“-Dilenci kıza bakın hele. Pek de güzelmiş!”
Öğleye doğru kalktı. Şeyma gelmişti. Birlikte bahçede oturdular bir süre. Şeyma lise birinci sınıfta idi. Ona okulda yaşadıklarını anlatıyordu. Bir ara;
“Neden durgunsun?” diye sordu. Zeynep “Bir şey yok” dediyse de yemek alırken yaşadığı sıkıntıyı anlattı. Sonra ekledi “yine de mecburum gitmem gerek”. Şeyma evlerindeki yemekleri düşündü. Annesine yaptığı kaprisleri hatırladı ve utandı. Bir iki saat sonra elinde bir tepsiyle geldi. Bir tabak pirinç pilavı ve çorba. Ahmet ve Muhammed iştahla yemekleri yedi. Ne var ki Zeynep bir kaşıktan fazla yiyemedi. Bulaşıkları yıkayıp boş tabakları Ahmet ile gönderdi.
Ertesi gün Zeynep sabahtan yemek kuyruğuna girdi. Elinde bu kez iki kap vardı. Niyeti ikisini doldurup ertesi gün tekrar kuyruğa girmemekti. Sıra kendisine geldiğinde utana sıkıla birinci kabı uzattı. Ardından ikinciyi uzattı. Yemeği dolduran bıyıklı şişman adam gürledi;
“-Herkese bir kap zor yetiyor, bir de ikinciyi mi istiyorsun?” Zeynep hızla geri çekildi. Adamın sesi ortalıkta yankılanıyordu.
“-Bu kadar da olmaz ki, teşekkür edeceklerine ikinci kabı istiyor. Ellerine boyayı buluyorlar, ekmek almıyorlar.”
Etraftan uğultular yükselmeye başladı. Kuyrukta bekleyen kadınlar da kendisini suçluyordu;
“-Bunlar çingenedir. Bizim gibilerin haklarını da alıyorlar.”
Zeynep elindeki kapla yürürken gözü tırnaklarına ilişti. Bunda ne vardı anlayamıyordu. Bu boyalara para vermemişti. Onları Şeyma vermişti. Ellerinin kir içinde olduğunu düşündü. Tırnaklarındaki ojenin rengi maviden mora sonra kırmızıya dönüşüyordu. Elleri kana bulanmıştı sanki. Başındaki yazma omzuna düştü. Bir rüyada yürüyor gibiydi. Terliklerini sürüklüyordu. Bakkalın önünden geçerken oğlanlar yine laf attı. Zeynep duymu-yordu. Rengi solmuştu. Bir an önce eve ulaşmak istiyordu. Koşmak istedi takati yoktu. Bir adım attı. Bir adım daha atacakken ayağının altından yer kaydı. Bir taş gelip oturdu önüne. Yemek kabı bir yana kendisi bir yana düştü. Terlikleri ayaklarından çıktı. Dizi acıyordu. Etrafında biriken insanların kimi gülerek, kimi acıyarak bakıyordu. Zeynep yavaşça kalktı. Sıyrılan elleri ile yerdeki yemek kabını aldı. Omzundaki yazmayı diğer eline. Yürümeye devam etti. Eve ulaştığında annesine sadece iki kelime söyleyebildi:
“-Yemek döküldü.”
UYKU
Gece, dalgaların ve rüzgarın sesi birbirine karışıyordu. Hava soğuktu, gece uzundu. Zulay, yatağında doğruldu. Üst ranzadaki kızına baktı, sonra karşıda yatan ikizlere ve oğluna. Mahmut’un iki gündür ateşi düşmüyordu. Çaresizdi; yirmi metrekareyi ısıtmak bile zordu. Sıcak günleri ne kadar da özlüyordu.
Dağları, kartalları ve dağ lalelerini düşündü. Aklına doruklarda bin bir güçlükle topladıkları dağ çayları geldi. Şimdi olmalıydı ki, kaynatıp içirsin yavru-larına. Kendisini hiç bu kadar çaresiz hisset-memişti. Kocasının cephede öldüğü haberinde bile sakindi. Bekliyor gibiydi. Ona ihtiyacı olan çocukları belki de ayakta tutmuştu onu.
Sınırlar, askerler, paralarını onlara yaşlı gözlerle vermeler. Umuttu yolculuğun adı, barıştı, gele-cekti. “Ne olacak” diye düşünmemişti hiç; dilinde bir dua, sabra dair. Eyüp olmuşlardı, İbrahim olmuşlardı, illa ki sabır.
Eşarbının altından çıkan saçlarının bir kısmı ağarmıştı en küçük oğlunu kaybettiğinde yolda. Kollarında öylece kalakalmıştı küçük bedeni. Açlıktı, soğuktu dayanamamıştı. Cennet bahçesini tercih etmişti. Gözlerinde biriken yaşları başörtüsünün ucuyla silerek lavaboya doğru gitti. Kenarda duran küçük havluyu alıp ıslattı. Oğlunun alnına koydu. Çocuk “anne” diyerek havluyu itti. Kadın ısrarlı bir şekilde havluyu tekrar koydu. Kenardaki koltuğa oturdu. Rüzgar dalgaları dövüyordu adeta. Hava, kampta kimsenin odasın-dan çıkmaya cesaret edemeyeceği kadar soğuktu. Denizin kenarına oturup uzaklara doğru bir ağıt söylemek geliyordu içinden. Uzaklar yakın olur muydu? Bir daha dönebilirler miydi geriye? Ardı ardına gelen sorular...
Sabaha karşı oda iyiden iyiye soğudu. Ayaklarına bir çift çorap daha giydi. O gün temizlik için yakınlarda bir eve gidecekti. Aklı oğlunda kalıyor-du ama çaresizdi. Dışarı çıktığında sert bir rüzgar yüzüne çarptı. Şalını, ağzını ve yüzünü örtecek şekilde yukarı doğru kaldırdı. Ayaklarının altındaki kar buz tutmuştu. Kaymamak için bin bir güçlükle yürümeye çalışarak karşı odalara doğru ilerledi. Bir iki kez tıklattıktan sonra otuz kırk yaşla-rındaki Fatma kapıyı açtı. Bir eliyle sus işareti yapıyor, bir eliyle de şalını düzeltmeye çalışıyordu. Belli ki çocukları uyandırmaktan korkuyordu. İki kadın soğuk ve sert havaya rağmen birbirlerine dayanarak kaygan yolda ilerlemeye başladılar.
Vakit öğleye doğru yaklaşırken çocuklar da uyanmaya başladı. İkizler ablaları Muslimat’ı kızdırıyor, odanın içinde bir o yana bir bu yana koşuyorlardı. Bir köşede halsiz bir şekilde yatan Mahmut, eliyle kız kardeşini yanına çağırdı. Muslimat ağabeyinin haline çok üzülüyordu. Ona sıcak çorba yapabileceğini söyledi. Mahmut ise ikizleri işaret ederek:
“-Şunları biraz dışarı çıkar. Uyumak istiyorum” dedi.
Muslimat ikizleri sıkıca giydirerek çocuklarla birlikte çıktı. Kapıdayken geri dönüp ağabeyine yavaşça seslendi:
“-Sobayı kapatayım mı? Gaz başını ağrıtmasın sonra..”
Mahmut kaşlarını yukarı kaldırdı ve ardından gözlerini yumdu.
Muslimat ikizlerin elinden tutarak kampın bahçesinde diğer çocuklarla birlikte kartopu oynamaya başladı. Bir süre sonra hepsinin burnu soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Ayak parmaklarının da sızladığını hissediyorlardı. Tam bu sırada odalardan birinden şişmanca bir kadın çıkıp bağırmaya başladı:
“Zeynep çabuk içeri gelin! Siz de gelin Muslimat!”
Çocuklar bu çağrıya itiraz edemedi. Hep birlikte içeri girdiler. Küçücük odanın ortasındaki gaz sobasının etrafına üşüştüler ve kendilerine ikram edilen sıcak çorbayı içmeye başladılar. Çocuklar her zamanki neşeleriyle birbirlerine hayali öyküler anlatmaya başladılar. Okulun uzak olmasından dolayı anneleri böyle havalarda onları gönder-miyordu. Onlar da günlerini oynayarak, resim yaparak geçiriyorlardı. Çocukları oturduğu yerden izleyen Meryem, elindeki kazağı dizlerinin üzerine bıraktı. Çocukların neşesi ona her şeyi unut-turabiliyordu. O da diğer bir çok kadın gibi dul kalmıştı. Savaştan nefret ediyordu; çünkü umutlarını alıp götürmüştü. Oysa dört hatta beş çocuğu olsun isterdi. Cıvıl cıvıl kuşlar gibi şen şakrak olsunlar sonra. Evinin her bir köşesinde çocuk sesleri yankılansın isterdi. Ne var ki, iki oğlu da bombalara hedef olup ölmüş, bir tek kızı Zeynep sağ kalmıştı. Belki de bu yüzden kampın bütün çocuklarına hoşgörülü davranır, onları yetişkin birer misafir edasıyla karşılardı. Çocuklar da Meryem’i çok sever, onun bir dediğini iki etmezlerdi. Meryem oturduğu yerden doğrularak “yeniden çorba içmek isteyen var mı?” diye seslendi. Çocuklar hep birlikte “ben, ben” diye bağrıştılar. Meryem çorbaları tazelemek için yerinden kalktı.
İkizlere bir anne şefkatiyle çorba içirmeye çalışan Muslimat’ın aklına ağabeyi geldi. Bir ara gidip ona da çorba götürmek istedi; neden sonra ağabeyinin son zamanlardaki öfkesinden çekinerek “belki daha sonra götürsem iyi olur” diye geçirdi içinden. Ağabeyi Mahmut’a neler olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Annesi ondaki bu değişikliğin normal olduğunu, onun artık bir delikanlı olduğunu söylese de Muslimat, kendileriyle şakalaşıp oynayan eski Mahmut’u özlüyordu. Mahmut’un cepheye gitme hevesine de bir anlam veremiyordu kızcağız. Savaşta babalarından sonra bir de onu kaybetmeyi göze alamıyordu. Bir acı haber daha almaktansa ölmeyi tercih ediyordu.
Kışın kara bulutları yere iyice yaklaşmış gibiydi. Temizlikten dönen kadınlar ellerindeki poşetlerle güç bela yürüyorlardı. Zulay ve Fatma temizlik yaptıkları ev sahibesinin onlara verdiği eski kazak ve etekleri bir poşete tıkmışlardı. Diğer ellerinde ise çocuklar için aldıkları yiyecekler vardı.
Kadınlar, Meryem’in odasının önünden geçerken çocukların gülüşmelerini duyarak kapıyı açtılar. Yorgun yüzlerine bir gülümseme yayıldı. Zulay, ikizleri ve Muslimat’ı da aynı neşe içinde görünce içini bir mutluluk kapladı. Sonra aklına oğlu geldi. Kendi odasına doğru yöneldi. Tüm gün boyunca oğlunun iyileşmesi için dualar etmişti.
Kendi kapısının önüne geldiğinde tuhaf bir şekilde içinde bir sıkıntı hissetti. Soğuktan kızarmış elleriyle kapıyı itekledi. İçeri girdiğinde gözü köşede yatmakta olan oğluna takıldı. Zulay, odanın içinde ilerlerken burnuna keskin bir gaz kokusu geldi. Dehşet içinde sobanın olduğu yere geldi. Gaz sobası kendi kendisine sönmüş ve gaz dışarı sızmıştı. Kadın, oğluna seslendi. Cevap alamayınca Mahmut’un yatağına doğru eğildi. Elini alnına koydu. Gece ateşler içinde yatan çocuğun bedeni soğumuş, buz kesmişti. Zulay oğlunu omuzlarından tutup sarsmaya başladı. Bir tepki alamayınca kendini kaybetmiş bir halde odadan dışarı fırladı. Rüzgarın uğultusuna karışan bir ağıt tutturdu. “Mahmuuuut!”
Meryem’in evindeki çocuklar, Fatma ve diğerleri derinden gelen bu sesle dışarı koştular. Herkes olduğu yerde kalakalmıştı. Muslimat için için ağlamaya başladı. Ağabeyine ne olduğunu anlamak için evlerine doğru koştu. Ama kadınlar onu arkasından tutup geri çektiler. Onun yerine Fatma içeri girmiş genç oğlanın gözlerini kapatmış, çenesini bağlamıştı. Ölüm bir kış akşamı kampın üzerine çökmüştü. Çocuklar birbirine sokulmuş, sessiz sessiz ağlıyorlardı. Dalgalar sahile çarpıyor, rüzgar bir ağıt yakıyor ve kar yağıyordu.
YOLLARDA
Televizyonda gördüm ilkin ölü bir yüzü. Sonra rüyalarımda. Önce babamın yüzüydü beyaza kesen, sonra annemin. İlk bomba gürültüsünü duyduğumda oynuyordum. Sonrakinde kaçıyor. İlk önce amcamı kaybettik bir kan gölünde, sonra dedemi, sonra...
İlkler ve sonralar birbirine karıştı. Yollar birbirine dolandı. Göç oldu, düzüldük yola. Dağ başından bir ovaya indik. Bahar değildi. Çamurun orta yerine düşüverdik. Gürcistan bir bulutlar diyarıydı. Belirsiz, puslu. İlk kez kavga ettim bir ekmek için. Sonra sıcak çorba, sonra çikolata için.
Her durak bir rehin aldı. Pusların arasında kaldı kardeşim. Anne gözünde billur damlalar. Acı çukurunu gördüm soğuk bakışlarında bir subayın. Taş kesilen ellerini sonra. Katı, hissiz ve parça parça. İlk kez iteklendim. Haşarı çocukluğum ayaklar altında. Birden büyüdüm, büyüdüm. Sanki tüm çadırları çiğneyen benim ayaklarımdı. Tüm kazanları deviren. Un ufak eden sonra taşları. Ciğerlerinden göğe dumanlar savuran bir devdim adeta. Kendimden kaçtım.
Yollar yine serildi önümüze. Uçaklar peş peşe kalktı göğün bilinmeyenlerine. Türkiye diye bir masal ülkesine kanatlandık. Orada evlerin çatısı çikolata mı kaplıydı bilemedim. Umutlar diyordu annem. İşte orada umut var. Bir küçük pencereden yarışırken kuşlarla, ilk kez kuş olup uçtum düşümde. Kanatları göğü bir uçtan bir uca çevreleyen. Rüzgarından uçakların savrulduğu. Sonra yeryüzünü kare kare kesilmiş gördüm. Cetvelim olmalıydı ki, ölçmeliydim enini boyunu. Sonra matematik öğretmenime göstermeliydim.
Mavi sularıyla bir boğaz. Minareler göğe doğru. Bir koca şehre sığındık, ıslak kediler misali. İlkin sahillerine vuruldum. Sonra tepelerine. Saray-larını, yalılarını duydum. İkinci vatan dedim. Gençliğe ilk adımımı Boğaz Köprüsü’nün altında elimde sigara ile attım. Dumanlar vapur duman-larına karıştı. Gecenin yıldızları lambalara. Ve sesi rüzgarın, korna seslerine.
Hasret zaman zaman gelip oturdu içime. Mavi sularda yansımasını gördüm ülkemin dağlarının. Şahin bakışlarını dedemin, amcamın. Sahipsiz kaldım. Sonra kimliksiz. Vatansız zamanla. Ne geri dönebildim. Ne kaçabildim. Beni umut diye çağırır annem; yiğit diye. Geride kalanlar için atarlar ateşlere. Omzumdaki yük büyük. Vaktinden önce kocadım.
Bir iskele, bir kayalık. Deniz ayaklarıma sürtün-mekte. İlla ki beni çağırır. Yollar tıkanmışken, düğüm düğümken okyanuslara açılmalı. Bir yük gemisi, bir balıkçı teknesi. Marmara, Ege, Akdeniz...
Bir televizyonda görmüştüm ilk önce savaşı. Şakaydı, filmdi. Kabus oldu, boran oldu. Gemi su aldı. Uçak düştü. Tren devrildi. Bir bomba, bir silah. Su yerine kan doldu testiler. Kemikler etinden fırladı. Eller ayrı düştü kollardan. Evler savruldu. İnsanlar savruldu. Yollar savruldu. Düzen bozuldu. Şimdi yıkamalı tüm yeryüzünü mavi sularda. Savaş lekesi çıksın diye. Bunun için yeniden yollara düşmeli. Bir elveda. Bir merhaba. Koca gemi barındırır nasılsa beni de. Umutlar yelken alıyor şimdi. Uyurken yalılarda insanlar bir veda sessiz sedasız. Ve ben yeniden yollardayım.
BABA ÖZLEMİ
Sokakta oynamayı sevmiyor Hale. Her an tetikte. Ne zamandır böyle olduğunu bilmiyor. Pencere önünde saatlerce izliyor sokağı. Koşuşan, top oynayıp ip atlayan kızlar, oğlanlar. Kardeşinin elinden tutup onunla gezinen bir abla olmak ne kadar uzak görünüyor. Küçücük gözleri ne zamandır korku dolu. Yüreği bir o kadar.
Bazı günler annesini gizlice ağlarken görüyor. O zaman daha da yalnızlaşıyor Hale. Onu oyununa çekmeye çalışan kardeşi Hani’yi duymuyor. Bazen ona bağırıyor. Sonra evin boş odasına gizleniyor. Fazla eşyası olmayan bu evde bu oda, onun için özel alan. Orada hayali bir ev kuruyor yeni baştan. Bahçeli, iki katlı bir ev. Tıpkı İngilizce kitabında gördüğü gibi. Önünde bir adam çimleri kesiyor, babası. Annesi kardeşi ile onu bahçedeki salıncakta sallıyor. Saçları uzun, elbisesi beyaz. Nedense yıkılıyor ev. Tanımadığı adamlar bahçelerinde koşuyor. Babası çim arabasını bırakıp kaçıyor. Annesi Hani’yi kucağına alıyor. Hale salıncaktan düşüyor.
Hayalleri kesik kesik. Kız bu andan kopuk yaşıyor. Annesi onun durumunu fark ediyor. Bu odaya girmesini istemiyor. Hale ise yalnızlığı seviyor. Kendi kendine konuşmayı, bir şarkı mırıldanmayı Peştuca. Kendi sarayında yaşamayı.
Telefon çalıyor. Annesinin sesini duyuyor. Ağlıyor mu annesi? Babasıyla mı konuşuyor? Hale koşarak annesinin yanına gidiyor. Onu çekiştiriyor. Kadın kolunu çekiyor. Kız ısrar ediyor. Kadın oralı değil. Hale köşeye çekilip oturuyor. Babasının sesini duymak istiyor. Hafızasını zorluyor. Onu hatırla-maya çalışıyor. Uzun boylu, esmer bir adam. Şimdi ne yapıyor acaba?
Annesi her sabah ona İngilizce öğretiyor. “Bir gün hep beraber İngiltere’ye, babanın yanına gidece-ğiz” diyor. Kocasının ruhen ne kadar büyük bir çöküntü içinde olduğundan söz etmiyor. Okula gidememelerini telafi etmeye çalışıyor.
Hani gözlerini kocaman açarak dinliyor annesini. Hale ise dalgın. En çok boyama yapmayı seviyor. Bir de şarkı söylemeyi. Yine de babasına kavuşmak için İngilizce öğrenmeye çalışıyor.
Bir gün Londra’da babası ile buluşacaklarına inanıyor. Aylar geçiyor, telefonlar azalıyor. Hale günlerce pencerenin önünde bekliyor. Dış dünyadan haber gelmiyor. Kabil’den gelen parayı almak üzere çıkıyorlar bazen. Hale annesine sımsıkı sarılmış. Hani meraklı gözlerle etrafı izliyor. Eve dönmek istemiyor. Hale ise sığınağına dönmek istiyor. Kalabalığın sesine tahammül edemiyor. Onu bastırmak için bir şarkı mırılda-nıyor. Annesi kızıyor;
“-Sokakta şarkı söylenmez.”
Hale bir vitrinin camında kendini görüyor. Kısacık saçları ile bir erkek çocuğu andırıyor. Siyah saçları başını çevrelemiş. İçinde bir öfke kabarıyor. Bir gece vakti yola çıkmadan önce annesi kesiyor gece kadar siyah saçlarını. Kızın gözlerinde yaşlar. Annesi;
“-Bu gerekli” diyor. Neden diyor içinden. “Saçlarımın kime ne zararı var?” diyor. Annesi cevap vermiyor.
Eve dönünce Hani annesinin ona aldığı oyuncakla oynuyor. Hale ise saçlarını tarıyor bir köşede. İngilizce’yi daha çok çalışmaya karar veriyor. O zaman “annem saçlarımı uzatmama da izin verir” diye düşünüyor.
Uzun bir süreden sonra telefon çalıyor. Hale kulak kesiliyor. Konuşulanları anlamıyor. Az sonra babasının adı geçiyor. Annesi Peştuca konuşmaya başlıyor. Babası konuşuyor. Telefon kapandığında annesi sessizleşiyor. Kendi kendine konuşuyor. Sonra kalkıp odadan çıkıyor. Hale onu izliyor. Kadın içeride ağlıyor. Kız annesine sarılıyor. Bir süre öylece kalıyorlar.
Gece yarısı Hale uyanıyor. Pencereden içeri dolan ay ışığını izliyor. Kanepede yatan annesine ve kardeşine bakıyor. Yatağından kalkıyor. Resim kağıtlarından birini alıp bir mektup yazmaya başlıyor. Duraksıyor bazen. Sonra yeniden yazıyor. İşini bitirince kağıdı dörde katlıyor. Ve yatıyor yeniden. Sabah uyandığında annesini kağıdı okurken buluyor. Kadının gözleri dolu. Mektup;
“Sevgili babacığım” diye başlıyor. Bir çocuğun umutları, sevinçleri, düşleri.. Ve altında bir resim. Hale kendini, kardeşini ve annesini çizmiş. Bir kalbin içinde İngilizce olarak “baba” yazıyor. Annesi onun için postaya veriyor.
Hale bekliyor umutla. Gün gelecek düşecekler yola. Ülkeler aşacaklar. Kavuşacaklar.
SAVAŞ VE GÜL
O zamanlar beş yaşındaydı. Bir gece gürültüyle yatağından kalktı. Pencereden dışarı baktı. Beyaz bir ışık kütlesi bir taraftan diğer tarafa doğru ilerliyordu. Birkaç saniye sonra gürültülü bir ses ve bir sarsıntı daha oldu. O anda annesi odadan içeri girdi. Hafif telaşlıydı. “Anne ne oluyor?” diye sordu. Annesinin hayatında hiçbir kötülükle karşı karşıya kalmamış çocuğa verdiği cevap şuydu:
“-Korkma oğlum bir şey yok. Sadece bizi seven insanlar, bizi sevindirmek için üzerimize gül yaprağı atıyorlar.”
Çocuk biraz daha rahat bir şekilde yatağına girdi. Kafasında bir çok soru belirdi. Gül bir çiçekti bunu biliyordu ama hiç görmemişti. Demek ki böyle bir şeydi. Güzel bir çiçek olmalıydı. Parlak! Ama gürültüleri kavrayamamış ve annesinin hala telaşlı olmasına bir anlam verememişti. Yine de biraz rahatlamıştı. Bunları düşünürken uyuyakaldı.
Sonraki günler yeni bir kelime daha öğrendi; savaş. Ne olduğunu kavrayamadığı bir kelime. Hatırında kalan aynı kıyafeti giymiş silahlı büyük adamların şehrin merkezinde dolaştığıydı. Bir de ağabeyi ve ablasının bu amcaların sürdüğü tank denilen araçlara taş attığıydı. Bağrışmalar oluyor, sesler birbirine karışıyor ve insanlar ölüyordu. Yaşadığı şehir gül yapraklarından sonra hiç eski haline benzemiyordu.
Bir gece aynı bağrışmalar kendi evinde de yaşandı. Korkuyordu hem de çok korkuyordu. Bir dolabın arkasına saklandı. Titriyordu, ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Yerinden kıpırdayamıyor. Bir şey onu hep orada öylece kalmaya zorluyordu. Evde bağrışmalar arttı. Annesinin son sesini burada duydu:
“-Biz size ne yaptık?” Sonra silah sesleri duydu. Birkaç dakikada atılan yüzlerce merminin sesini duydu. Birkaç dakikada atılan yüzlerce mermi sesi ve sonra tam sessizlik...
Gözlerindeki yaş, korkuyla birlikte hafifçe indi yanaklarına. Güneş doğmak üzereydi. Hava hafiften aydınlanmaya başlamıştı. Yine sesler duymaya başlamıştı. Ağlama sesleri geliyordu ve konuşmalar... Bir ses, dokuz yaşındaki ablasına 16 kurşun sıkıldığını ve bunların sadece sayılabilenler olduğunu, daha fazla da olabileceğini söylüyordu. Sesi tanıdı. Amcası ağlamaklı bir sesle konuşu-yordu. Birden bir gölge hissetti üzerinde. Hafifçe kafasını kaldırdı. Gelen halasıydı. Kadının gözle-rinde yaş, küçük çocuğu bağrına bastı.
Birkaç gün sonra amcasıyla birlikte hiç bilmediği bir yolculuğa çıktı. Bir yere gidiyorlardı. “Hiç kimsenin onları bulamayacağı bir yer olmalıymış burası.” Amcası öyle söylüyordu. Artık yaşadığı şehirde yaşamaktan, çok ama çok korkuyordu. Gidecekleri her neresi olursa olsun buradan daha iyi olacağı kesindi. Yolculukları epeyce korkulu, biraz yorucu ama sorunsuz geçti. Bir kampa yerleşmişlerdi. Burada kendisi gibi konuşmayan bir çok insan vardı. Onların dilini öğrendi. Birkaç arkadaş edindi. Artık bu dili de iyi bir şekilde kullanabiliyordu. Bu ülkede daha büyük bir şehre taşındılar. Küçük çocuk artık on sekiz yaşında bir genç. Ülkesinde hala savaş var. Çocuklar yine ölüyor. O artık gülün ve savaşın gerçek anlamını biliyor. Zira artık gül satıyor.
VATAN NERESİ ?
Uzun bir yolculuk bu. On yıllar sonra yeniden vatanına dönmek. Annem buna “gönüllü ve zorunlu geri dönüş” diyor. “Her şey farklı olacak” diyor. “Artık orada Saddam yok” diyor. Ah anne, orada binlerce Saddam var! Sesim çıkmıyor. Hep böyle oluyor. Bir adı Hicret olan kömür gözlü kız, “Ben nedense itaat ediyorum ona” diyor. Bir çadırda, yağmurun oluk oluk boşaldığı bir havada dünyaya gelen ben nasıl teslim olduysam beni sımsıkı saran kundağa, işte yine teslimim. Onlar gidiyor, ben takip ediyorum. Yerdeki ayak izlerini şaşırmamak için hep başım önde. Kazara kaldırsam gökyüzüne başımı, kuşlar… “Bakma!” diyor bir ses, “onlar gibi olamazsın boş yere bakma...”
Amerikan askerlerini görüyorum televizyonda, internette, midem bulanıyor. “Ya orada bizi de öldürürlerse.” Babam böyle anlarda karışıyor söze;
“-Biz işimizi bildikten sonra bize kim ne yapar? Hem onların işi isyancılarla. Biz isyancı değiliz. Gidip bizim olanı geri alacağız.”
Kafam karışıyor. “Peki biz isyancı değilsek, neden kaçtık yıllar önce?” diyorum içimden. Sonra konuşmaktan vazgeçiyorum. Konuşmak çok zor benim için. Çocukları görüyorum savaştan kaçan köşe bucak. Anlamıyorum onlar kaçarken, neden biz savaşa koşuyoruz pervane misali? Korkuyorum, ateş bizi yakıp kavuracak.
Dün Kızılay’a gidip Ankara’ya kalbinden baktım. İnsanlar! Her biri bir telaş içinde. Ben yüreğimle buraya ait iken nereye gidiyorum? Benim olduğu söylenen, ama beni kovan bir ülkeye. Oysa ben doyasıya gezinmek istiyorum bu topraklarda, bir gelecek kurmak. Ama bir el “git” diyor. Huzurdan kovuyor nicedir. Direnmek nafile. Yoldaşım yine annem, babam. Onların vatanı, benim vatanımla çatışıyor.
Az sonra yolculuk başlayacak. Annem heyecanlı. Yüzündeki çizgilerin her birinin hatırası var. Alnındaki şu uzun çizgi İran topraklarından kalma. Diğerleri Türkiye’nin hediyesi. Yine de dimdik. Mağrur. Kerkük’e bir komutan edasıyla girecek besbelli. Babam derseniz o çoktandır ruhuyla orada. Şakaklarındaki ve sakalındaki aklar vaktinin kıymetini anlatıyor. Her fırsatta;
“-Şimdi gitmezsek bir daha asla gidemeyiz” diyor.
Neden kimse duymuyor beni? Şu sırada otururken öylece ve farksızken bir heykelden, neden susuyorlar? Onlardan neden kopuyorum gün geçtikçe? Ben kirli ellerin kirlettiği o topraklarda nasıl yürürüm? Sizin için Kerkük varsa, benim için Samarra da var, Felluce de var.
Tozun, dumanın yükseldiği o gökyüzünde beyaz bir bulutu nasıl görebilirim? Sonra kapımıza geldi-ğinde küçücük elleriyle kara saçlı çocuklar, nasıl yüzlerine kapatırım? Bilirim ki açlık her yerde. Sokaklarında o ülkenin, oyunun adı da, tadı da kalmamış. Bilirim ki genç kızlar gençliğini bilmeden hayata küsmüş. Onca vahşetin üstüne inşa edilen bir mutluluk, mutluluk mudur, bilemem.
İşte kalkış zamanı. Kalbimi bu kentte bırakıyorum. Yarına uyandığımda buradan çok uzaklarda olmak. Göç kervanı, geri dönüş yolunda. Menzil yaklaş-tıkça yaklaşıyor. Ben kömür gözlü kara saçlı kız, bir adı da Hicret olan, adımın hatırına yürüyorum yeniden.
OYUNCAKLARIMI GERİ VERİN!
“Çocuk askerlere.....”
Ben küçük bir çocuğum, misketlerim bilyelerim vardı benim de. Rengime bakıp da yüzünüzü buruşturmayın ya da giysilerime. Soğuktandır ellerimin hali. Tırnaklarımın uzamış olması midenizi bulandırmasın. Buralarda su yok, kan ve çamur her yer. Annemin mis kokulu sabunları hayal artık.
Omzumdakini mi soruyorsunuz? O benim oyunca-ğım. Bana “küçük asker” diyorlar. Desinler. Ben aslında çok büyüğüm. Bazen geceleri uzaklardan gelen bir patlama sesi bölüyor uykumu. O zaman anneme sarılır gibi sarılıyorum tüfeğime. Ellerim har an tetikte. O benim can yoldaşım.
Dün bir kadın fotoğrafımızı çekti,gazeteciymiş. Bize sorular sordu, çikolata dağıttı. Sonra da çekip gitti. ”Neden” demişti, “neden savaşıyor-sunuz?” Bunu neden sordu ki? Buradakiler bize yemek veriyor, kalacak yerimiz de var. Biz sadece silah taşıyoruz.
Annem yaşasaydı, buralarda olmazdım. Sıcacık evimizde uyurdum, kaygısız. Oysa vurdular onu. Bir gece yarısı kırıldı kapımız. Ellerinde silahlar vardı, bağırıyordu biri. Ayaklarının altında oyuncak trenim. Babamın resmi ellerinde. ”Bilmiyorum” diyordu annem “bilmiyorum!” Çaresizdi. Yaşlı ninemi de uyandırdılar uykudan. Sonra alıp gittiler ikisini de. Ben koşamadım arkalarından. Komşu evlerden de sesler geliyordu. Silahlar patladı, bağrışmalar... Bizi evden kim çıkarmıştı hatırlamı-yorum. Tek hatırladığım annemi görünce kanlar içinde, onların hepsini öldürmek istediğimdi. O ne yapmıştı bilmiyorum...
Dostları ilə paylaş: |