestiremiyorum. Sen ki, bizim ışığımızsın, söyle bana bunu yapmak iyi mi? Fena mı?
-Sakın, sakın!.. Hiç sağ olan bir adam için, dua edilir mi? Böyle bir işe anneler girişebilir mi? Bu, büyük bir günahtır. Sihirbazlıktan farkı yok bunun... Bereket versin ki, sen cahilsin de bu yüzden Allah suçunu bağışlar. Göklerin sahibine onun sağlığı, afiyeti için dua et. Oğlun, ya kendi gelecek, yahut sana mektup yazacaktır. Hadi gönül rahatlığıyla git. Yavrun sağdır.
-Allah senden razı olsun, bizim nurdan dilimiz... Bizim kurtarıcımız...
O, daha söylüyordu. Fakat Stareç bir başkasına dönmüştü:
-Sen yavrum, ne istiyorsun?
Genç kadın, onun dizlerine kapandı. Telaşsız bir sesle:
-Ruhumu azaptan kurtar. Günahkârım ben.
Dedi. Stareç, son basamağa oturdu. Kadın dizüstü sürüklenerek ona yaklaştı. Pek yavaş bir sesle:
-Üç seneden beri dulum. Evlilik hayatım da iyi geçmedi. Kocam hırçın ve huysuzdu. Kızınca, beni dövüyordu. Bir gün hastalandı. Yatağa düştü. Ona bakarken, kendi kendime: “Tekrar iyileşirse benim halim nice olur?” diye sordum. Sonra bu düşünce, bu soru hiç aklımdan çıkmaz oldu.
Zosima, kulağına kadının dudaklarına yaklaştırarak:
-Dur biraz, dedi.
Dul, daha birşeyler söyledi ve bitirince, Stareç sordu:
-Üç sene mi oluyor?
-Evet, üç sene. Önceleri pek düşünmüyordum. Fakat sonraları hastalık başladı. Müthiş azap içindeyim.
-Uzaktan mı geliyorsun?
-Beş yüz fersahlık yoldan1
-Günah çıkarttın mı?
-Evet, iki kere.
-Kurban kestin mi? Âyin yaptırdın mı?
-Evet... Korkuyorum... Öleceğim diye korkuyorum.
-Hayır, korkma... Hiçbir zaman korkma ve üzülme. Allah herşeyi affeder. Dünyada kul, hulûs ile yalvardıktan sonra Tanrının affetmeyeceği hiçbir suç yoktur. Kul, Allah’ın affından daha büyük günahlar işleyebilir mi? Sen yüreğini temiz tut, bütün korkuları içinden at. İnan ki, Allah, seni günahlarınla birlikte sever. Tanrıyı sev. Aşk, her şeyi temizler. Seni dinlerken benim gibi bir günahkâr merhamete gelirse, rahmet denizi olan Allah, sana acımaz mı? Hadi git affedileceksin.
Stareç böyle söyleyerek kadına doğru üç kere haç işaret yaptı. Sonra boynundan bir resim çıkararak kadının boynuna taktı. Kalktı kollarında bir kundan tutan bir başkasına tatlı gözleriyle baktı.
-Ben Vişegoriye’den geliyorum.
-Kucağında çocukla bu kadar yol yürüdün ha?
-Evet... hem birinci defa değil. İşittim ki, hasta imişsin. Meraklanıp koştum. Nasıl oluyor da senin için bu kadar insan dua ederken hastalanıyorsun?
-Teşekkür ederim yavrum.
-Madem ki geldim, bir şey de danışayım. Şu altmış kopeği alınız, benden daha fakir birine verirsiniz. Siz en lâyıklısını bizden iyi tanırsınız.
-Allah razı olsun yavrum... Dediğini yapacağım... kucağındaki çocuk kız mı?
-Evet kız!
-Allah bağışlasın. Bugün kalbimi huzurla doldurdunuz, hepinizden Tanrı razı olsun! Allaha ısmarladık yavrularım.
Stareç bu duadan sonra hepsini birden takdis etti ve derin bir reveransla onları selamladı.
4
İmanı zayıf bir kadın
Halk kadınlarıyla bu görüşme devam ederken, dehlizdeki odada da bir kadın, gözyaşları döküyordu. Bu kadın, çok hassas ve faziletli bir hanımdı. Stareç, ona dönünce, kadıncağız gerçek bir heyecan ile atıldı:
-Deminki müessir sahneyi seyrederken, öyle bir içim sarsıldı ki... – Heyecan bir aralık onun sözünü kesmişti – oh, evet halkın sizi neden bu kadar sevdiğini şimdi daha iyi anlıyorum... Ben de halkı severim... Zaten büyüklüğü kadar saf olan Rus halkını kim sevmez ki...
-Kızınız nasıl?.. Benimle tekrar görüşmek istemişsiniz?...
-Evet istedim... Yalvardım, yakardım... Lazım gelirse, dizüstü günlerce pencerelerinizin önünde beklemeye bile katlanarak sizi görmeye çalışacaktım. Siz büyük şifa vericinin huzuruna minnetle çıkmak borcumdu. Çünkü Lizi siz iyileştirdiniz. Biz, ona şifa veren mübarek ellerinizi öpmek için geldik.
-İyileştirdiğimi söylüyorsunuz ama, kız henüz yatakta!
Madam, keskin bir telaşla:
-Gece nöbetleri tamamıyla geçti... Sonra bacaklarına da yavaş yavaş kuvvet geldiğini hissediyoruz. Bu sabah pek iyi kalktı. Yüzünün rengine ve gözlerinin parıltısına bakın. Evvelce hiç durmadan ağlıyordu. Şimdi gülüyor. Neşesi içinden taşıyor. Bugün ayağa kaldırmamızı istedi ve hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan tam bir dakika kendi kendine ayakta durdu. On beş güne kadar dans edeceğine dair benimle bahse girişmek istiyor. Doktor Herzanstüp’ü çağırttım. Baktı ve sonra omuzlarını silkerek: