DüŞlerin peşİnde küçük yüreklerin büyük özlemleri Hazırlayan Ayşe Bİlgen mazlumder



Yüklə 247,2 Kb.
səhifə2/5
tarix27.01.2018
ölçüsü247,2 Kb.
#40808
1   2   3   4   5
Ertesi gün deniz çarşaf gibiydi. Çocuk annesinin ona verdiği kara ekmekten bir parça kopardı, ardından gökyüzünü seyre daldı. Kanat açmış dev bir kuşa benzeyen bulutu izledi bir süre. Sonra onun ardındaki bulutu. Güneş uzakta bir yerde asılı kalmıştı. Çocuk gözünün tekini kapattı, güneşi bir eliyle tutmaya çalıştı. Bu oyundan hoşlanmıştı. Bütün gününü gökyüzünü incelemekle geçirdi. Yanında oturan yaşlı kadın ona biraz kuru meyve verdi.
Yolculuklarının kaçıncı günü olduğunu bilmiyordu ama artık bu tekneden inmek istiyordu. Minicik adımlarıyla yaptığı küçük gezintiler ona yetmi-yordu. Üstelik çoğu zaman, yerde uzanmış birinin üzerine basıyor veya ona takılıp düşüyordu. O zaman da bir sürü azar işitiyor, üstüne bir de annesi kızıyordu.
Çocuk o gün de böyle bir gezinti yaptı. Bir ara yanından geçtiği adamların kendi aralarında tartıştığını duydu. Bir fırtınadan söz ediyorlardı. Teknenin, yolculuğun başından beri sallanmasının nedeni, yolcuların sayısının çokluğuydu ama bugünkü farklıydı. Biri teknenin burnunun olduğu yönü göstererek gökyüzündeki gri bulutları işaret ediyordu. Diğeri karamsar olmamasını, kuzeye değil batıya gideceklerini söylüyordu. Gençliğinde pek çok kere gemilerde çalışmıştı ve İtalya’ya da daha önce gitmişti. Kesinlikle batıya döneceklerdi. Çocuk, onların bu tartışmalarını dinlerken başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Uzaklardaki küçük gri bulutları gördü. Ama bunlar çok uzaklarındaydı. Nasıl olurdu da bir fırtına çıkabilirdi? Şimdi babası yanında olsaydı ona sorabilirdi. Dedesi denizcilik yapmıştı. Babası da ondan birçok şey öğrenmişti. Kendisine pek çok şey anlatabilirdi. Çocuk küçük adımlarıyla annesinin yanına döndü. Ona fırtınadan söz etmek istemedi. Annesinin üzülmesini istemiyordu.
Öğleden sonra tekne kimse fark etmeden kuzeye yani bulutların olduğu tarafa doğru yol amaya devam etti. Karanlık çöktüğünde bir rüzgar çıktı. Ardından dalgalar yükselmeye başladı. Çocuk annesinin kucağında uyuyordu. İlk damla düştüğünde siyah saçlarına o rüyalar aleminde dolaşıyordu. Yağmur hızını artırmaya başladı. İnsanlar telaşla üzerlerine bir şeyler örtmeye çalışıyordu. Dalgalar tekneyi iyice sallamaya başladı. Rüzgarın ve dalgaların sesine, bir de bağıran insanların sesi eklendi.
Denizin ortasında bir gece yarısıydı. Fırtına şiddetlendi, koca teknedeki insanlar bir bebeğin beşiğinde sallanırcasına sallanıyorlardı.
Çocuk bu telaş içinde gözlerini açtı. Annesi onu telaşla sıkıyordu. Kadınlar ve erkekler korku içindeydi. Tekne ardı ardına gelen dalgalarla yükseliyor sonra birden yere düşüyor, içine sular doluyordu. Dalgalar gittikçe büyüdü. Sonuncu dalga ile birlikte çocuğun tek hatırladığı teknenin ters döndüğü, annesinin kucağından koptuğu oldu.
* * *

Ertesi gün sahil koruma ekiplerine kıyıya vuran cesetler ve kayıp bir tekne anons ediliyordu: “Muğla açıklarında Somali uyruklu kaçakları taşıyan bir tekne, çıkan fırtınada battı. Cesetleri arama çalışmaları sürüyor.”



AVARE
İyi bakın bunlara, bunlar benim ellerim. Yol yol, nasır nasır. Toprak deşmekten, buz gibi sularla oynamaktan paramparça. Bu kulübenin içindeyim kaç yıldır. Bir yaz günü gelmiştik Irak’tan. Ağustos sıcağı vardı. Şu dere gürül gürül akardı. Girip yıkanmıştım. Ardından anne azarı.


Dağlara kaçtım her bunaldığımda. Köyün öğretmeni okuldan kaçıyor demiş babama. Neden sormaz ki babam “niye?” diye. Sorsa anlatırım. Davut’un nasıl alay ettiğini. Kızların bana bakıp nasıl gülüştüklerini. Sormaz ki. Ben de bir sıçrayışta bulurum zirveleri. Arasınlar dursunlar artık. Zavallı annem perişan. Benden başka sekiz çocuk daha. İnsanüstü bir çırpınışla koşar oradan oraya. Köydeki diğer kadınlar, yabancı olmasına karşın onu sever. Kimse dalga geçmez onunla. Bir saygı, bir saygı. Yardım da ediyorlar ona.
Ben bir haylaz oğlanım. Ondandır ellerimin kiri. Çamurla, çalı çırpı ile uğraşırım. Seviyorum bu köyü ama yine de bazen kaçıp gitmek geliyor içimden. Kimsenin beni bulamayacağı, kimsenin kulağımı çekemeyeceği bir yere. Sonra kızların bana gülüşmediği bir kente.
Ben de büyüyeceğim. O zaman görsün Davut. O zaman babamın elleri yana düşer.
Bunlar da ayaklarım. Ayakkabıların büyük geldiği. Köyden bir çocuğunmuş; annem giydirdi. Hiçbir zaman sevemedim bu bağcıklı ayakkabıyı. İkide bir açılıyor. Kırlarda çıkarıyorum. Yalınayak koşuyo-rum. Ayaklarımın altı dikenlerden çizik çizik. Buğdayları da biçtiler ya, her yer sarı halı gibi. Acısa da canım, koşuyorum. Bazen toprağa koyu-yor ve uzanıyorum. Üzerinden çekirgeler sıçrıyor. Neşeme diyecek olmuyor.
Bakmayın öyle tuhaf tuhaf bana. Ben bir deli oğlanım. Kaçak, avare. Bir hızla akıyorum hayat denizine; anlamasa da annem, anlamasa da babam.
“Demek büyüdün ha!” deyip üzerime yürümüştü babam, elimdeki sigarayı görünce. Kaçmıştım yine tazı gibi. Ardımdan binlerce küfür. İlk o gece gitmedim eve. Virane bir çoban kulübesi buldum kendime. Bunaldıkça saklandım oraya.

Bazen düşünüyorum “Ne olacak halimiz?” diye. Sonra yoruyor bu kaygı beni. Çaresiz tüttürü-yorum sigaramı. Çoban Süleyman vermişti. Bazen ben de koyun güdüyorum. Karşılığında üç beş kuruş veriyorlar. Anneme veriyorum gizli gizli, ara sıra da saklıyorum. Bir gün bir dağ ayakkabısı alıp tırmanacağım doruklara.


Babam eve gitmediğim günler artık beni sormuyor. “Çıkar gelir bir yerden” diyormuş. Bir gün, gelmemek üzere gidebilirim, inanmıyor.
Köy okulunun önünden geçerken bugün yine laf attı Davut;

“-Hey şu Kürt kaçağa bakın, salya sümük dolaşı-yormuş sağda solda.”

Başka biri;

“-Yok canım, o adam olup gidecek buradan.”

Tiz bir kız sesi, Emine olmalıydı;

“-Çoban olmuş haberiniz yok mu?”


Öğretmen olmasaydı atlardım üzerlerine. “Bunu bir yere yazıyorum” dedim. Ardından bir kahkaha;

“-Ayyy, çok korktuk!”


Köyün çıkışına kadar kendi kendime söylendim. “Deli isem, avare isem onlara ne zararım var?” Tek dileğim özgür olmak. Kapalı binalarda yaşamak istemiyorum. Bir hücre gibi tüm dünya. Bazen düşünüyorum “Niye korkuyorum bu kadar dört duvardan?” Sonra gözümün önüne geliyor üç yıl önce bizi hapsettikleri yer. Tam beş gün tutmuşlardı bizi orada. Işıksız bir oda. Çocuk ağlamaları. Annem ağlıyor. Ben altımı ıslatmışım. Yer ıslak babam kendinden geçmiş, kan revan içinde. Askerler ara sıra gelip babamı götürü-yorlar. Sonra yarı baygın bir halde geri getiriyorlar.
Koşarsam unuturum değil mi, bütün bunları? Koşuyorum. Ayakkabım çıkıyor yine ayağımdan. Eğilip alıyorum. Uzakta insanlar. Biçer döverler çalışıyor. Tüm dünya ne kadar gürültülü. Siz hiç sağır olmak istediniz mi? Bazen ben istiyorum. Her ses beynimde zonkluyor.

Bu taşa, “ keçi taşı” diyorlar. Keçiler buraya kadar çıkıyor. Şimdi dağın sesi var yalnız kulaklarımda. Bir rüzgar esiyor hafiften. Ara sıra bir kuş ötüyor. Bir dal oynuyor. Ben oturuyorum sadece. Aklıma çocukların alayları geliyor. “Akşam olunca korkutsam Davut’u, bir daha benimle uğraşmaz belki.”


Öyle yüzünüzü buruşturmayın. Onlar benimle alay ediyor ve ben bir şey yapamıyorum. Sadece korkutacağım. Eve uğrayıp babamın eski silahını alayım. Zaten içi boş. Tek muradım Davut’un korkması.
Köy camilerini bilir misiniz? Sala verilir biri öldüğünde. Yine biri öldü galiba. Şimdi herkes camide toplanır. İşte benim için bir fırsat. Babam da evde olmaz. Uçarcasına inmek çok hoş tepe-lerden.
Bu kalabalık niye camiye doğru değil de aşağıya gidiyor. Bizim evin önünde ne yapıyor bunca kadın? Gökyüzüne bu kara bulutlar nereden geldi? Bu havada yağmur mu yağar? Bu insanlar niye bana tuhaf tuhaf bakıyor? Sadece bir şaka yapacaktım. Vazgeçtim.
İçeriden gelen bu ses; bu ses nedir? Annem niye bağırıyor?
Ahmet Amca’nın eli omzumda;

“-Oğlum metin ol ! Baban hakkın rahmetine kavuştu.”

Ali Dayı;

“-Unutma artık onların sana ihtiyacı var!”


Ne olmuştu? Öyle yaşlı gözlerle bakmayın bana. Babam değildir giden. Onca işkenceden, dayaktan kurtulan adam. Hepiniz yalan söylüyorsunuz. Ölüm bu kadar yakın değildi bize. Hem ben daha büyümedim ki.
Dağlar mı yıkılıyor, gök yere mi iniyor? İnsanlar toprağa mı karışıyor? Ne oluyor söyleyin bana? Ne oluyor bu denize, bu fırtına nereden çıktı? O, yılların kaptanı nasıl batırdı gemiyi? Su alıyoruz yavaş yavaş, boğuluyorum. Tufan ne zaman diner, gemi ne zaman oturur dağa? Sırılsıklam acıyım ben. Beni avutacak bir esinti, bir kuş sesi yok mu?
Ben bir haylaz oğlanım. Bu ışıksız odada ne işim var? Onlara bir şey yapmayın, ben suçluyum. Alın götürün beni annemin, babamın, kardeşlerimin yerine. Ben tüm cezaları çekebilirim. Onları bırakın yeter ki. Beni yakın tümünün yerine, dağlayın gözlerimi. Bir dağa bırakın leşimi. Yanan kalbimi atın uçurumdan; yeter ki bana geri verin sevdiklerimi!



MEKTUP
Bedriye ağabeyi ile birlikte kendilerine gelen paketi almak üzere evden ayrıldılar. Şehir oto garında Ankara’dan Ağrı’ya gelen otobüsü beklemeye koyuldular. Bedriye çok heyecanlıydı. Yeni kitaplar, yeni elbiseler gelecekti. Tek dileği okumaktı. Bazen umutsuzluğa kapılmıyor değildi. Buradan bir gün gelip koparabilirlerdi. Yine de uzak diyardaki dostlardan hediyeler almak onu mutlu ediyordu. Onların bir yerlerde var olduğunu bilmek ferahlatıyordu.
Otobüs yaklaştı. Paketler alındı. Ağabeyi Karzan ile birlikte güç bela taşıdılar. Eve vardıklarında anneleri de onları bekliyordu. Bir umutla açtılar paketleri. Kitaplar, defterler, kalemler ve sonra iki yeni kazak, bir pantolon ve bir etek. Ve Bedriye’nin adına yazılmış bir zarf. Kızcağız titreyen elleriyle açtı zarfı. Bir kuş gelip kondu omzuna. Sevgi dilekleri, dua ve bir miktar da para. Bedriye ışıl ışıl gözlerle uzattı annesine parayı. Mektubu bağrına bastı.
Binbir sevinç içinde iken onlar, kapının zili çaldı. Bedriye paketleri toparladı. İçeri taşıdı. Gelen bir polis memuruydu. Karzan babası adına uzatılan kağıdı aldı. Bir ateş topuydu elinde tuttuğu, bilemedi. Polis gidince ateş elden ele dolaştı. Akıllarda “15 gün içinde sınırdışı .....” sözleri kaldı sadece. Bedriye iki mektubu kıyasladı aklında. Birinde beyaz güvercin, diğerinde bir uğursuz baykuş. Biri kara, biri ak. Dilsiz kesildiler bir süre. Yangın sardı sanki yeryüzünü. Kitaplar, elbiseler kül oldular bu haberin ateşiyle.
Neden sonra Karzan annesi adına boşanma davası açmak için gittikleri avukatı hatırladı; Bedriye de Ankara’daki dostlarını. İki çığlık yankılandı telefon tellerinde. Mektuplar yazıldı valiliğe, bakanlığa. Bir seferberlik başladı umut adına.
Geceleri geriye doğru sayarken, dua etti Bedriye. Dönmek, açmadan solmak demekti. Küsmek demekti bahara. Onca yol almışken, bir yardan yuvarlanmak demekti. Kanat takıp uçmayı diledi. En çok da annesine dua etti. Baba çoktandır yokluk demekti. Bir üçüncü kişiydi.
Günler geçerken telaşla haberler geldi gitti. Yazan eller yorulmadı, tekrar denedi. Bedriye gencecik yüreğini koydu ortaya. Gitti gitti geri geldi. Binaları, taşları aşındırdı. Hedefine ulaştı nihayet. Bir yazı, yine sarı bir zarf içinde;

“-Öğretim yılı bitene dek kalmalarına izin...” Gül oldu zarf. Muştuların en güzeliydi. O an bildiler bahar geldi. Daha bir çalıştı Bedriye. Utandırmadı kendine güvenenleri.


Posta kuşunun onlarla bitmeyen bir hesabı vardı. Bir hafta geçmeden bir sarı zarf daha. Bu kez Karzan Bedriye’ye uzattı. Yorgundu delikanlı kara haber vermekten. Sanıyordu ki başkası açarsa zarfı, haber de başka olurdu. Bu kez yanılmadı. Bedriye kağıttan gözlerini kaldırdı. Heyecanla bağırdı:

“-Kabul etmişler! Vatandaşlık başvurusunu kabul etmişler!” Üç zarf, üç sınav. Bedriye annesinin ellerini tuttu. Sıcaklığını aradı gözlerinin. Kurtuluşun adı olmuştu şimdi mektup. Yalnız Padişah kızını istiyorlardı sanki fermanın sonunda, bir şart. Bu ülke sizin, lakin bin lira lazım.


Bu kez daha yalnızdılar. Güçler kesintiye uğruyordu. “Olsa tamam ama, yok!”, “Ne işleri var burada? Gitsinler geri!” ya da “Bunların dini ne?” soruları, kanun kadar dikliyordu karşılarına. Kimse sormadan, nasıl olur bunca çelişki diye geri çeviriyorlardı uzanan elleri. Bedriye yine dua ediyordu geceleri. Lakin bu kez tersine döndü her şey. Gelen para yetmedi. Zaman doldu dedi bir ses gizliden. Elleri yana düştü. Boyunları bükük. Bedriye kitaplarını paketledi. Elbiselerini sonra. Bir veda mektubu bıraktı geride. İçinde bir kuru gül yaprağı.




BİSİKLET
Buğulu gözlerle bakıyordu Ahmet. Gözü sokakta bisiklete binen çocuklardaydı. Ev sahibinin oğlu Mert bisikleti ile hızla geçti yanından. Bir iki tur attıktan sonra yanına geldi. Bisiklete yaslanarak konuşmaya başladı;

“-Senin hiç bisikletin oldu mu?”

Ahmet gözleri yerde cevap verdi:

“-Hayır!”

Sonra babasını hatırladı. Ona söz vermişti, bisiklet alacaktı. Bir sabah babasını almak için Saddam’ın askerleri eve geldiğinde babası gözlerinin içine bakıp;

“-Merak etme yakında geleceğim; hem de yanımda sana kırmızı bir bisiklet getireceğim” demişti.
Dönmedi babası. Annesi daha fazla beklemedi, alıp getirdi onları buraya. Ne kadar çok ağlamıştı gelmemek için. Annesine yalvarıyordu;

“-Babam gelecek, bana söz verdi. Bana bisiklet getirecek.”

Annesi ise;

“-Baban dönmeyecek, onu çoktan asmışlardır” diyordu. Ahmet inanmıyordu. Belki de babası gelmişti. Onları bulamayınca ne kadar üzülmüştür, kim bilir? Biraz büyüsün dönecekti ülkesine. O zaman bulacaktı babasını.


Ahmet düşüncelerinden Mert’in sesi ile sıyrıldı.

“-Bak Ahmet, istersen bisikletime bir kere binebilirsin ama önce lastiklerini şişirtip bir de temizlemelisin.”

Ahmet Mert’in buyruklarına alışmıştı. O ne dese yapıyordu. Yine;

“-Tamam” dedi itaatkar bir sesle.

Hayır demek aklına bile gelmedi. Mert’in eski kazakları, ayakkabıları ile dolaşmaktan rahatsız olsa da bunu belli etmiyordu. Onun emirlerine itiraz ederse bütün mahallede, okulda kendi yoksulluklarını herkese duyuracağından korkuyor-du.
Sessizce ayağa kalktı. Bisikleti önce pompacıya götürdü. Ardından temizledi. Mert sokakta diğer çocuklarla misket oynuyordu. Ahmet’in geldiğini görünce koşarak yanına geldi.

“-Nerede kaldın oğlum? Annem beni çağırıyor, bisikleti alıp eve gitmem lazım. Sen benim yerime misket oyna.” Ahmet “bisiklet turu” diyemeden Mert bisikleti alıp eve doğru yöneldi. İçinde biriken öfkeyi bastırdı Ahmet. Misket oyununa onu dahil ettiği için Mert’e kızamadı. Yere çömelmiş gürültü içinde oynayan çocuklara yöneldi.


Ahmet, akşam ne ablası ile ne de annesi ile konuştu. Annesinin eşyalar içine sakladığı eski fotoğraflara baktı bir süre. Sonra babasının resmine sarılarak uyuyakaldı.
Ertesi gün okulda da sessizliğini korudu. Okul çıkışı yanına gelen Mert, çantasını taşırsa onu futbol maçında kaleci yapacaklarını söyledi. Ahmet omuz silkti. Yürümeye devam etti. Mert arka-sından bağırdı;

“-Sana kaleci ol diyende kabahat. Nankör, ne olacak!”


Ahmet onu duymamak için adımlarını hızlandırdı. Biran önce eve gitmek istiyordu. Mert’in kendisi ile neden uğraştığını anlamaya çalışıyordu. Yabancı olmaktan başka bir suç bulamadı kendinde. Dalgın dalgın eve girdi. Annesinin sözlerini umursamadı. Ablasının buyruklarını da. Gece yarısına kadar divanda gözleri açık bir şekilde uzandı.
Herkes uyuduğunda sessizce yataktan kalktı. Sokak kapısını açtı. Oturdukları ev bahçeye açılıyordu. Evin ön cephesindeki sokak lambasının ışığı vuruyordu bahçedeki ağaçlara. Gürültü etmemeye çalışarak evin ön tarafına dolaştı. Sokak kapısı açıktı. Pencerede ışık vardı. Bir an geri dönmek istedi. Sonra vazgeçti. Kapıdan içeri girdi. İşte orada duruyordu. Kapının arkasında. Ahmet bisikleti sessizce olduğu yerden aldı. Gürültü etmeden dışarı çıkardı. Sokağa kadar omzunda taşıdı. Sonra üzerine oturdu. Ne Mert’in, ne de annesinin sesi vardı sokakta. Hayatında ilk kez kendisini bu denli özgür hissediyordu. Sokak lambalarının aydınlığında hızla sürmeye başladı bisikleti. Kendisini evinde varsaydı. Babasının ona “aferin oğlum” dediğini duyar gibi oldu. Gecenin içinde doyasıya çevirdi pedalları.




CANAN
Elinde kurşun kalem, resim çiziyor. Annesi kızıyor başka bir şey yapmıyor diye. Canan ise, umursamıyor, devam ediyor. Hayaller kuruyor renk renk kalemler üzerine; sarı, kırmızı, mavi, yeşil, illaki turuncu. Sonra hayıflanıyor. “Keşke” diyor “keşke kaçarken boya çantamı da alsaydım. O zaman yaptığım resimler daha canlı olurdu.”
Canan çizdiği resme uzaktan şöyle bir bakıyor. Kendi kendisine gülümsüyor. O sırada zil çalıyor; gelen, komşularının kızı. O da olmasa dört duvar arasında kalacak. Fatma, resme bakıyor;

“-Çok güzel” diyor. Sonra arkasında sakladığı paketi ona uzatıyor. Canan titrek ellerle paketi açıyor; kuru boya. Gözleri doluyor Canan’ın, teşekkür ediyor. Fatma karşılık veriyor. Fatma Arapça konuşmaya çalışıyor, Canan Türkçe. Biri Türkçe’sini, diğeri Arapça’yı ilerletmeye çalışıyor. Fatma, Canan’ın annesinden izin alıyor dışarı çıkmak için.


Az sonra iki kız sokakta yürüyorlar. Dar sokağın iki yanındaki penye dikiş atölyelerinin gürültüsü arasında ilerliyorlar. Arada bir durup kapı önlerine dizilen tişörtlere bakıyorlar. Canan, uzun zaman-dan beri ilk kez mutlu. Acılarını gömmeye çalışıyor ve özlemlerini. Bir daha okula gidemeyeceğini biliyor. Yine de umudunu yitirmek istemiyor.
Sahil kenarına kadar yürüyorlar. Yürümeyi seviyor Canan. Yürüdükçe hafifliyor. Bir kuş gibi uçası geliyor. Deniz sakin, uzaklardan tekneler, vapurlar geçiyor. Canan merak ediyor, insanlar nereye gidiyor vapurlarla? Nereye yetişmek ister bunca insan? Ülkesinde bunca telaş yoktu. Her şey düzen içindeydi. Yine de bırakmak gerekmişti. Yine de bir kargaşaya atılmak gerekmişti. Anlamıyordu olup bitenleri.
Bir simitçi görüyorlar. Fatma bir simit alıyor, ikiye bölüp yiyorlar... Saatlerce denize bakıyorlar. Her biri kendi dilinde bir şarkı tutturuyor.
Bir iki saat sonra dönüyorlar geri. Canan eve girdiğinde şaşırıyor. Annesi ağlamış belli ki. Babası köşede oturuyor, kardeşi diğer odada. Canan sessizce annesine soruyor:

“-Ne oldu anne?” Kadının bakışlarında öfke ve kırgınlık. Hızla odadan çıkıyor.


Canan peşinden koşacakken babası sesleniyor:

“-Nereden geliyorsun?”

Şaşırıyor Canan. Alışkın değil böyle sorulara. Hesap vermeye. Tedirgin cevap veriyor:

“-Şey; Fatma ile biraz dolaştık” diyor.

Adam öfkeyle bağırıyor:

“-Ne dolaşması bu? Burada ne durumda olduğu-muzu bilmiyor musun?”

Canan suskun.. Ne demeli babasına. Odaya şöyle bir göz atıyor. Odadan çıkıyor. Annesini mutfakta buluyor.

Üzgün soruyor.

“-Anne ne oldu? Babam neden sinirli?”

Kadın;


“-İş bulamamış. Seni de evde göremeyince.”

Canan neşesini yitiriyor. Parasız kalınca terör estiriyor babası. Oysa kimse ondan bir şey istemiyor. Eski mutlu günleri özlüyorlar. Canan yalnızca okula gitmek ve resim yapmak istiyor.



Ertesi gün babası eve gelmiyor. Canan annesini teselliye çalışıyor. Babası gelmiyor.
Canan bir resme başlıyor; güven üzerine. Bir kuş konduruyor kağıda. Bir el uzanıyor yerden. Bir dalı tutarken gagasıyla, bir silah hedef alıyor. Yıkılıyor güven. Yalnızlık başlıyor sonra. Ağlamalar, çaresiz-likler. Annesi bekliyor pencere önünde günlerdir.
Canan bir daha çıkmıyor sokağa, inmiyor sahile. Bir Fatma, bir de erzak getirenler geliyor. Paketleri açmıyor annesi. Canan çıkartıp yerleştiriyor; makarna, çay, şeker.
İki hafta sonra bir sabah, kapı vuruluyor. Gelen babası. Sakalı uzamış. Çökmüş. Sessiz. Neden sonra konuşuyor. Af diliyor. Çalıştım diyor. Cebinden para çıkarıp uzatıyor. Annesi cevapsız. Konuşmuyor.
Canan oturduğu yerden babasının resmini çiziyor. Esmer adam. Yorgun, öksürüyor ara sıra. Yine gidecekmiş gibi duruyor. Gülmüyor yüzü. Günlerce konuşmuyor. Canan çizdiği kederi görüyor kağıt üzerinde. Simsiyah bir duman kaplamış göğü. Bir yerlerden ışık umuyor babası. Çaresizlik ellerinde.
Sonra yine kayıp babası. Ses yok yeniden. Bu kez uzun sürüyor ayrılık. Annesi perişan. Canan düşünüyor. Kırmalı bu çemberi. Fatma ile bir atölyeye gidiyor. Sabah yedi buçukta başlıyor işe, akşam yediye kadar. Parmaklarına batıyor iğneler. Gürültü kulak tırmalıyor. Yine de çalışıyor Canan. Artık beklemiyor babasının dönmesini. Annesi de konuşmuyor gelecek üzerine. Arada bir resim çiziyor. Kendisini bir resmin içinde buluyor. Kalabalık bir şehirde, rüzgara karşı kürek çekiyor. Deniz dalgalı, bazen sakin. Balıkçılar gibi direniyor dalgalara. Var gücüyle asılıyor ağlara. Bir gün koca bir tuval alıp boyayacak bir baştan bir başa. O kırtasiyede gördüğü yağlı boyayı alacak. Renk renk çiçekler çizecek. Baharı sonsuz kılacak.



TERÖRİST
Geceleyin yıldızları izliyordu çocuk. Yıldızların ötesinden bir şeyler bekliyordu. Yine olan olmuştu bugün. Yine eve yüzü gözü kan içinde gelmişti. Annesinin şaşkın bakışları arasında banyoya koşmuştu.
Kadıncağız kapının önünde saatlerce dil döktüyse de kapıyı açtırmayı başaramamıştı. Niye kendisini yalnız bırakmıyordu sanki? Niye diğer çocuklarıyla ilgilenmiyordu?
Dışarı çıktığında annesi kardeşleriyle birlikte yer sofrasına oturmuş onlara yemek yedirmeye çalışıyordu. Bir ara göz göze geldiler. Annesinin derin gözlerinde hüznü ve endişeyi birlikte okudu. Annesi ismini fısıldadı; “İbrahim, gel yemek ye!” O ise, sofraya şöyle bir bakıp hışımla evden çıktı. Sofrada ne vardı ki, domates, salatalık ve biraz peynir.
İbrahim bir ara gökyüzünden bir yıldızın ona doğru geldiğini sandı. Sonra bunun bir yanılsama olduğunu fark etti. Küçükken annesinin “baban ölmedi, o yıldızlardan birinde olabilir, hem biliyorsun şehitler ölmez” sözlerini anımsadı. Düşünceleri yine babasına yöneldi. Neden onları bırakıp gitmişti, neden annesine bu eziyeti yapmıştı. Anlamıyordu, savaştan kaçan biri neden tekrar savaşa giderdi? Ve neden onları yabancısı oldukları bu topraklarda bırakırdı?
İbrahim tüm öfkesini yüklediği yumruğunu hışımla duvara vurdu. Elinin üzerinden sızan kan onda en ufak bir korku veya acıma hissi uyandırmadı. Evdeki herkesin derin uykuda olduğu şu anda, bir hesaplaşmayı yaşıyordu. Dağlarda yalnız kalmayı diliyordu. O zaman ne yoksullukla, ne de kendisiyle dalga geçen arkadaşlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktı.
Öte yandan annesi ve kardeşleri aklından bir türlü çıkmıyordu. Onları böylesine çaresiz bırakamazdı. Gidecekse de onlara yiyecek ve para bulduktan sonra gitmeliydi.
İbrahim, bir karar arifesindeydi.

Okul önündeki grubun teklifi aklından çıkmıyordu. Ona bir sürü şey vaat etmişlerdi. Onun yabancı olmasının kendileri için daha iyi olacağını bile söylüyorlardı. Kendisinden tam olarak istenileni anlamamıştı ama bağlardaki villalardan birinden bahsediyorlardı. Ve ona “bu gece kararını ver” demişlerdi. Para, yiyecek, ev. İsterse onu Avrupa’ya kaçıracak birileriyle temas ve pasaport.


İbrahim kafasını ellerinin arasına alıp düşündü, Avrupa’da işçi olarak çalışabilirdi. Sonra annesi ve kardeşlerini de aldırabilirdi. Onlar için böylesi daha iyi olurdu. Orada herkes dilediğini yapıyor-muş; hem de ne babasını, ne annesini ne de kendisini yargılayanlarla kavga etmek zorunda kalırdı. Yapması gereken tek şey, sabah dörtte villanın önünde onlarla buluşmaktı.
İbrahim saate baktı henüz gece yarısını geçmemişti. Biraz uyumak için gözlerini yumdu ama bir türlü uyku tutmadı. Kalkıp odadan çıktı. Valizlerinin olduğu odaya girip yerdeki koca valizi açtı, içinde eski bir albüm duruyordu. Annesinin gençlik resmine baktı, sonra babasına. Kara gözlerinden süzülen yaşlar, resimlerin üzerine düşüyordu. İbrahim seneler sonra ilk kez açtığı valizden babasına ait olan çakmağı aldı, annesinin yattığı yere gitti. Başında ak bir yemeni ile uyuyan annesinin yüzündeki hatlar gergindi. İbrahim bir süre onu izledikten sonra yavaşça başucundan ayrılarak kardeşlerinin yanına gidip onların üzerini örttü. Bir vedalaşma mıydı yaşadığı, farkına varmadı. Saat sabahın üçü olduğunda İbrahim üzerini değiştirmiş, eski montunu sırtına geçirmiş, hazır halde bekliyordu. Son olarak yatağını düzeltti ve spor ayakkabılarını eline alarak yavaşça kapıdan dışarı doğru süzüldü.

Yüklə 247,2 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin