— Ne olur! Babana bir yardımda bulun! İnan bu yaptığın iyiliği unutmam! Ama ne var ki sizin gibi evlâtlarda yürek yok, yürek! Ben bunu bilir, bunu söylerim! Senin için bir günün ya da iki günün ne önemi var? Nereye gideceksin şimdi? Venediğe mi, yoksa? Merak etme, senin o Venedik iki gün içinde yerin dibine batmaz. Alyoşa'yı da gönderirdim ama, o bu işlerden ne anlar? Seni göndermek isteyişimin tek nedeni akıllı bir adam olmandır. Ben senin akıllı olduğunu görmüyor muyum? Gerçi kereste tüccarı değilsin ama, gördüğün şeyin değerini bilirsin sen. Bu işte de görmesini bilmek yeter; adam ciddî mi konuşuyor, yoksa ciddî değil mi? Yalnız, bunu iyice anlamalı. Söylüyorum sana; sakalına bakarsın. Eğer sakalı titriyorsa demek ki, ciddî konuşuyor.
îvan Fiyodoroviç öfkeyle alaylı alaylı gülerek:
— Demek kendi elinizle beni o Allahın belâsı Çer-maşnaya'ya itiyorsunuz, öyle mi? diye bağırdı.
Piyodor Pavloviç oğlunun öfkesini farketmedi, ya da görmemezliğe gelmek istedi. Oysa alaylı alaylı gülüşünü hemen görmüştü, onun için de vakit kaybetmeden :
— Demek gidiyorsun! Gideceksin, değil mi, dur sana bir pusula karalıyayım, demişti.
— Bilmiyorum, gideyim mi gitmiyeyim mi? Gerçekten bilmiyorum gidip gitmiyeceğimi. Yolda karar veririm.
— Yolda ne karar vereceksin? Hemen burada karar ver. Evlâdım, yavrum, ne olursun burada karar ver! Onunla anlaşırsan bana iki satırlık bir pusula yaz, pusulayı papaza ver, papaz onu hemen bana gönderir. Ondan' sonra artık engel olmam sana! Güle güle git Venediğe. Volovo istasyonuna kadar papaz arabana kendi atlarının koşulmasına izin verir...128
KARAMAZOV KARDEŞLER
ihtiyar tam anlamıyla coşkun bir sevinç içindeydi. Hemen pusulayı yazdı. Atları getirtmek için adam gönderdiler, sofraya konyakla meze geldi. İhtiyar sevindiği vakit, her zaman gevezelik ederdi, ama bu sefer kendini tutuyor gibiydi, örneğin: Dimitriy Fiyodoro-viç'ten bir kez olsun söz etmedi.' İvan Fiyodoroviç'ten ayrılacağına da hiç üzülmüyordu. Sanki konuşacak şey bulamıyormuş gibiydi. İvan Piyodoroviç de bunu çok iyi anladı. Kendi kendine: «Benden amma da bıkmış» diye düşündü, ihtiyar, ancak oğlunu kapıya kadar geçirdiği vakit biraz heyecana kapılır gibi oldu ve onunla kucaklaşmak için uzandı. Ama İvan Fiyodoroviç onunla öpüşmekten kaçınmak istediğini belli ederek aceleyle geri çekilip elini uzattı, ihtiyar hemen durumu anladı; bir anda kendini toparladı. Kapıdan:
— Haydi Tanrı yardımcın olsun, Tanrı yardımcın olsun! diye tekrarladı. Ama ömrümüz varsa, bir defa daha geleceksin değil mi? Gel; ne zaman gelsen, başımın üstünde yerin var. Haydi, İsa yardımcın olsun!
İvan Fiyodoroviç faytona bindi. Babası son bir kez:
— Elveda İvan! Beni çok kötüleme! diye bağırdı.
İvan Fiyodoroviç'i uğurlamak için evdekilerin hepsi dışarı çıkmıştı: Smerdyakov da, Marfa da, Grigoriy de oradaydılar. İvan Fiyodoroviç herkese onar ruble hediye etti. Artık faytona yerleştikten sonra Smerdyakov fırladı, gelip arabanın içindeki halıyı düzeltti. İvan Fi-yodoroviç'in ağzından birden şu sözler döküldü :
— Görüyorsun ya... Çermeşnaya'ya gidiyorum... dedi.
Bu sözler bir gün önceki gibi kendiliğinden üstelik, garip, sinirli bir gülüşle dudaklarından dökülmüştü. Sonradan bunu uzun bir süre hatırlıyacaktı.
Smerdyakov, İvan Fiyodoroviç'in içini okuyormuş gibi gözlerinin içine bakarak kesin bir tavırla:
KARAMAZOV KARDEŞLER
129
— Demek ki, zeki bir insanla konuşmak bile ya-Tarlı oluyor diyenler doğru söylemişler, dedi.
Fayton hareket etti ve uzaklaştı. İçindeki yolcunun ruhunda karışık duygular vardı, ama tarlalara, tepelere, ağaçlara, üzerinden, bulutsuz göklerin içinde ta yükseklerden geçen yabani kaz sürüsüne büyük bir istekle bakıyordu. Birden kendini o kadar iyi hisseti ki, arabacıyla sohbet etmeye kalkıştı ve köylünün verdiği karşılıkla çok ilgileniyormuş gibi davrandı. Ama bir an sonra, adamın söylediği sözlerin bir kulağından girip, bir kulağından çıktığını ve gerçekte ne dediğini bile anlamadığını farketti. O zaman sustu. Zaten ancak sustuğu vakit kendini rahat hissediyordu: Hava temiz, taze ve serin, gökyüzü açıktı.
İvan Fiyodoroviç'in hayalinde Alyoşa ile Katerina îvanovna canlandı. Ama bafifçe gülerek, gözlerinin önünde beliren bu sevimli hayallere doğru hafifçe üfledi. O zaman bu hayaller hemen dağıldı. İvan Fiyodoroviç: «Onlara daha vakit var» diye düşündü. İstasyona kadar olan mesafeyi çabucak aldılar, atlan değiştirdiler ve Volovo'ya doğru dört nal gittiler. İvan Fiyodoroviç birden «zeki bir insanla konuşmak neden yararlı bir şey oluyor? Bununla ne demek istedi acaba?» diye Düşündü ve bu düşünce sanki bütün varlığını birden kavramış gibi oldu. «iyi ama ben de ne diye ona Çer-ttıeşnaya'ya gideceğimi söyledim.»
Dört nal Volovo istasyonuna kadar gittiler. İvan Piyodoroviç faytondan indi. etrafını arabacılar çevirdi. Çermeşnaya'ya kadar on iki verstlik yolu almak için Pazarlığa giriştiler. Arabaya dinlenmiş atların koşul-^ası gerekiyordu. İvan Fiyodoroviç atların koşulmasını emretti. Sonra, araba durağındaki hana girecek ol-du, etrafına bakındı, gözü hana bakan kadına ilişti, sonra birden tekrar kapıya çıktı:
Karamazov Kardeşler II — F: 9130
KARAMAZOV KARDEŞLER
— istemez! Çermeşnaya'ya gitmjyeceğim! Akşam yedi tirenine gecikmez miyim? Evlâtlar ne dersiniz?
— Tam zamanında yerleştiririz sizi! Atları koşalım mı?
— Hemen koş atları arabaya! Aranızda yarın kente inecek var mı?
— Olmaz olur mu? İşte, Mitriy inecek.
— Bana bir yardımda bulunmaz mısın Mitriy? Babam Fiyodor Pavloviç Karamazov'a uğra, ona Çermeşnaya'ya gitmediğimi söyle. Bunu yapar mısın ha?
— Neden yapmıyayım? Uğrarız. Zaten Fiyodor Pav-loviç'i çok eskiden tanınz.
İvan Fiyodoroviç neşeyle güldü :
— öyleyse al bakalım bahşişini! Çünkü öyle sanıyorum ki babam sana bahşiş vermez...
Mitriy de güldü:
— Herhalde vermezler! dedi. Teşekkür ederim Beyefendi. Emrinizi muhakkak yerine getiririz.
İvan Fiyodoroviç akşamın yedisinde vagona girdi ve trenle hemen Moskova'ya gitti. «Geçmişteki herşey uzaklaşsın benden! Elveda artık eski yaşadığım hayata, bir daha dönmemek üzere, elveda! Artık geçmişten ne bir haber, ne bir ses isterim; yeni bir dünyaya, yeni yerlere, hem de hiç arkama bakmadan gideceğim!» diye düşünüyordu. Ama içine coşkun bir sevinç yerine, birden öylesine karanlık bir hüzün çöktü ve kalbinde öyle bir acı uyandı ki, böylesini bütün ömründe hiçbir zaman duymamıştı. Bütün gece düşündü durdu; tren sanki uçuyordu. İvan Fiyodoroviç, ancak Moskova'ya artık girdikleri sırada, gün doğarken, birden kendine gelir gibi oldu!
— Ben alçağın biriyim! diye fısıldadı.
Fiyodor Pavloviç ise oğlunu uğurladıktan sonra çok memnun kalmıştı. Tam iki saat içinde hemen hemen büyük bir mutluluk duyarak konyağı yudumlayıp durdu; ama birden evde herkes için çok can sıkıcı, tat'
KARAMAZOV KARDEŞLER 131
sız, aynı zamanda Fiyodor Pavloviç'i büyük bir şaşkınlık içinde bırakan bir olay oldu: Smerdyakov bir şey almak için bodruma inerken üst basamaktan aşağıya düştü. İyi ki, o sırada Marfa İgnatyevna avludaydı ve bunu tam zamanında işitmişti. Kadıncağız Smerdya-kov'un düştüğünü görmemişti, ama çığlığı duymuştu. özel, garip, ama Marfa Ignatyevna'nın çoktandır bildiği bir çığlıktı bu. Bir saralının, krize tutulan bir saralının çığlığı. Herkesçe saralı olduğu bilinen Smerdya-kov'un bu krizi, tam merdivenden aşağıya indiği zaman mı başlamıştı ve bu yüzden mi elinde olmıyarak kendini kaybederek aşağıya düşmüştü, yoksa düştüğü vakit geçirdiği sarsıntıdan mı kriz gelmişti? Bunu anlamaya imkân yoktu. Yalnız kendisini artık bodrumun dibinde, vücudu kıvrılmış, kasılmış bir halde titriye titriye, ağzında köpüklerle, çırpınır bir halde bulmuşlardı, önce herhalde elinin ya da bacağının kırıldığını ve bir yere çarptığını sanmışlardı. Ama Marfa Ignatyevna'nın dediği gibi «Tanrı korumuştu» ve öyle bir şey olmamıştı. Yalnız Smerdyakov'u bodrumdan tekrar dışarı çıkarmak zor olmuştu. Neyse ki, komşulardan yardım isteyerek bunu güç belâ başarmışlardı.
Bütün bu işler olup biterken Fiyodor Pavloviç'in kendisi de orada bulunmuş, yardım etmişti. Belliydi ki, korkmuş, hattâ şaşkınlıktan kendini kaybetmiş gibiydi. İstelik hasta bir türlü kendine gelemiyordu. Gerçi krizler arada bir kesiliyordu ama, kısa bir süre sonra yeni-en başlıyordu ve herkes Smerdyakov'un geçen yıl ta-yan arasından aşağıya düştüğü vakit olduğu gibi bir urum meydana geleceğini söylüyordu. O vakit basına iuz konulduğunu hatırladılar. Hemen bunu da buldu-ir; çünkü bodrumda hâlâ buz vardı. Marfa İgnatyev-ia gereken emirleri verdi. Fiyodor Pavloviç de akşama doğru doktor Hertzenstube'nin gelmesi için adam gön-erdi. Doktor Hertzenstube ise çabucak geldi.
Hastayı dikkatle muayene ettikten sonra (bu bu-132
KARAMAZOV KARDEŞLER
KARAMAZOV KARDEŞLER
133
tün ilin en dikkatli, en titiz doktoruydu, kendisi de yaşlı ve çok saygı değer bir ihtiyarcıktı) krizin çok şiddetli olduğu ve durumun «belki de çok tehlikeli olacağı» sonucuna vardı. Sonra da daha herşeyi iyice kavrıyama-dığını, ama yarın sabah eğer şimdi verdiği ilâçlar fayda etmezse başka bir tedbir alınması için karar vereceğini söyledi. Hastayı müştemilâta, Grîgoriy ile Marfa Ignatyevna'nın oturduklan dairenin yanındaki küçük odaya yatırdılar. Ondan sonra da Piyodor Pavloviç bütün gün arka arkaya bir dizi sıkıntılarla karşılaştı: Yemeği Marfa İgnatyevna yapmıştı. Çorba Smerdyakov'-un pişirdiği çorbalara kıyasla K bulaşık suyu gibi» bir şey olmuştu. Tavuk ise o kadar kuru olmuştu ki, onu çiğnemeye bile imkân yoktu. Marfa İgnatyevna, beyin haklı suçlamalarına karşılık vererek tavuğun zaten çok kart olduğunu, kendisinin de ahçılık dersleri almadığını söyledi.
Akşama doğru bir başka sıkıntı çıktı: Fiyodor Pav-loviç'e üç gündür hasta olan Grigoriy'in tam o sırada büsbütün yatağa düştüğünü bildirdiler; adamın beli uyuşmuştu. Fiyodor Pavloviç çayını mümkün olduğu kadar erken içti ve evde tek basma kalıp kapıyı içerden kilitledi. Kendisi korku ve endişeyle karışık bir bekleyiş içindeydi. Çünkü tam o akşam Guruşenka'nın artık muhakkak gelmesini bekliyordu. Daha doğrusu o sabah, erkenden Smerdyakov'dan »hanımefendi artık muhakkak geleceklerini vaadettiler!» haberini almıştı; Smerdyakov, ihtiyarı buna hemen hemen kesin olarak inandırmıştı. İhtiyarcığın bir türlü huzur bulamıyan kalbi heyecanla hızlı hızlı çarpıyordu. Boş odalarında oradan oraya dolaşıyor, ikide bir etrafa kulak kabartıyordu. Çok dikkatli olmalı, iyice dinlemeliydi etrafı; belki Dimitriy Fiyodoroviç Gruşenka'yı herhangi bir yerden gözetliyordu. Onun için Guruşenka cama vurdu mu, (Smerdyakov daha üç gün önce Fiyodor Pavloviç'e kesin olarak, Guruşenka'ya gelirse, nereye ve nasıl vura-
iğim öğrettiğini söylemişti.) kapıyı çabucak açmalı ve onu taşlıkta boşuna hiç bekletmemeliydi. Allah korusun, korkuya kapılarak kaçıp gitmesin diye, hemen içeriye almalıydı onu: Fiyodor Pavloviç bütün bunları düşünerek dolaşıp duruyordu, ama şimdiye kadar yüreği hiçbir vakit bundan daha tatlı bir umut içine gömül-memisti; çünkü artık bu 'sefer Guruşenka'nın muhakkak geleceğine inanabilirdi!
LAltıncı Kitap
RUS RAHİBİ
I ZOSiMA DEDE VE KONUKLARI
Alyoşa endişe ve üzüntüyle dedenin hücresine gir-diği vakit, hemen hemen şaşkınlık içinde durakladı; karşısında hayata gözlerini kapamak üzere olan, hattâ belki de kendini artık kaybetmiş bulunan bir hasta görmekten korkuyordu. Oysa, dedenin koltukta oturduğunu ve gerçi dermansızlıktan bitkin ama, gene de neşeli, zinde bir yüzle etrafı konuklarla çevrili olarak oturduğunu, onlarla huzur içinde sakin, sakin sohbet ettiğini gördü. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, dede ancak Alyoşa gelmeden bir çeyrek saat önce yataktan kalkmıştı. Konuklar, peder Paisiy'in kesin olarak: «(Hocamız muhakkak sevdikleriyle bir kez daha sohbet etmek için kalkacaktır, bunu kendisi bu sabah vaadeetti!» demesi üzerine hücrede daha önceden toplanmış, dedenin uyanmasını beklemeye başlamışlardı. Peder Paisiy, hayata gözlerini kapamak üzere olan dedenin vaadine, hattâ her sözüne o kadar inanıyordu ki, onun artık kendini kaybettiğini, hattâ soluk bile almadığını görse, belki de onu almağa gelen ecele bile inanmıya-136
KARAMAZOV KARDEŞLER
çak, hep ihtiyarın ölüm döşeğinde kendine gelip verdiği sözü yerine getirmesini bekliyecekti.
O sabah ise Zosınıa dede uykuya dalarken kesin bir tavırla, ama: «Sizinle bir kez daha sohbete doymadan ölmem sevgili evlâtlarım, sevgili yüzlerinize doya doya bakacağım! Size bir kez daha içimi dökeceğim!'» demişti. Dedenin herhalde artık sonuncu olan bu sohbetinde bulunmak için, yalnız yıllardanberi dostları olan, kişiler toplanmıştı. Bunlar dört kişiydi. Bunlardan üçü Rahip Peder İyosif, peder Paisiv, ve dedelerin bulunduğu kısmı idare eden peder Mihayıl idi. (Bu peder hiç te o kadar ihtiyar olmayar aynı zamanda pek fazla tahsili olmayan bir adamdı, basit halktandı. Ama sağlam, karakterli, inancı yürekten gelen ve kolay kolay sarsılmayan, aynı zamanda görünüşte sert, ama aslında çok duygulu bir insandı. Hattâ bu duygululuğunu garip bir utançla başkalarından saklıyordu.) Dördüncü konuk ise artık büsbütün ihtiyarlamış, basit bir rahipçikti; bu rahip köylüden gelmeydi. Adı Anfim'di. Neredeyse okuma yazması bile yoktu. Fazla konuşmayan, sessin başkalarıyla nadir olarak iki çift lâkırdı eden, aşırı derecede yumuşak başlı bir adamdı. Günün birinde aklının alamıyacağı dehşet verici, yüce bir şeyden korkmuş-ve bu korkusu sanki ömrünün sonuna dek sürecekmiş-gibi ürkek bir hali vardı. Zosima dede, her zaman sanki tiril tiril titriyormuş hissini veren bu adamcağızı çok severdi. Bütün yaşantısı boyunca en az konuştuğu insan, bu adam olduğu halde, ona karşı ömrünün sonuna-kadar büyük bir saygı duydu. Oysa bir vakitler yıllarca-kutsal Rusya topraklarını onunla birlikte dolaşmışlardı...
Bu anlattığımız çok eskiden oldu. Bundan kırk yıl kadar önce, Zosima dede o fakir, az tanınmış Kostroma manastırında bir rahip hayatı yaşamaya başladığı zamandı. Zosima dedenin oraya girdikten kısa bir süre-sonra, o fakir Kostroma manastırcığı için bağış topla-
KARAMAZOV KARDEŞLER 137
mak üzere, peder Anfim ile birlikte yola çıktığı günlerde...
Hepsi, ev sahibi konuklar da, dedenin bölümündeki ikinci odada, karyolasının bulunduğu odada toplanmışlardı. Bu oda daha önceden belirtildiği gibi oldukça dardı. O kadar ki, dördü de (rahip adayı olan ve ayakta duran Porferiyden başka) öbür odadan getirilip dedenin koltuğunun etrafına dizilen iskemlelere güçlükle yerleşebilmişlerdi. Hava artık kararmaya başlamıştı. Odayı kandiller ve tasvirlerin önünde yanan mumlar aydınlatıyordu. Dede içeri girer girmez şaşıran ve kapının yanında ayakta kalan Alyoşa'yı görünce sevinçle gülümseyerek ona elini uzattı:
— Hoş geldin uslu evlâdım! Hoş geldin, sevgili oğlum, işte sen de buradasın artık! Zaten geleceğini biliyordum...
Alyoşa ona yaklaştı, dedenin önünde başı yere de-ğinceye kadar eğildi ve ağlamaya başladı. Yüreğinden bir şeyler kopuyordu. İçi titriyordu Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Dede sağ elini başının üzerine koyarak :
— Ne ağlıyorsun? Daha ağlamana vakit var, dedi. Bak görüyorsun işte, oturup sohbet ediyorum. Belki de daha yirmi yıl yaşarım, o kucağında kızı, Lizaveta'sıy-la gelen Vışegorya'lı o iyi yürekli, sevimli kadının dilediği gibi... Tanrım o anneyi de, kızı Lizaveta'yı da koru. (Dede bunu söylerken haç çıkardı.) Porfiriy! Onun. getirdiği bağışı, dediğim yere götürdün mü?
O sırada birgün önce dua etmek için gelen o neşeli kadının: «Benden daha fakirine verin» diyerek bağışladığı altı girivennik'i hatırlamıştı. Böyle bağışlar bir Çeşit ceza idi; bir kimse herhangi bir nedenden ötürü kendi kendine böyle bir ceza verdi mi, muhakkak ken-öi alnının teriyle kazandığı bir paradan böyle bir bağış yapmak zorundaydı. Dede,' daha o akşam Porfiriy'i kısa bir süre önce bizim kentte yangında herşeyini yitir-138
KARAMAZOV KARDEŞLER
KARAMAZOV KARDEŞLER
139
mis, ondan sonra da dilenmeye başlamış olan iki çocuklu bir dula göndermişti. Porfiriy, hemen o işi yapmış olduğunu, parayı kendisine tenbih edildiği gibi «bilinmeyen bir hayırseverden» diyerek dula verdiğini bildirdi.
Dede söze devam ederek Alyoşa'ya :
— Kalk evlâdım! dedi. Yüzüne bir bakayım. Söyle sizinkilere gittin mi, ağabeyini gördün mü?
Dedenin bu kadar kesin olarak ve yalnız ağabeylerinden birini sorması Alyoşa'nın tuhafına gitmişti. Acaba hangisini soruyordu? Belki de, bir gün önce de o gün de Alyoşa'yı yanından gönderirken işte o ağabeyini görmesini istemişti. Alyoşa :
— Ağabeylerimden yalnız birini gördüm.
-r Ben sana dün gördüğüm, büyük ağabeyini, kar-şı sında yerlere kadar eğildiğim ağabeyini soruyorum. Alyoşa :
— Onu yalnız dün gördüm. Bugün ise onu bir türlü bulamadım, dedi.
— Hemen bul onu! Yarından tezi yok hemen git, ne yap yap bul onu! Herşeyi olduğu gibi bırak, bir an önce ona git. Belki öyle yaparsan, feci bir olayı önlersin. Ben dün onun çekeceği büyük acıları düşünerek karşısında secdeye vardım.
Dede bunu söyledikten sonra birden sustu, sanki düşüncelere dalmıştı. Sözleri bir garipti. Bir gün önce dedenin nasıl yerlere kapandığına tanık olan peder İyo-sif, peder Paisiy ile gözgöze geldi. Alyoşa dayanamadı; büyük bir heyecanla :
— öğretmenimiz, sözleriniz çok belirsiz. Ağabeyimi bekliyen acı nedir?
— Meraklı olma! Dün, korkunç bir şey görür gibi oldum. Ağabeyinin dünkü bakışında sanki tüm kaderini açıklayan bir anlam vardı, öyle bir bakıştı ki... BU adamın kendisi için ne kadar müthiş bir acı hazırladığını düşünerek birden yüreğimde bir dehşey duydum;
ömrümde ya bir ya iki defa bazı insanların yüzünde böyle bir anlam, o insanların tüm kaderini belirten, bir anlam görmüşümdür ve ne yazik ki, yüzlerinde okuduğum o kader hep gerçekleşmiştir!
«Seni ona gönderdim, Aleksey, çünkü düşünüyordum ki, senin kardeş yüzün ona belki yardımcı olur. Ama herşey, hepimizin kaderi Tanrı'nın elindedir. «Eğer bir buğday tanesi toprağa düştüğü vakit ölmezse, tek başına kalır; ölürse bol mahsul getirir.» Bunu daima hatırla!
Dede hafifçe gülümsiyerek söze devam etti:
— Seni ise ömrün boyunca çok defalar böyle bir yüzün olduğu için kutsamişımdır Aleksey! Bunu bil. Senin için şunu düşünüyordum: Bu duvarların öbür tarafına gideceksin, öyleyken dünyada gene de daima rahip olarak yaşıyacaksın. Birçok düşmanların olacak, ama düşmanların bile seni seveceklerdir. Hayat sana birçok felâketler getirecektir. Ama sen onlardan ötürü mutluluk duyacak ve hayatı kutsayacaksın. Hattâ başkalarını da, yaşamı Tanrıdan gelen bir şey olarak sevmeğe zorlıyacaksın ki, en Önemli olanı da budur! İşte sen böyle bir insansın.
Dede duygulanarak gülümsüyordu, konuklarına doğru döndü :
— Sevgili pederler, sevgili öğretmenlerim benim! Bu güne dek, ona bile yüzünü neden bu kadar çok sevdiğimi söylemerhişimdir. Ancak şimdi söylüyorum bu-nu: Ogün yüzü benim için bir anı, bir peygamber işareti gibi olmuştur, ömrümün başlangıcında daha küçük bir Çocuk olduğum günlerde, bir ağabeyim vardı. Delikanlılık çağında gözlerimin önünde öldü. Ancak on yedi yaşındaydı. Sonradan yaşadığım yıllar boyunca yavaş yavaş ağabeyimin benim kaderimde yüce bir varlığın işareti ve önceden gönderilmiş bir belirtisi olarak rol oynadığına kesin olarak inandım. Çünkü eğer benim140
KARAMAZOV KARDEŞLER
KARAMAZOV KARDEŞLER
141
yaşantımda ağabeyim olmasaydı, ağabeyim dünyaya gelmeyeydi, belki de ben hiçbir vakit rahip olmayı dü-şünmiyecek, bu kutsal yola girmiyecektim! öyle düşünüyorum. Kutsal varlığın o ilk belirtisi çocukluğumda karşıma çıkmıştı, şimdi ise artık yolumun sonuna vardığım bir sırada, gözlerimin Önünde, sanki o olay yeniden tekrarlanıyormuş gibi bir his duyuyorum.
«Bu ne garip bir şeydir pederler, öğretmenler. Ağabeyime yüz bakımından aşırı değil, sadece biraz benzeyen Aleksey, bana ruh bakımından onunla o kadar eşit olarak göründü ki, çok defa onu, o delikanlının yani ağabeyimin kendisi saymışımdır. Sanki o, yolumun en sonunda, esrarengiz bir şekilde, bana bir şeyler hatırlatmak, içimde bazı duygular uyandırmak için gene karşıma çıkmıştır. O kadar ki, kendim bile bu garip düşünceme şaşmışımdır. İşitiyor musun Porfiriy?
Dede bunu söylerken onu hizmet eden rahip adayına doğru dönmüştü :
— Çok defalar yüzünde, Aleksey'i senden daha çok sevdiğim için bir üzüntü görmüşümdür. Şimdi neden öyle olduğunu öğrendin. Ama seni de severim. Bunu bil. Hem de çok defa böyle üzülüyorsun diye, kendim acı duymuşumdur. Şimdi ise sevgili konuklarım, sizlere o delikanlıdan, ağabeyimden söz etmek istiyorum. Çünkü benim yaşantımda ondan daha değerli, ilerisim bana daha açık olarak bildiren, daha dokunaklı hiçbir varlık olmamıştır. Yüreğim hüzünle doldu. Şu anda tüm yaşantımı, sanki onu yeniden yaşıyormuşum gibi gözümün önünde görüyorum...
Burada şunu belirtmeliyim ki, dedenin ömrünün son gününde kendisini ziyaret etmiş olan konuklarla yapmış olduğu bu son konuşmanın bir kısmı yazılı ola'
rak saklanmıştır. Bu konuşmayı dedenin ölümünden kısa bir süre sonra, hatıra olsun diye, Aleksey Fiyodo-roviç Karamazov yazmıştır. Ama o yazdıkları gerçekten o gün yapılan konuşmamıdır, yoksa Aleksey Fiyo-doroviç yazdıklarına öğretmeniyle daha önceden yapmış olduğu eski konuşmalarından da bazı şeyler mi katmıştır? Bu konuda artık bir şey söyliyemem. Bundan başka, yazıda bu konuşma sanki dede dostlarına olup bitenleri açıklarken yaşantısını bir hikâye olarak anlatıyormuş gibi hiç ara verilmeden yazılmış. Oysa, şüphe yok ki, sonradan anlatıldığı gibi, is biraz değişik olmuştur. Çünkü o akşam konuşmaya herkes katılmıştı ve gerçi konuklar ev sahibinin sözünü nadir olarak kesiyorlardı ama gene de lâfa karışarak kendileri için de bir şeyler söylüyor, kendi içlerini döküyor, onlar da birşey-3er anlatıyorlardı. Bundan başka zaten öyle bir sürekliliğe imkân yoktu. Çünkü dedenin bazen nefesi tıkanıyor, sesi kesiliveriyordu. Hattâ bazen dinlenmek için yatağına yatıyordu. Gerçi uyumuyordu ama, gene de yatıyordu. Ama konuklar dede yatarken yerlerinden kalkmıyorlardı.
Bir iki kez konuşmaya İncil'in okunmasıyla ara verildi. Okuyan peder Paisiy'di. Garip bir nokta daha vardı; herşeye rağmen, aralarından hiçbiri dedenin hemen o gece öleceğini akıllarından geçirmiyorlardı. Çünkü, ömrünün o son akşamında dede gündüzki derin uykusundan sonra sanki birden yeni bir güç kazanmıştı. İşte dostlarıyla yaptığı bu uzun konuşmada onu des-tekliyen bu güçtü. Bu sanki son bir duygulanıştı. Ondaki inanılmayacak canlılığı devam ettiren bir duygulanış, ama bu çok kısa sürdü. Çünkü yaşantısı birden kopuverdi... Her neyse bunu sonra anlatırız. Şimdi ise Şunu belirtmek istiyorum ki, dedenin yaptığı konuşmaya tüm ayrıntılarıyla vermektense, onu Aleksey Fiyodo-roviç Karamazov'un yazdığı şekilde vermekle yetinmeyi daha doğru buluyorum. Böylece söz daha kısa olur. O142
KARAMAZOV KARDEŞLER
kadar yorucu olmaz. Bununla birlikte, tekrar ediyorum belki Alyoşa birçok şeyleri dedeyle yaptığı eski konuşmalarından almış, hepsini birleştirmiştir.
* II
Tanrının huzuruna çıkmış bulunan rahip Zo-sima dedenin yaşantısından alınarak ve söylediği sözler bir araya getirilerek Aleksey Fi-yodorovic Karamazov tarafından yazılmış notlar...
t
BİYOGRAFİK BİLGİLER
a) Zosima dedenin ağabeyi olan delikanlı hakkında...
Çok sevgili pederlerim ve öğretmenlerim, ben uzak kuzey eyaletlerinden birinde, B... kentinde dünyaya geldim. Babam soylu bir adamdı, ama pek tanınmış ve büyük bir rütbe sahibi değildi. Kendisi ben henüz iki yaşımdayken hayata gözlerini yumdu. Bu yüzden onu hiç hatırlamıyorum. Anneme pek büyük olmayan ahşap bir evle, biraz para bıraktı. Bu bıraktığı para pek fazla değildi ama, anneme çocuklarıyla sıkıntı çekmeden yaşamayı sağlıyacak kadardı. Annemin yalnız iki çocuğu vardı: Biri ben Zinoviy, öbürü de, ağabeyim Markel'di.
Ağabeyim benden sekiz yaş kadar daha büyüktü. Çabuk parlayan, herşeye hemen kızan ama, iyi yürekli, kimseyle alay etmeyen ve özellikle bizim evde, yanında annem, ben ya da hizmetçi varken garip. bir şekilde hep susan bir çocuktu. Gimnazya'da iyi okuyordu. Yalnız arkadaşlarıyla anlaşamıyordu. Gerçi onlarla kavga etmiyordu ama, onlarla pek bağdaşamıyordu. Daha
KARAMAZOV KARDEŞLER
doğrusu annem öyle hatırlıyordu.
ölümünden altı ay önce, on yedi yaşına bastığı sıralarda birden bizim kentte Moskova'dan serbest düşünceli olduğu için sürgün edilmiş siyasî suçlunun, tek başına yaşayan bir adamın evine gidip gelmeye başladı. Bu sürgün edilen kişi bir bilim adamıydı, hem de küçüklerden değil, önemli bir bilim adamı, hattâ üniversitede ün salmış bir filozoftu. Adam nedense Markel'i sevmiş ve onu evinde kabul etmeğe başlamıştı. Delikanlı bütün gecelerini onun yanında geçiriyordu. Bütün kış öyle oldu. Tâ sürgün tekrar Petersburg'a devlet dairelerinden birindeki görevine çağrılıncaya kadar. Bu geri çağrılma sürgünün kendi isteği üzerine olmuştu. Çünkü arkası vardı. Büyük perhiz geldi çattı. Markel ise perhiz etmek istemiyor, bu işle alay ederek küfrediyor : «Bütün bunlar saçma! Tanrı diye bir şey yok dünyada!» deyip duruyordu. Böyle söyleyerek annemi ve evdeki hizmet edenleri dehşet içinde bırakıyordu. O şırada dokuz yaşlarında olan ben bile, bu sözlerden çok korktum. Bizim evde hizmet görenlerin hepsi köleydi. Dört kişiydiler. Hepsini de tanıdığım bir çiftlik sahibinin adına almıştık. Hattâ hatırlıyorum annem, bu dört kişiden birini, topal ve yaşlı bir kadın olan ahçı Afim-ya'yı, senetle altmış rubleye satmış, yerine köle olmayan birini tutmuştu.