Sokakta çıt çıkmıyordu. Evlerin ışıkları sönmüştü. Ara sıra bir kedi sesi ya da bir köpek havlaması duyuluyordu. Montunun yakasını kaldıran İbrahim, geçtiği sokaklara, evlere, okuluna son kez bakıyordu. Kırk dakikalık uzun bir yürüyüşten sonra tarif edilen villaya ulaştı. Bir karartının kendisine doğru yöneldiğini gördü. Neden sonra bunun gruptan birine ait olduğunu anlayarak rahatladı. Hep beraber kuytu bir yere gidip planlarını tekrar ettiler. En zor iş İbrahim’in idi. Diğerleri dışarıda beklerken onun içeri girmesi gerekiyordu. Alacağı şeyin yeri belliydi. Milyarlar değerindeki bu kutunun yerini iyice tarif ettiler kendisine. Korkuyor muydu İbrahim, neden üşüyor ve titriyordu? Neden cebindeki çakmak elini her değişinde yakıyordu. Tesbih taneleri yerlere mi saçılmıştı? İbrahim’in alnında boncuk boncuk terler neden birikiyordu?
Bilmediği bir şeyler vardı, bir el onu tutuyor “gitme” diyordu sanki. O kutuda ne olabilirdi? Bu evde kim kalıyordu, hiçbir fikri yoktu. İbrahim aklındaki bu sorularla boğuşurken güvenlik kame-rasını fark etmedi ve de etrafındaki yeni karartıları. “Dur!” diye bağıran sesle irkildi yalnızca. “Dur yoksa ateş ederim!”
İbrahim donmuştu. Ne geri dönebiliyordu, ne de ileri gidebiliyordu. Gözünün önüne gelen annesiydi. Niye öyle kırgın bakıyordu? Ya babası? Neden, neden göremiyordu onu? Oysa bunu onlar için yapmıştı. Avrupa’ya gidip mutlu bir hayat sürecek-lerdi. Aklına cebindeki çakmak geldi. Son kez dokunmak, güç almak istedi. Lakin elini cebine soktuğu anda dünya karardı.
Sabah ezanı okunurken müezzinin sesine bir el silah sesi karıştı. Villanın ışıkları yandı bir bir. Köpek havlamaları ve karartıların koşuşmaları. Siren sesleri. Yerde yatan delikanlının cebinden bir çakmak ve bir tesbih çıktı. Kimlik yoktu üzerinde, ya da kim olduğunu anlatacak bir belge. Polis şefi İbrahim’in kara saçlarına ve esmer yüzüne bakıp;
“-Yabancı uyruklu bir terörist, güvenliğe silah çektiği sırada vuruldu diye zapta geçin” dedi.
AĞIT
Buz gibi gece. Karanlık tüm gücüyle inmekte yere. Anne şimdi ben yalnızım. Şimdi kanadı kırık bir kuşum. Gündüzler korku, geceler korku. Umudum tükendi. Bu odadan çıkmak ne kadar da zor. Ayaklarım beni taşımıyor. Mide bulantılarım gün geçtikçe artıyor.
Anne, ne acı seni kaybetmek bir yaban elde. Hasret kalmışken toprağına. Ellerim ellerini arıyor hep. Üç gün oldu seni toprağa teslim edeli. Polisler geldi sabahtan. Babam bitkin cevapladı sorularını. Anne, babamı hiç böyle görmedim ben. Ne kaçarken İran’dan, ne de kağıt toplarken sokak-tan. Babam bir dağdı, yıkıldı .
İlaçlarım bitti. Kim bilir belki yakında ben de yanına gelirim. Avukat, “merak etmeyin” diyor “her şeyi halledeceğiz. Seni Avrupa’ya göndere-ceğiz” diyor. Artık ben Avrupa’ya gitmek istemiyorum anne. O zaman sen burada ne yaparsın? Ben orada sensiz ne yaparım?
Anne öldü mü, nereye kaçar çocuk? Ya çocuk öldü mü, ne yapar anne? Et ve tırnak ayrıldı.
Yorgunum anne, kaçışlardan, varışlardan, bekle-yişten sonra. Artık neye yarar bana verecekleri kağıt? Neye yarar ilaçları ? Ben yaralıyım anne. Yaralı ceylanlar ne yapar? Sızımı ne dindirir ?
Aynaları kaldırdım. Saçlarım dökülüyor gün be gün. Ellerim bacaklarım yara içinde. İlaçlar kesmiyor acımı. Uyumayı özledim anne, dizlerinde. Dalga dalga yayılsaydı saçlarım dizlerine. Sen bir şeyler anlatsaydın masal tadında. Ve ben koklasaydım doyasıya.
Çocukluğum uzaklarda şimdi. Eski bir ülkede eskidi oyunlarım. Bir çöl filmi hatırladığım. Çocuk gülüş-leri niye uğramıyor buraya? Gece gözlerine doyasıya baksaydım. Üşüyorum anne. Bu bozkırda, bu kentte geceler daha bir soğuk. Bahar nerede anne?
Kum’un, Tahran’ın üstüne gül koklanmıyor anne. Vatan nerede başlıyor, nerede bitiyor? Arz geniş değil mi? Öyleyse nedir bu kalbimi acıtan? Nedir bu yüzler, rüyamdaki ülkeme dair? Babam konuş-muyor, anlatmıyor öyküsünü… Öyküler tek başına mı taşınır anne?
Gece bitmiyor anne. Sokakta köpek havlaması, bir şişe fırlatıldı duvara. Bir nara, bir kaba kahkaha. Korkuyorum anne. Bir gece gelip götürmelerinden babamı. Yapayalnız kalmaktan bu dünyada.
Derdin ki anne, “bir çocuğa en çok yakışan ‘anne’ kelimesi.” Dilim durmadan haykırmak istiyor seni. Hasret kan olup akıyor damarımda. Sana sarılamasam da seni anlatıp seni konuşmak istiyorum. Anne, seni çok özlüyorum!
TRAVMA
Yalınayak koşuyordu Ahmet Can. Üzerinde emaneten giydiği bir kazak, saçları karışık. Gözlerinde bir arayış. Ahmet Can annesini arıyordu. Tüm kapıları yumruklamak, haykırmak istiyordu. Uzaklardan gelen sesler onu daha da ürkütüyordu. Bir ara durup etrafına bakındı. Ne kadar da çok insan vardı? Her biri bir yana koşan binlerce insan. Ebelemece oynuyor olmalıydılar ya da saklambaç. Ahmet Can kendini oyunun dışında kalmış hissediyordu. Mahallede onu oyuna almayan büyük çocuklara inat, eline aldığı şekeri ballandıra ballandıra yalardı. Şimdi çaresizdi. İnsanlar çılgınca oraya buraya koşuyorlardı. Bir kuytu köşe bulan, kafasını ellerinin arasına alarak yere çöküyordu. Kulakları sağır eden bir uğultu vardı. Ahmet Can koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Son bir gayretle ileri atıldı. Ayağında bir acı hissetti. Olduğu yere yüzüstü düştü...
Ahmet Can karşısında oturup birtakım resimler gösteren ve ona sorular soran kadına boş gözlerler baktı. Ne zamandan beri burada olduğunu bilmiyordu. Küçük siyah gözlerindeki endişe, bulunduğu odanın duvarlarına yansıdı. Her taraf karardı. Elleri yumruk oldu. Dişleri kenet-lendi. Kafesteki bir kuş gibi çırpınmaya başladı. Kadın birilerine seslenirken, bir yandan da onu omuzlarından tutmaya çalışıyordu.
“-Sakin ol, her şey geçti. Sakin ol” diyordu.
Ahmet Can derisine bir şey batırdıklarını fark etti. Sesler uzaklaşmaya başladı, bir uğultu doldurdu tüm seslerin yerini. Tatlı bir ağırlık çöktü. Uyandığında yanı başında yine aynı kadını gördü. Saçlarını arkadan bağlamıştı. Üzerinde siyah bir kazak vardı. Uyandığını görünce ona seslendi:
“-Nasılsın bakalım?”
Ahmet Can gözlerini kaçırdı. “Tıp” oynamaya karar verdi. Konuşmak yasaktı. Kadın ise inatla konuşmak istiyordu.
“-Bak canım, üç gündür bu hastanedesin. Ailene ulaşmaya çalışıyoruz. Biraz daha bizimle kalman gerekiyor.”
Ahmet Can oyunu kaybetmek istemiyordu. Gözlerini yeniden kapattı. Şimdi sadece sesleri dinliyordu. Bir ayak sesi duydu. Ardından orta yaşlı bir kadının konuşmalarını.
“-Nasıl, kendine gelebildi mi? Pek çok çocuk aynı durumda. Bombaların tesirinden kurtulmaları kolay olmuyor.”
Diğeri cevap verdi:
“-Biraz önce uyandı ama tekrar uyudu.”
Ahmet Can annesini düşündü. En son kardeşini aramak için yanından ayrılmıştı. Ve ona:
“-Sakın buradan çıkma!” demişti. Saklandığı yer bir merdiven altıydı. Ahmet Can beklemişti. Saklambaç oyununda ebe olduğunda saydığı kadar uzun saymıştı. Annesi gelmemişti. Birinci gürül-tüde elleriyle kulaklarını tıkamıştı. İkincisinde korkusu daha da artmıştı. Evin başına yıkılacağını sanmıştı.
“-Önüm arkam sağım solum ebe, saklanmayan sobe”. Ahmet Can dışarı fırlamıştı. Her yer dumandı. Koşmaya başladığında yerde yatan insanlara çarpmıştı. Ayağına sıcak bir şeyin bulaştığını hissetmişti. Yere baktığında ayaklarının kıpkırmızı olduğunu görmüş daha da hızlı koşmaya başlamıştı.
Ahmet Can dişlerini sıktı.
“-Kabus görüyor olmalı” dedi yanında oturan kadın.
“-Bir an önce tedaviye başlamalı yoksa durumu daha da kötüleşecek” dedi diğeri.
Ahmet Can bağırmak istiyordu. Küçük bedeni çok ağırlaştı. Gözlerini araladığında kadınların odadan çıkmakta olduğunu gördü. Onlar gidince yavaşça yatağında doğruldu. Beyaz duvarlara baktı. Çıplak betona ve pencereye. Yataktan kalkıp pencereye doğru yöneldi. Dışarı bakınca korkuyla geri çekildi. Çok yüksekteydi. Karşılara baktığında bilmediği, tanımadığı bir şehir, bir canavar gibi karşısında dikiliverdi. Gökyüzü griydi. Uzaktaki binalar hayaletler gibiydi. Ahmet Can geri geri gitti. Neden sonra karşı tepedeki kaleden buraya daha önce babası ile birlikte geldiğini hatırladı.
Babası, “Bir gün buraya gelip okuyacaksın” diyordu.
“-Baba neredesin?” Sonra babasının kısa süre önce öldüğünü hatırladı. Omuzları iki yana düştü. Yatağın kenarına oturdu.
Yerdeki fayansları incelemeye başladı. Kare şeklinde ve beyazdı. Ahmet Can öğretmenini hatırladı. Okumayı yazmayı öğrenince kendisine kurdele takmıştı. Ne kadar özlemişti onu.
Küçük çocuk gözleri dolu dolu yatağına uzandı. Ve derin bir uykuya daldı. Gece yarısı sıkıntı içinde uyandı. Çamaşırlarının ıslanmış olduğunu fark etti. Ne yapacağını bilemeden yataktan çıktı. Etrafına bakındı. Köşede duran dolabın içinde kendisine ait pantolonu ve kazağı buldu. Çabucak üzerini değiştirdi. Üzerindeki pijamayı dolaba bıraktı. Sonra yatağın ayakucuna kıvrılarak yattı.
Sabah olduğunda odaya giren o kadının sesiyle uyandı. Onu almaya gelmişti. Durmadan bir şeyler anlatıyordu. Üzerindekileri görünce konuşmasını yarıda kesti. Sonra yatağa baktı. Ardından Ahmet Can’ın başını okşadı. Çocuk kendisine kızmamasına bir anlam veremedi. Altını ıslatmıştı ve kadın onun başını okşuyordu.
Kadın onu odada yalnız bırakıp çıktı. Beş dakika sonra elinde temiz çamaşırlarla geri döndü. Çamaşırları Ahmet Can’a uzattı. Yeniden odadan çıktı. Çocuk getirilenleri giydi.
Bir süre sonra birlikte merdivenlerden inmeye başladılar. Burası ne kadar da kalabalıktı. Onu nereye götürüyordu sormadı. Bir kapının önüne gelince durdular. İçeri girmeden önce kadın Ahmet Can’ın üzerine çeki düzen verdi.
İçerisi ne kadar güzeldi. Ahmet Can duvarlardaki çizgi film karakterlerini görünce çok şaşırdı. Casper, Buggs Bunny sonra Şirinler. Yerlerde rengarenk minderler vardı. Küçük sandalyeler ve koltuklar... İçeride başka çocuklar da vardı. Ahmet Can’ın içeri girdiğini görünce onun yanına geldiler. Ahmet Can bir iki adım geri attı. Sonra yere bakmaya başladı. Çocuklardan biri “Bizimle oynar mısın?” diye sordu. Ahmet Can, kendisine yapılan bu davete ilgisiz kalamadı. Onlarla birlikte oyun alanına doğru yöneldi. Bir süre sonra köşedeki balonlardan biri patladı. Ahmet Can korku içinde koşmaya başladı. Salondan çıkamadan ortada koşup duruyordu. Bir ara duvarın dibine çöküp ellerini kulaklarına kapadı, ağlayarak “Anne!” diye bağırmaya başladı. Doktor hanım Ahmet’i kendisine doğru çekti. Ahmet doktorun omuzla-rında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“-Post travmatik stres bozukluğu yaşıyor. Ani gürültü, kırmızı renk veya kan görme, yanık kokusu, onu geçmişe geri götürüyor. Yüksek sesle konuşulmasından rahatsızlık duyuyor. Ve geceleri bazen ağlayarak uyanıyor. Uykusunda annesini sayıklıyor.”
Psikolog, durumu böylece özetledi. Ahmet Can konuşulanları duymayacak kadar uzakta, yerde duran bir oyuncak ayı ile oynuyordu. Bir süre sonra oyuncak ayı ile konuşmaya başladı:
“-Neden dışarı çıktın? Bombaları duymuyor musun? Annen gelince seni nasıl bulacak?”
Sonra cevabı almak için eğiliyor başını sallıyordu.
“-Anneni merak ettin öyle mi? Üzülme ben sana bakarım.”
Oyuncak ayıyı kucağına aldı ve ona sıkı sıkı sarıldı Ahmet Can. Kendisine seslenildiğinde, ayıya şarkı mırıldanıyordu.
Doktorun masasına doğru yürüdü. Onlara ayıyı gösterdi. Psikolog:
“-Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Senin gibi bir arkadaşı olduğu için mutlu” dedi. Ahmet Can da gülümsedi. Artık yalnız değildi.
“-Adını afacan koydum. Bana söz verdi bundan sonra yaramazlık yapmayacak.”
Sonra ona gösterilen resimleri cevaplamaya başladı. Ardından diğer çocukların bulunduğu oyun salonuna gitmek üzere ayağa kalktı. Kapının önünde durdu ve doktora;
“-Artık geceleri ağlamayacağım sana söz veriyo-rum. Hem altımı da ıslatmayacağım. Ayıcık beni uyandıracak” dedi ve odadan çıktı.
ÇIKIŞ YOK !
Bent Deresi’nde evler birbirinin üstünde. Tepeler üzerinde kurulu rengarenk gecekondular. İçle-rinde barındırdıkları insanlar, evlerin tersine birbirinden ve hayattan uzak. Başkentin yaramaz çocuğu, üvey evladı acılarla baş başa. Umurunda da değil ne olup bittiği Çankaya’da, Ayrancı’da. Evler kadar insanlar da çeşit çeşit. Türk, Kürt, Azeri, İranlı.
Semtin kaderine düşenlerden biriydi Kemal. Akşam esir alırken kenti, o nefes nefese yürüyordu. Elleri cebindeydi. Bir ara durup etrafına bakındı. Uzaklardan görünen caminin ışık-larına karşı, kirli pazarlıklar, küfürler, sataşmalar. Her akşam aynı manzaralar karşılardı onu. Kemal on beş yaşının deli çağına rağmen yaşından beklenmeyen bir olgunlukla görmezden gelirdi etrafını.
Saat epey ilerlemişti. Orada oyalanmadan geçip gitmesi gerektiğini düşünerek yoluna devam etmek istedi. Karanlık bir sahneden fırlarcasına önüne iki adam düştü. Birbirine yumruklar atarken küfreden adamların yanından bir iki adım geri çekildi. Sonra tehlikeye karşı koşarak ayrıldı.
Tepeye tırmanırken uzaklardan gelen seslere aldırış etmedi. Derme çatma basamakları tırmanmaya başladı. Evlerin bacalarından çıkan duman genzini yaktı. Eliyle ağzını kapattı. Taş merdivenlerden çıkıp sola saptı. Bahçe denemeyecek kadar küçük bir avluya geldi. Evde loş bir ışık vardı. Kemal yavaşça kapıyı vurdu. Kırk yaşlarında esmer zayıf bir kadın kapıyı açtı. Benzi soluktu. Sağlıksız görünümüne karşın sevecen bir ses tonuyla karşıladı onu. Nora oğluyla ülkesini terk ettikten sonra sağlığı gittikçe kötüleşmişti. Yine de dayanmaya çalışıyordu.
Ana oğul birlikte oturdukları odaya geçtiler. Yer minderleri ve bir kanepeden ibaret eşyanın bile daralttığı odada karşılıklı oturdular. Nora oğluna sorular sordu gününe dair. İstiyordu ki konuşsun. Konuştukça kendisini hayatın içinde hissediyordu. Kemal de biliyordu ki o anlattıkça annesi yaşıyordu. Çirkinlikleri değil ama güzellikleri anlattı ona. Nora masal dinleyen bir çocuk gibi dinledi onu. Sonra birlikte yemek yediler.
Gece yarısı Kemal annesinin öksürüğüne uyandı. Oda soğumuştu. Soba sönmeye yüz tutmuş, oda soğumuştu. Kemal yattığı yerden kalkıp annesinin başına geldi. Nora oğluna yatmasını söyledi. Lakin öksürük bir türlü geçmiyordu. Kemal’in getirdiği bir bardak su da fayda etmedi. Kadın uzun bir süre öksürdü. Kemal çaresizlik içinde odada geziniyordu. Ertesi gün annesini ofisin polikliniğine götürmeye karar verdi.
Sabah uyandığında annesinin kendinden önce kalkmış olduğunu gördü. Kadın ona yiyecek hazırlıyordu. Kemal ve annesi birlikte evden çıktılar. İki araba değiştirip ulaştılar doktora. Çocuk evin yükü omuzlarında dinledi doktoru.
“-Annen” diyordu “hasta, zatürre.”
Kemal can kulağıyla dinliyordu. “İlaç” dedi doktor, “bakım” dedi. “Yemek” sonra. “Temiz hava.”
Kemal annesini yormak istemiyordu. Onu bırakıp eve geri çıktı. Dolaştı ilaç için boş yere. Cebinden çıkan paranın beş katını istiyorlardı. Kemal çöktü bir duvar dibine. Düşünüyordu “şimdi şuradan bir ilaç çalsam ya da dilensem” diye. Para nasıl bulunurdu ki. Haftalığını vermemişlerdi. Başka nereden bulabilirdi?
O gün dolaştı genç adam. Bulaşık yıkadığı lokantada çalışanlardan istedi. “Yok” cevabına alıştı. Yardım kuruluşlarına gitti, “maalesef” kelimesini öğrendi. Koca başkenti yürümekten usandı.
Vakit akşam olurken yolunu tuttu evin. Kağıt toplayan çocukları gördü. Toplasam dedi. Ne yapacağını şaşırdı. Kavganın, naraların arttığı bir andı. Yanında, etrafında insanlar birbirine bağırıyordu. Bir sarhoş ona şişesini uzatıyordu. Bir kadın gülümsüyordu. Kemal yanlarından geçti. Aklına annesi geldi. Bir köşeye gelince durdu. Yerde ayağına değen kırık bira şişesini aldı. Binanın karanlık duvarına sindi. Pusuda avını beklemeye başladı.
Gece yarısına kadar hareketsiz kaldı. İnsanlar yürüdü. Polis arabaları devriye gezdi. Görmedi hiç biri. Karanlığın sakladığı Kemal, on beş yaşını bıraktı. Yol kesen bir haydut oldu. İyi giyimli orta yaşlı bir adamı karanlığa çekti. Elindeki kırık şişeyi kafasına vurdu. Sonra cebindeki parayı aldı.
Ceketinin yakasını kaldırarak hızla uzaklaştı. Tepeyi tırmanırken hastalıklı evlerin dumanları yavaş yavaş sönüyordu. Kemal’in avuçları yanıyordu. Beyni uyuşmuştu. Eve vardığında ter içinde kalmıştı. Kapıyı açan olmadı. Kemal kapıyı iteklediğinde kapı kendiliğinden açıldı. Kemal annesini kanepede baygın buldu. Yanına diz çöktü. Nora gözlerini güçlükle açtı. Oğluna gülümsedi. Tekrar gözlerini kapadı. Kemal cebindeki parayı çıkarıp annesinin başucuna bıraktı.
UÇAK
Odanın içinde bir o yana bir bu yana koşup duruyordu. Annesi içeri her girişinde “kızım biraz sessiz ol, baban çalışıyor” diye kendisini uyarıyordu. Dilber ise, bir türlü anlamıyordu. Babalar çalışmak için işe gitmez miydi? İnsan evde nasıl çalışırdı ki?
Canı sıkılmış bir şekilde masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu. Annesinin hazır-lamakta olduğu sofraya göz gezdirdi. İyice acıkmış olduğunu fark etti. Ablası gelmeden yemek yiyemeyeceğini biliyordu, çaresiz pence-reye doğru gitti. Pencereden dışarıyı gözlemeye koyuldu.
Apartmanın bahçesinde oynayan çocuklara baktı. Dört kız çocuğu ip atlıyordu. Kendisi de acaba ip atlayabilir miydi? ‘Tabii ki hayır’ diye düşündü. Şam’da olsalardı belki ama burada mümkün değil. Dilber’in gözleri birden uzaklara daldı. Anneannesi ve dedesi ile geçen yaz gittiği parkları hatırladı. Ona bir sürü oyuncak almışlardı. Dedesi dondurma yemesine de izin vermişti. Ve o hiç hasta olmamıştı.
Neden onu da getirdiler buraya. Anneannesi ile kalabilirdi. Annesi,
“-Güzel kızım o zaman biz ne yapardık?” derdi onların yanına gitmek istediğinde.
Bir gün Dilber;
“-Neden kendi memleketimize gidemiyoruz. Niçin dedemlerden ayrıldık?” soruları ardı ardına geliyordu. Nigar, kızının sorularını cevaplamakta bazen zorlanıyordu. O zaman kocası araya girip;
“-Kızım, şairler çok yer görmeli ki yeni şeyler yazabilsin.” derdi. Dilber’i ikna etmek yine de kolay olmazdı.
Nigar pencerenin önünde düşüncelere dalmış olan kızının yanına gitti. Saçlarını okşadı. Merhamet dolu bir sesle;
“-Bir gün dilediğin gibi oynayacaksın.”
Dilber annesinin gözlerine baktı;
“-O zaman sen de benimle oynar mısın?”
Nigar kızına sıkı sıkı sarıldı.
O gün yemekte herkes çok düşünceliydi. Ahmet ve Nigar Kanada’dan gelen haberi düşünüyordu. Bunu çocuklara nasıl söylemeleri gerektiğinde anlaşama-mışlardı. Kanada’da yeni bir hayat bekliyordu onları. Korkular, kaygılar uzaktı orada.
Ahmet ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra;
“-Çocuklar Kanada’nın yerini biliyor musunuz?” diye sordu. Deniz hemen atıldı:
“-Evet Amerika’da değil mi?”
Babası kızına gülümseyerek baktıktan sonra,
“-Kanada buraya oldukça uzak. Ormanları çok ve kar oraya daha fazla yağıyor.”
Bu kez Dilber söze karıştı;
“-Yani buradakinden de fazla öyle mi? O zaman orada her taraf kardan adamla doludur.” Neşe içinde elini çırptı.
Ahmet ve karısı kızlarına gülümserken, Ahmet yeniden söze başladı,
“-Evet sen de orada kardan adam yapmak istemez misin?”
Bu soru Dilber’in yüzünün asılmasına neden oldu. Ablası neden hiç sesini çıkarmıyordu. Dilber bu sorunun anlamını biliyordu, cevabı kesin bir “hayır” oldu.
“-Ben kardan adamı Şam’da yapmak istiyorum. Karı oraya götürelim ne olur?”
Nigar kızının ellerini kendi avuçları içine aldı ve gözlerinin içine baktı;
“-Bak bir tanem. Bazen insanlar istemedikleri halde uzaklara gitmek zorunda kalırlar. Uzaklarda bazen daha fazla mutlu olabilirler. Hem önemli olan hepimizin bir arada olması değil mi?”
Dilber’in küçük siyah gözleri doldu. “Anneannem ve dedem de gelecek mi?” diye sordu sesi titrerken. Cevap “Ne zaman isterlerse” idi. Yine de Dilber’in yüzü gülmedi.
* * *
Cumartesi günüydü. Sabahtan havaalanında olmaları gerekiyordu. Dilber kendisine seslenen annesine cevap vermedi. Yatağına oturmuş elinde tuttuğu bebeği ile konuşuyordu:
“-Biliyor musun biraz sonra uçağa bineceğiz. Orada sakın beni üzme. Sonra seni uçaktan atarlar.”
Annesi kapıya gelmiş onu izliyordu. Acele etmesini söyledikten sonra gitti. Dilber, odasına baktı son kez. Oyuncaklarıyla vedalaştı. Sonra bebeğine sarılarak odadan çıktı.
“-Ağlama, geri geleceğiz.” diyerek bebeğini teselli etmeye başladı.
O sabah dört hayat, bilmedikleri bir denize doğru akan ırmaklar gibiydi. Bunca acıyı unutup gitmek. Uçağa bindiklerinde Dilber oyuncak bebeğine sarılmıştı. Deniz elindeki kitaba. Anne gözleriyle çocuklarına. Ve Ahmet umutlarına. Uçak havalan-dığında Ahmet cebinden çıkardığı küçük not defterine;
Bir tarih düştü: Temmuz 2004
Ve bir mısra sonra, yaşananlara ve yaşanacaklara dair.
BİR TAS YEMEK
Birazdan gün ağaracak. Yaşlı bedeni sızılar içinde. Soğuk ve rutubetli bu evde geceyi bölen tek ses, damlayan musluğun sesi. Çocuklar derin bir uykuda. Kalkıp onlara yiyecek bir şeyler hazır-lamalı. Sonra da Ahmet ve Muhammed’i kaldırıp okula göndermeli.
Nejat yataktan kalkıp yerdeki ince kilime bastı. Ayakları soğuktan ürperdi. Yerde duran terliği ayağına geçirdi. Zayıflamıştı. Ayakta zor duru-yordu. Mürdüm eriği rengindeki başörtüsünün altından saçları çıkmıştı. Üzerine eski bir hırka geçirip odadan çıktı. Sol yanındaki taş eşiği geçip tüm gece damlayan musluğa yöneldi. Elini yüzünü yıkadı. Musluğu gücü yettiğince kapatmaya çalıştı sonra yandaki alçak kapıdan, mutfak olarak kullandıkları yere geçti. Raflardan bir iki tabak çıkardı. Ev sahibinin verdiği eski buzdolabında sakladığı peynir ve zeytini çıkardı. Çocuklar için bir sofra hazırlamaya koyuldu. Birkaç aydır burada yaşıyorlardı. Hayatın önünde rüzgar misali oradan oraya savruluyorlardı.
Yataktan kalkmak istemiyordu Zeynep. Kardeşleri çoktan okula gitmişti. Ve annesi onun kalkıp bir an önce belediyeye gitmesini ve yemek getirmesini istiyordu. Zeynep;
“-Tamam kalkıyorum.” diye söylenerek kalktı. Annesi bitkin bir sesle;
“-Kızım okul dağılmadan git. Hem yemek biterse aç kalırız biliyorsun.” diyordu.
Zeynep kalktı. Üzerine uzun bir etek giydi. Başına bir yazma bağladı. On yedi yaşında idi ve hayatının böyle devam etmesini istemiyordu. Tırnaklarına sürdüğü mavi ojeyi annesinden gizlemeye çalıştı. Yine de Nejat yemek kabını ona uzatırken fark etti;
“-Nereden buldun bunu?” diye çıkıştı. Zeynep;
“-Şeyma verdi. Artık kullanmıyormuş.”
Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Ev sahibinin kızı Şeyma, Zeynep’e kullanmadığı kazaklarını, etek ve ayakkabılarını verirdi. Ama yine de bunu kabul edemiyordu. Lakin çocukların gönlünü etmek zordu. Zeynep bir genç kızdı ve gördüklerine özeniyordu.
Zeynep bahçeye çıktı. Mahalleli yeni uyanıyordu. Sivas’ın bu arka mahallesinde kadınlar günlük temizliklerine koyulmuştu. Kimi balkonda, kimi bahçesinde yatak örtüsü, kilim çırpıyor, kimi soba külünü boşaltıyordu. Bahar gelmiş olmasına rağmen hava bir türlü ısınmamıştı. Özellikle küçük çocukların bulunduğu evlerde hala soba yanıyordu. Zeynep sokağa çıkıp yürümeye başladı. Bir ev hayali kuruyordu. Büyük bir ev. Herkesin ayrı odasının olduğu bir ev. Odasında hayal kurabi-leceği bir ev. Sonra sevip evleneceği biri. Çocuklar sonra. Yeni elbiseler alacağı, güzel yemekler yiyeceği bir gelecek. Irak’ta bulamamışlardı böyle bir hayatı. Burada da ulaşamamıştı hayallerine. Ertelemek ve sadece umut etmek kalıyordu geriye.
Zeynep elindeki yemek kabını sallayarak yavaş yavaş aşevi önüne geldi. Belediye binasının arka bahçesinde yer alan aşevinin önünde bir kuyruk oluşmuştu. Zeynep sıraya girip beklemeye başladı. Önündeki kuyrukta kadınlar, çocuklar, yaşlılar bekliyordu. Kimi kendisi gibi yabancıydı bu topraklara, kimi de yerliydi. Zeynep bu kuyruğa girmekten utanıyordu. Buna hiç alışamayacağını fark etti. Sıra kendisine geldi. Yemek dağıtan mavi önlüklü adam kuru fasulyeden üç kepçe doldurdu. Sonra eline üç ekmek verdi. Zeynep elindekilerle yürümeye başladı. Yemek sıcaktı. Ve dökülmesinden korkuyordu. Yavaş adımlarla yürümeye başladı. Karşıdan karşıya geçti. Mahallenin bakkalının önünden yürümeye devam etti. Tam o sırada bakkaldan birkaç erkek çocuk çıktı. Yaşları on altı on yedi olmalıydı. Zeynep başını öne eğip yürümeye başladı. Oğlanlar arkasından seslendi. Kız ürkek adımlarla yürümesini hızlandırdı. Arkasından söylenen sözleri işitmiyordu. Yemek kabı sallanıyordu ve sıcak yemek ayaklarına sıçramaya başladı. Zeynep bahçeye ulaştığında yanakları kızarmıştı. Terlik-lerinin üzeri salça olmuştu. İçinde bir öfke duyuyordu. Eve girdi. Yemeği mutfağa bırakıp banyo ve tuvalet olarak kullandıkları odaya geçip soğuk su ile ayaklarını yıkadı. Sonra elini yüzünü yıkadı. Nejat bitkin oturuyordu kanepede. Hiçbir şey sormadı. Zeynep yatağına uzandı. “Bir daha yemek almaya gitmeyeceğim” diye düşündü. Aç kalmayı tercih ediyordu. Kulaklarında oğlanların alayları zonkluyordu;
Dostları ilə paylaş: |