DÜŞLERİN PEŞİNDE
- Küçük yüreklerin büyük özlemleri -
Hazırlayan
Ayşe BİLGEN
MAZLUMDER
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
Organization of Human Rights & Solidarity for Oppressed People
Avrupa Birliği tarafından DIHAG mikro proje kapsamında desteklenen bu proje, İNSAN HAKLARI VE MAZLUMLAR İÇİN
DAYANIŞMA DERNEĞİ tarafından yürütülmektedir. Bu yayında dile getirilen görüşlerin, Avrupa Komisyonu’nun görüşlerini yansıtması gerekmemektedir.
1. Baskı, 2005, Ankara
MAZLUMDER Genel Merkezi
Mithatpaşa Caddesi 21/14 Kızılay-Ankara
Tel : 0312 435 77 95
Tel&Faks : 0312 435 77 98
e-mail : info@mazlumder.org.tr
Web : http://mazlumder.org.tr
Mizanpaj & Baskı & Cilt
ÖZTEPE Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Tel : 0312 341 12 08
e-mail : oztepe@ttnet.net.tr
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ/5 5
ÖZÜR 13
ÇAYCI 17
YASEMİN 23
TEKNE 29
AVARE 35
MEKTUP 43
BİSİKLET 49
CANAN 55
TERÖRİST 61
AĞIT 67
TRAVMA 71
ÇIKIŞ YOK ! 79
UÇAK 85
BİR TAS YEMEK 91
UYKU 99
YOLLARDA 107
BABA ÖZLEMİ 111
SAVAŞ VE GÜL 117
VATAN NERESİ ? 121
OYUNCAKLARIMI GERİ VERİN! 125
VERİN OYUNCAKLARIMI 129
AZAD 131
SUNUŞ
Savaşların, baskıcı politikaların ve ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı mülteci sorunu bütün dünyanın ortak sorunudur. Bu sorun karşısında ulusal sınırlar anlamını yitirmekte, ulusal hükümetler çaresiz kalmaktadırlar. Hatta bugün eğer bir evrensel insan hakları kavra-mından, değerinden söz ediyorsak, bunu sağlayan temel sorun da mülteci sorunudur. Mülteciler, insan haklarının uluslararasılaşmasında çok önemli bir rol oynamışlardır.
Çünkü dünya, bir ülkede yaşanan bir insan hakları sorununun, o ülkenin ulusal sınırları içinde kalmadığını, başka ülkelere de sıçradığını en belirgin biçimde mülteciler sayesinde öğrenmiştir.
Savaşlar ve iç çatışmalarla evleri yakılan, yoksullaşan, ekmeği elinden alınan, özgürlükleri yok edilenlerin daha insanca bir yaşam için sadece topraklarını değil, sevdiklerini de terk ederek yeni umutlar için yollara düşmesini, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, yasalar engelleyememektedir.
Sonuçlarını bütün dünyanın paylaşmak zorunda kaldığı mülteci sorununu yok saymaya hiçbir ülkenin hakkı yoktur. Sınırları aşan göç dalgaları karşısında bir çok ülkenin yasal düzenlemeleri ve uygulamaları, ihtiyaçları karşılamaktan uzak kalmaktadır.
Özgürlüklerin ve kaynakların paylaşımındaki adaletsiz-liğin sınırında yaşayan Türkiye, çokça dillendirildiği gibi sadece bir geçiş ülkesi değildir; aynı zamanda hem bir hedef ülkedir, hem de bir kaynak ülkedir. Böyle bir coğrafyada Türkiye'nin, mülteci sorununu salt güvenlik politikası bağlamında ele almasını kabul etmek mümkün değildir. Türkiye'yi bir tampon bölgesi olarak görüp sorunu kendi sınırları dışında tutmaya çalışan Avrupa ülkelerinin de tutumlarını sorgulaması, gözden geçirmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz sorunun ulusal ve uluslararası hukuk ve politikanın dışında kalan ve ne yazık ki, sıklıkla da ihmal edilen insani yanı daha büyük önem taşımaktadır. Mültecilerle ilgili bildiklerimiz, batan teknede ölen ve cesetleri kıyıya vuran insanlar, durdurulan bir kamyon ya da tır dorsesinde ele geçirilen “kaçaklar”a ilişkin kısa haberlerden öteye geçmiyor. Oysa onlar, uğradıkları baskılar, zulümler ya da yaşadıkları sefalet yüzünden sadece ülkelerini değil, tüm sevdiklerini de bırakarak bizlere, “başkalarının ülkeleri”ne sığınan, sığınmak isteyen insanlar.
Bizler, bu insanlara nasıl davranıyoruz? Bize sığınmak isteyen insanlara kucağımızı, evimizi, kentimizi, ülkemizi açıp, ekmeğimizi onlarla paylaşıyor muyuz, yoksa onları aşağılıyor, kapıları yüzlerine çarpıyor ve onları, kaçtıkları ülkelerinin despot yöneticilerine teslim mi ediyoruz?
Kaldı ki, sadece sığınana, yardıma muhtaç olana, yardım isteyene değil, yardıma ihtiyacı olduğunu tespit ettiğimiz herkese insanca muamelede bulunmak ve onların dertlerini paylaşmaya, acılarını dindirmeye çalışmak aslında bir erdem değil, insani bir yükümlülük.
Mülteciler içinde en yoğun acıyı yaşayanlar ise, kuşkusuz kadınlar ve çocuklardır. MAZLUMDER de, bu insanlara karşı olan toplumsal yükümlülüğün yerine getirilmesine katkıda bulunmak amacıyla “Türkiye’deki Geçici Sığınmacı Kadın ve Çocukların Psikososyal Durumlarının Tespiti ve Yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin Çözüm Önerileri” konusunda bir proje yürüttü.
Bu proje kapsamında Türkiye’de ilgili sivil toplum kuruluşlarıyla da işbirliği yapılarak Ankara, İstanbul, Konya, Kayseri, Afyon, Sivas, Nevşehir, Yozgat, Van ve Ağrı’da bulunan kadın ve çocuk sığınmacılara yönelik alan çalışması gerçekleştirildi. Bu amaçla mültecilerin yaşam koşulları izlendi, yaklaşık 500 kişiyle anket; yüz kişiyle de öykü derleme çalışması yapıldı.
Çalışma, geçici sığınmacı durumundaki kişilerin çoğun-lukla yaşadığı illerde uygulandı. Bu iller, aynı zamanda mülteci kadın ve çocukların da daha çok bulunduğu illerdir. Üstelik adı geçen kentlerde, tek bir ülkeden değil, farklı ülkelerden gelmiş bulunan kadın ve çocuk sığınmacılar yaşamaktadırlar.
Kadın ve çocuk sığınmacılara yönelik anket ve öykü alma çalışmasına ek olarak çocuklarla bir resim atölyesi çalışması gerçekleştirilmiştir. Sığınmacıların kaldıkları yerler gözlemlenmiş; mevcut problemler kaydedilmiştir. Bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler, yine bu proje kapsamında MAZLUMDER tarafından yayınlanan “Türkiye’deki Geçici Sığınmacı Kadın ve Çocukların Psikososyal Durum-larının Tespiti ve Yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin Çözüm Önerileri” kitabında yer almaktadır.
“Düşlerin Peşinde” işte bu çocuklardan bazılarının öykülerini sizlere sunmaktadır.
O çocuklar yok mu, o çocuklar? Kendilerinin hiçbir suçu olmadığı halde doğdukları toprakları, egemenlerin ana-babalarına yaptıkları yüzünden terk ederek küçücük yaşlarda onlarla birlikte yollara düşen çocuklar… Bir yıl boyunca defalarca o çocuklarla birlikte olduk. Her birinin bir hikayesi var. Dinlemek bile katlanılır gibi değil… Dinledik onları, öykülerini sizlerle paylaşalım diye. Sonra da hep birlikte dertlerini paylaşalım ve unutturalım istedik onlara…
Onlar sadece doğup büyüdükleri yerleri, arkadaşlarını, oyuncaklarını değil, okullarını da terk etmek zorunda kaldılar. Bilmedikleri, tanımadıkları yerlere düştüler. Her şeye, herkese yabancılar. Kimisi çok küçük yaşlarda buralarda çalışmak, para kazanmak ve annesine ilaç, küçük kardeşine çorap almanın peşinde… Kimisi okulda dışlanmakta, Türk olmadığı, Türkçe bilmediği için aşağı-lanmakta… Kimisi buraya gelmek isterken batan teknede kaybetmiş annesini, kimisi buralarda tedavi ettireme-dikleri için… Anlayacağınız, bazıları tamamen kimsesiz. İlgisizliğimiz bazılarını suç işlemek zorunda bırakmış, sırf annesine, kardeşlerine ilaç ya da ekmek parası bulabil-mek için. Kimisi ise ağır kış koşullarında ve bakım-sızlıktan yaşama veda etmiş, kimisi de ölüm pahasına yaşam kavgası veriyor.
Bunları gördük, kendimizden, insanlığımızdan utandık. Ne kadar ağır insanlık suçlarına ortak olduğumuzu iliklerimize kadar hissettik.
Az da olsa kimisine dostça kucaklar açıldığını, el uzatıldığını gördük, sevindik, duygulandık, gururlandık. Kimi çocuklar ülkelerine dönmekten korkuyorlar, bura-dan, bizlerden kopmak istemiyorlar. Ama kendilerine yardım edilirken bile onurlarının hoyratça incitildiğine tanık olduklarımız da oldu.
Ama hepsinin küçücük omuzlarında devasa yükler… Hepsi sanki büyümüş de küçülmüşler… Bu çocuklarının her birinin bir hikayesi var ve hepsi de gerçek. Ancak kimisi öyküsünün yazılmasını istemedi, kimisinin ise hikayeleri aynıydı. Bazılarını da yayınlamak mümkün değildi.
Tekrardan kaçındık ve öyküleştirebildiklerimizden bazıla-rını seçtik. “Düşlerin Peşinde”de, mülteci çocuklarımızın bazılarının hikayelerini, bazılarının da çizgilerini, resim-lerini bulacaksınız.
Onlar bizim çocuklarımız, çocuklarımızın okul arkadaş-ları, oyun arkadaşları ve kardeşleri… Onların derdi, hepimizin derdi. Kuşkusuz tüm çocuklar, inançları, etnik kökenleri, milliyetleri, renkleri ne olursa olsun barışı, özgürlükleri, mutluluğu, güven içinde yaşamayı ve gülüm-semeyi, gülücükler dağıtmayı hakkediyor.
Bu çalışmanın, ötekinin sorunlarına karşı daha duyarlı ve paylaşmayı bilen bir dünyanın kurulmasına küçücük de olsa katkı olmasını diliyoruz. Projede emeği ve katkısı olan herkese teşekkür ediyoruz.
Özellikle bu projenin yürütülmesinde sağladığı mali destek için Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’na teşekkür ediyoruz. Mültecilerin daha çok bulunduğu illeri belirlemede yardımcı olan BMMYK Ankara Ofisi yetkililerine, mültecilere ulaşmamıza aracılık eden İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı’na (İHH), Kafkas Çeçen Dayanışma Vakfı ve Kafkas Çeçen Dayanışma Komitelerine, Irak Türkmenleri Dayanışma Derneği’ne, Doğu Türkistan Vakfı’na, Uluslararası Katolik Muhacerat Örgütü’ne (ICMC), CARITAS’a, İnsan Hakları Derneği Van Şubesi ve Van Kadın Derneği başta olmak üzere pek çok yerel vakıf ve derneğe, MAZLUMDER’in özellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Konya, Kayseri, Van ve Sivas şubelerinin büyük fedakarlık göstererek katkı sağlayan yönetici ve üyelerine, anket çalışmasını yürüten genç arkadaşlarımıza, görüşmelere katılan psikolog arkadaşlarımıza, Türkçe bilmeyen kadın ve çocuk mültecilerle anlaşmamızı sağlayan tercüman arkadaşlarımıza; ve nihayet bu çalışmanın sizlere sunulması için olağanüstü emek harcayan eski ve yeni yönetici arkadaşlarımıza; özellikle bu projenin başvu-rulduğu dönemde MAZLUMDER Genel Başkanı olan ve bugüne kadar bizden desteğini esirgemeyen, ayrıca bu çalışmanın edisyonunda yoğun emek harcayan Yılmaz Ensaroğlu’na, projeyi hazırlayan, tüm çalışmaların koordinasyonunu yürüten ve çocukları dinleyip öykülerini derleyen ve yazan Ayşe Bilgen’e, bazı öykülerin yazılmasında ve seslendirilmesinde katkı sağlayan Elif Kamile Gelmez, Üzeyir Yiğit, Sümeyye Nur Erken ve Dilek Erdem’e çok teşekkür ediyoruz.
Bu mütevazi çalışmanın, insanların ülkelerini terk ederek bir başka ülkeye sığınmak zorunda kalmadığı bir dünya umuduyla, Türkiye’deki mültecilerin, çocuk mültecilerin sorunlarının çözümlenmesine katkı sağlamasını diliyoruz.
Ayhan BİLGEN
MAZLUMDER Genel Başkanı
ACILAR ÖYKÜLERDE KALSIN…
Bir düşün peşinden gidiyordu çocuk. Birden tatlı bir gülümsemeyle “Al; bunlar benim düşlerim, uçurtma yap uçur” dedi. Sonra bir diğeri avuç avuç umut şekeri getirip bıraktı eteğimize. “Biliyor musun bunlar benim, ama sana vermek istiyorum” dedi. Sonra bir diğeri gökyüzünü gösterdi; “Ben; işte bu uçağın pilotuyum” dedi, “annemi savaştan ben kurtardım.” Derken çocuklar toplanmaya aşladı etrafımızda.
Halka olup bir oyun oynadılar barış adına. Büyüklerin kimi zaman köşede unutup gittiği çocuklar, aldırmadan masallar anlat-tılar birbirine. Yabancı olmak, mülteci olmak neydi aldırmadılar. İşte bize de onların kimi zam düşlerini, kimi zaman kırılganlıklarını anlatmak kaldı. Her bir öyküde yüzlerindeki aydınlık solmasın istedik. Acılarının öykülerde kalması için dualar ettik.
Ayşe BİLGEN
ÖZÜR
Seni anlatmak istedim ey çocuk! Su yeşili gözlerin-de güvercinlerin uçuşunu ve seyredişini Beykoz’u, yalıların gölgesinde. Bir tepeye çıkıp “umudum barış” diye haykırışını sonra. Minik ellerinle tuttu-ğunda bir dalı. Avuçlarının sıcaklığını, gülüşünü.
Seni ey çocuk anlatmak istedim zengin sofra-larında, salonlarda boy gösterenlere. Deprem deprem nasıl yarıldığını arzın, nasıl savrulduğunu rüzgar gibi düşlerinin. Geriye bakmadan öylece bırakıp gelişini her şeyi. Mazi, kara bir el omzuna dokunan. Kaçtıkça kovalayan....
Anlatmak seni bir sabah balıkçı teknesinden yayılan Hicaz beste ile. Yüreğinde tüm notaların ahengi. Dilinde bir şarkı, ülkene dair. Gözlerin uzak kıyılarda.
Çaresiz düşüyor kalemim. Bir silah sesi, ardından bir bomba. Canhıraş çığlıklar, toz duman her yer. Birer ikişer düşüyor gökyüzünden kuşlar, yerlerde ak tüyler. Anneler dövüyor dizlerini, ağıtlar göğe yükseliyor.
Seni İstanbul’un kalbinde yazmak, nakış nakış işlemek koca şehri gözlerinle. Silmek en çok da acıtan anıları. Kalbine sokulan hançeri çekip almak. Hesap sormak neden diye? Gözlerinden süzülen yaşları silmek her uçak geçişinde.
Anlatmak zor seni buz kesmiş gönüllere. Çocuk oyunları nedir bilmeyenlere, acımasızca öldüren-lere. Tankların üzerine çıkıp zafer işareti veren-lere. Bu savaş bizim diyenlere. Sormak silahlarla oynamayı sevenlere, “Kaç çocuk öldü bugün?” diye…
Seni anlatmak bir mezar taşının başında dua eden anneye. Onun için de dua et demek. İşte şu güller şahittir ki, bizim suçumuz tüm bunlar demek.
Utanıyorum yetişkin olmaktan. Ayırmaktan anneyi yavrudan, yavruyu toprağından. Sahte sloganlar atmaktan, “KAHROLSUN SAVAŞ” nidalarından. Barışı boğan elleri sıkmaktan.
Ey çocuk; gözlerinin tâ içine bakmak isterdim neşe ile. Şarkıları paylaşmak seninle. Balonlar uçurmak gökyüzüne.
Senden özür dilemek isterdim ey çocuk, çaldığımız günler için. Oyun bahçelerini yıktığımız, oyunları unuttuğumuz için. Sonra kirlettiğimiz düşler ve en çok da kalbini kırdığımız için!
ÇAYCI
Nadir, sabahın ilk ışıkları ile uyandı. Rutubetli odanın içinde yerdeki battaniyede kıvrılıp uyuyan kardeşine baktı uzun uzun. İki gündür geçmeyen öksürüğü nedeniyle geceleri hırıltılı bir şekilde uyuyordu küçük. Nadir, üzerinden kalktığı kendi battaniyesini de kardeşinin üstüne örttü. Bir baba şefkatiyle onun alnına yapışan saçlarını okşadı. Sonra perdeyi aralayarak çarşıya doğru baktı. Dükkanlar daha açılmamıştı. Bu demekti ki hazır-lanması için biraz vakti vardı. Nadir usulca odadan çıktı. Soğuk ve ıslak betonda ayakkabısını aradı bir süre. Tam o sırada bitişik odanın kapısı açıldı. Annesi ona doğru geldi. Nadir her sabah annesi uyanmadan önce evden çıkmaya çalışıyor fakat her seferinde de annesi kalkmış oluyordu.
Kadın mutfak niyetine kullandıkları bölmeden termosu getirdi. Belli ki yine çayı hazırlayıp içine doldurmuştu. Nadir annesinin elinden termosu ve bardakları aldı. Bir insanın ancak eğilerek geçe-bileceği dar ve karanlık merdivenlerden inerek evden ayrıldı.
Çarşıdaki dükkanların kepenkleri tek tük açılıyor, demir sesleri birbirine karışıyordu. Esnaf birbirini selamlıyordu. Kimi dükkanların önünde çıraklar, ustalarının gelip kapıyı açması için bekleşiyordu. Nadir, genellikle önce bu gruba yönelirdi. Çırak-ların çoğu kendi yaşıtıydı. Onlarla rahatça konuşa-biliyordu. Bu sayede Türkçe’yi epey öğrenmişti. Ara sıra kendisine takılanlar da olmuyor değildi. “Hadi biz yokluktan okumuyoruz, sen niye memleketini bırakıp gelirsin buralara? Sen niçin okulunu terk edersin?” diye. O anlarda Nadir ne diyeceğini bilemezdi. Başı öne düşer, bir hayale dalardı. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçelerini özlerdi... Okulunun, arkadaşlarının özlemini içine gömmek zorunda kalmıştı. Neredeyse dört yıl olmuştu buraya geleli ve ne ileri gidebiliyorlardı ne de geri. Ara sıra gittiği komiserlikten yanıt alamadığında yumruklarını sıkıyor, yine de içinde kopan fırtınaları dışa vurmaktan kaçınıyordu. Dokuz yaşında bir çocuk değil de sorumluluktan omuzları çökmüş bir babaydı sanki.
O sabah kararlıydı, ne olursa olsun dağıttığı çayların parasını peşin alacaktı. Akşam kardeşine ilaç götürmeliydi, bir öksürük şurubu. Ya annesi ve babasına? Annesine biraz meyve, babasına da bir çift çorap alabilirdi. Doktor, annesinin iyi beslenmesi gerektiğini söylemişti. Yakında bir kardeşi daha olacaktı .
Nadir, düşüncelere dalmış şehir meydanına geldiğini fark etmemişti bile. İşe koyulma vaktidir diyerek bağırmaya, dükkan kapılarından içeri seslenmeye başladı: “Sıcak çay, sıcak çay var!” Nadir öğleden önce tüm çayı bitirmekte karar-lıydı. Yine sattığı çaylardan çoğunun parasını alamıyordu. Mazeret çoğunda aynıydı. Ayakkabıcı “bozuk yok, sonra gel vereyim” derken, saatçi “daha siftah yapmadım, öğlene gel al” diyordu. Bir süre sonra Nadir yorgun düşerek kaldırıma oturdu. Cebinden çıkardığı parayı saymaya başladı. Bir şurup eder miydi bu para ya da ne kadar meyve alabilirdi ki? Çaresizlik içinde olduğu yerde kalakaldı. Neden sonra önünde oturduğu dükkanın sahibinin gürleyen sesiyle kendine geldi:
“-Kalk oradan; dileneceksen başka bir köşe bul!”
Nadir ne olduğunu anlamadan termosunu bir koluna, bardak sepetini diğer koluna takıp hızla oradan ayrıldı. Yorgunluğuna aldırmadan tekrar çarşıyı dolanmaya başladı: “Çay, taze çay!” diye bağırmaya başladı. Karşı caddeye geçmek isterken bir ara her şeyin döndüğünü sandı. Son zaman-larda vakit öğleye yaklaştıkça böyle oluyordu. Annesinin “-Bir şey yedin mi?” sorusuna “-Evet bir simit aldım” diye yanıt veriyordu. Oysa Nadir, günlerce bir şey yemeden çay satmaya çalışıyordu. Ara sıra esnafın verdiği ekmek parçasını atıştırı-yordu o kadar.
Bir gölgeye çekilip biraz bekledi. Yanındaki çay şekerlerinden bir tanesini ağzına attı. Bu onu idare ederdi. Tekrar işe koyuldu. Şehir ne kadar gürültülü geliyordu ona. İnsanlar, arabalar. Bazen işi erken bitince göl kıyısına inerdi. Sahilde oturup dalgaların sesini dinlerdi. Bir gün tekrar okula dönünce bir deniz subayı olmayı hayal ederdi. Günlerce kalabilirdi denizde. Mavi derinliklere dalabilirdi.
Vakit öğleyi geçtiğinde Nadir termostaki çayı tamamen bitirmişti. Köşedeki eczaneye gidip bir şurup aldı. Ve evin yolunu tuttu. Kendi kendisine ‘yarın da meyve alırım, sonraki gün ise çorap’ diye söyleniyordu.
Evlerinin olduğu sokağa geldiğinde şaşkınlıkla durakladı. Bir polis arabası evin önünde bekli-yordu. Nadir bir iki adım attıktan sonra olduğu yerde kaldı. Annesi, babası ve battaniyeye sarılı kardeşi kapıdan çıkıyordu. Babası onu görünce seslendi: “Nadir gel, gidiyoruz!”
Nadir onların yanına vardığında soran gözlerle baktı. Babası “şikayet etmişler, sınır dışı edile-ceğiz” dedi.
Anlamıyordu Nadir. Kimseye bir kötülük etmemiş-lerdi. Neden gönderiyorlardı geriye. Orada ölüm vardı, zulüm vardı. Yine babasını götüreceklerdi. Günlerce gelmeyecekti geri. Belki de....
Nadir elinden ilaç poşetini düşürdü. Bardak sepetini ve termosu fırlattı bir köşeye. Koşarak annesine, ardından babasına sarıldı. Bir süre sonra bütün bir aile polis otosuna bindirildiler. Dar sokakta biriken insanlar arabanın arkasından bakakaldılar.
YASEMİN
“Depresyondan bunlar sayesinde kurtuldum” diyor genç kadın bahçesindeki sebzeleri gösterirken. Şehirden ara sıra gelenlerin her birine bahçesini gösteriyor. Birazdan ellerinde kağıtlar, kalemler olan bu kadınlar da gidecek, o yine bahçesiyle baş başa kalacaktı. Ona bir sürü soru soruyorlar, “Neden geldin, nasıl geldin, ne kadar kalacaksın?” Dinliyorlar, sadece dinliyorlar. “Sorunlarınız çözü-lecek” diyorlar. Seçim zamanında oy kullanama-dıkları halde siyasi partilerden de geliyorlar. Çok sesli seçim arabalarına binip gidiyorlar ve bir daha da uğramıyorlar. O yine de umutlu. Kim ne sorarsa anlatıyor.
“Şu maydanoz, şu domates, şunlar da mısır”. Kocasının kızmasına aldırmıyor. Sabahtan çıkıyor bahçeye. Sonra küçük kızı, biricik çiçeği Yasemin geliyor bahçeye. Birlikte su veriyorlar, toprağı havalandırıyorlar. Kadın küçük bir salatalığı koparıp veriyor kızına, gözünde bin bir demet sevgiyle.
“Unutmak için” diyor kadın. “Her şeyi unutmak için toprağı kazıyorum. Hani kimi geçmişten kurtulmak için sürekli ellerini yıkar, kimi içki içer, kimi ağlar sızlar ya; işte ben de toprağı kazıyorum. Kazdıkça unutuyorum; ülkemi, ailemi, her şeyi. Eskiden eşime kızıyordum. ‘Senin yüzünden buralara kadar geldik. Neden siyasi işlere karıştın?’ diye soruyor-dum. Şimdi..” diyor ve susuyor. Gözleri uzaklara dalıyor.
Birden yere eğiliyor. Yabancı otları temizlemeye koyuluyor. “Otlar bile yabancıları kabul etmiyor.” Kadının gözlerinde bir gurbet türküsü.
Her soruya cevap veriyor, verdikçe soluyor. Hatırlıyor hastanede çalıştığını, aslında bir bahçıvan olmadığını, ailesinin şehrin en zengini olduğunu.
Ellerinde kağıt kalem olan kadınlar yazıyor durmadan. Başlarını kaldırıp baktıklarında bir çift pınar görüyorlar karşılarında. Kadın mağrur. “Pişman değilim” diyor. “Kızım için değer” diyor ve Yasemin’i anlatıyor. Onun kırılganlığını, onun güzelliğini. Doğduğu gün “çiçek mevsimiydi” diyor. Onun için adını YASEMİN koyduk.
“O bizim yaşadıklarımızı yaşamasın istiyoruz. O görmesin insanların vurulduğunu. Yardım isteyecek birini bulamadığı olmasın, sağda solda ölülerin yattığı sokaklarda öylece kalmasın. Sonra çaresizlikle koşmasın bir o yana bir bu yana. O bizim ödeyemediğimiz bedeli ödemek zorunda kalmasın.”
Yüzü aydınlanıyor kızının ne kadar çalışkan olduğundan bahsediyor. Okulda öğretmeni onu çok seviyor. Türk öğrencilerden bile başarılı olduğunu anlatıyor. Sonra yine kara bulutlar. Sesi kısılıyor:
“-Bir gün okuldan geldi Yasemin; solmuştu çiçeğim. ‘Anne benimle evde de Türkçe konuş lütfen. Okulda alay ediyorlar, İranlı diye bağırıyorlar. Ben Türkçe konuşursam belki Türk olabilirim’ diyor-du..”
Kızını işaret ediyor:
“-Yasemin burada kalmak istiyor. Artık dönüş yok bizim için. Bu toprak bizi kabul edene kadar kazacağım” diyor.
Apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu bahçeli evde geleceklerini yetiştiriyor kadın. Anne yüre-ğiyle, kartal pençesiyle akıntıya karşı duruyor. Elinde kağıt kalem olan kadınlar “sorular bitti” diyorlar. Kadının gözlerinde yine umut. Kadınlar saygıyla ayrılırken yanlarından; bir kuş gelip konuyor gencecik erik ağacının dalına. Yasemin’in çizdiği resim özenle yerleştiriliyor çantaya ve araba hareket ediyor. Kadın, eli kızının omzunda daldaki kuşu izliyor. Anne kız bakışıp gülümsü-yorlar. Dillerinde binlerce şükür.
TEKNE
Ülkesinde güneş başka doğardı. Beyaz tepelerden gülümserken utangaç bir edayla kızıla keserdi her yer. Bir sabah eli annesinin elinde, sessiz bir kalabalığa karıştılar. Elleri ceplerinde erkek ve kızlar... Kara gözlerinden çaresizlik akan kadınlar. Arkalarına dönüp bakamayan erkekler. Tüm paraları ceplerindeki deride gizli. Ayaklarının altında toprak kayıyor.
Elinden tutarken annesinin, yavaşça kafasını çevirdi. Geride bıraktığı plastik topu aklına geldi. Bir koşu gidip alsa. Annesinin elini sertçe sıkması ve onu öne doğru çekmesi bunun mümkün olamaya-cağını anlatıyordu. Kadınlardan ikisi hemen arkala-rında konuşuyordu.
“İtalya’da temizlikçilik yaparız.” Diğeri de onu onaylıyordu; “Haklısın; para biriktirip belki geri de döneriz.”
İtalya neresiydi? Dilini konuştukları İtalyanlar nasıl adamlardı? Küçük çocuk bunları düşünürken bir bebek ağlaması duyuldu. Zavallı diye düşündü. Bu toprakları göremeden gidiyor, uçsuz bucaksız çöllerde top oynayamadan, ateş yakamadan sonra.
Kendisi de gitmiyor muydu sanki.
Annesinin kendisine seslendiğini fark etti. Başını kaldırıp küçük kara gözleriyle baktı kadının yüzüne. Alnında ve dudaklarının kenarlarındaki çizgileri inceledi. Sonra gözlerindeki kederi gördü. Annesini hiç üzmemesi gerektiği zamanlardan birinde olduğunu anladı. Gülümsedi ona bakarken. Kadın kıvırcık kara saçlarını okşadı sonra yavaş bir sesle konuştu:
“-Gideceğimiz yer çok uzak. Oraya tekne ile gideceğiz. Kalabalıkta birbirimizden ayrılmama-lıyız. Gereksiz isteklerde bulunmazsan İtalya’ya gidince sana pilli bir araba alırım.”
Çocuk bu pazarlıktan hoşnut oldu. Annesine sımsıcak gülümsedi yeniden. “Tamam” diye ekledi. Ve yürümeye devam etti...
* * *
Tekne çok kalabalıktı. Çocuk annesinin sözlerini hatırladı ve ona iyice sokuldu. Ürkek gözlerle etrafı incelemeye başladı. Daha önce bu kadar insanı bir arada hiç görmemişti. Garip bir uğultu vardı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Yola çıktıkla-rında iyiden iyiye sallanmaya başladılar. Bu durum çocuklar için bir eğlence kaynağıydı lakin büyükler denizin bu kadar dalgalı olmasını hayra yormu-yordu. Bu, bir fırtınanın alameti de olabilirdi. Gece yarısına kadar yol adılar. Sonra çocuk uyuyakaldı.
Dostları ilə paylaş: |