DüŞÜNDÜren, EĞİTİCİ, DİnlendiRİCİ HİKÂyeler (derslerimde öĞrencilerime okuduğum hiKÂyeler) 4 mahalleli kasaba


Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir



Yüklə 354,03 Kb.
səhifə3/5
tarix21.11.2017
ölçüsü354,03 Kb.
#32445
1   2   3   4   5

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...


ÇOBAN VE AĞAÇ
Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken:

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.

Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı.

Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken:

"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"


ÇOCUK GİBİ DÜŞÜNEBİLMEK...

O gün hava çok kötüydü. Durmadan gök gürlüyor, bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu. Küçük kız yine de her sabahki gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş


ve her gün yürüyerek gittiği okuluna doğru yola koyulmuştu... Ancak gökyüzünde şimşekler birbiri ardına ve o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesi "Yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın?" diye telaşlandı. Arabasına atladığı gibi yolda kızını aramaya başladı. Derken bir baktı, küçük kızı az ilerdeydi. Minik minik adımlarla yürüyor, ama ne zaman şimşek çaksa durup gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu.

Annesi önce bir anlam veremedi ama kızın niye böyle yaptığını çok merak etmişti, nihayet arabayla ona yaklaşıp sordu:

"Yavrum hiç korkmadın mı bu havada yalnız yürümekten? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun?" Küçük kız cevap verdi:



"Gülümsüyorum... Çünkü Allah fotoğrafımı çekiyor..."

ÇOCUK YAŞADIĞINI ÖĞRENİR
Eğer Bir çocuk sürekli eleştirilmiş ise;   Kınama ve ayıplanmayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk alay edilip aşağılanmış ise;   Sıkılıp utanmayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk kin ortamın da büyümüş ise;   Kavga etmeyi öğrenir

Eğer Bir çocuk devamlı utanç duygusuyla eğitilmiş ise;   Kendini suçlamayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk hoşgörü ile yetiştirilmişse;  Sabırlı olmayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk desteklenip yüreklendirilmiş ise;  Kendine güven duymayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk övülmüş ve beğenilmiş ise;  Takdir etmeyi öğrenir.

Eğer Bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüş ise;  Adil olmayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk güven ortamı içinde yetişmiş ise;  İnançlı olmayı öğrenir.

Eğer Bir çocuk kabul ve onay görmüş ise;  Kendini sevmeyi öğrenir.

Eğer Bir çocuk ailesi içinde destek ve arkadaşlık görmüş ise; Dünyada mutlu olmayı öğrenir.
Kısaca biz ne isek çocuk o olur.

DAMLA
Buluttan bir damlacık indi denize. Enginliği görünce utandı.

Kendi kendine, 'Denizin karşısında ben de kimim ki... Onun varlığına göre ben yok sayılırım.' dedi.

Kendisini küçük gördüğü için sedef gönlünü açtı ona, bağrına bastı ve korudu.

Kader onu o denli yüceltti. Naz ile besledi damlacığı sedef ki, sultanların tacına kondurdu sonra inci olarak.

Damla kendisini alçak gördüğünden yüceldi, yokluk kapısına kapılandığı için var oldu.

(Bostan- Şeyh Sadi-i Sirazi)



DEĞERİNİZİ BİLİN
İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 50 dolarlık bir banknotu göstererek başladı. 200 kişiyi bulan dinleyicilere, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı. Ve konuşmacı "Bu parayı sizlerden birine vereceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım" dedi. Parayı önce buruşturdu ve dinleyicilere "Hala bu parayı isteyen var mı?" diye sordu, eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı "Peki bu paraya şunları yaparsam?" dedi ve 50 doları yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu.

Konuşmacı şöyle dedi:

"Arkadaşlarım burada çok önemli bir şey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yine de istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 50 dolar. Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu veya ne olacağı önemli değil, hiç bir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir.

Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir."

DENİZYILDIZI

Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden


bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...


SENDE ÇOCUK BENDE KUYRUK ACISI OLDUKÇA DOST OLAMAYIZ
Eski zamanlarda bir belde de fakir bir adam varmış. O kadar fakirmiş ki, köyün çobanı bile ondan zenginmiş. Adam bir gün dağda oduna giderken sıcaktan bunalmış. Bu vaziyette ağzını açmış sanki "Su! Su!" diye bağıran bir yılan görmüş. Adamcağız kendi kendine yılanı sulaması lazım geldiğini düşünmüş. Araya araya bir miktar su bularak yılanın üzerine dökmüş. Yılan da hakikaten susuzluktan yanmakta olduğundan adamın döktüğü suyu büyük bir zevkle yalamaya başlamış ve adamdan memnun olduğunu belirten bir tavırla oradan çekip gitmiş. Birkaç gün sonra, adam yine ormana gittiğinde yılanı görmüş, yılan da adamı görünce boynunu bir tarafa kıvırarak
-Ne yapayım ben? Der gibi çekip gitmiş...

Fakat adam dağdaki işini bitirip de evine dönerken yine yılanla karşılaşmış. Fakat bu sefer yılanın ağzında bir altın varmış, adamı görünce oraya adamın geçeceği yola bırakıp çekip gitmiş. Adam da altını alarak eve gelmiş. İkinci gün yılandan memnun olduğu için sevinçle bir kaba süt doldurarak yılanı gördüğü yere varmış ki yılan yine ağzında bir altınla adamı bekliyor. Adam sütü bir yere bırakmış yılan da hemen ağzındakini bırakarak süte koşmuş. Adam da altını alarak geri dönmüş ve arkadaşlık başlamış. Yani adamdan süt, yılandan altın... Derken adam zengin olup hacca gitmeye karar vermiş, oğluna da meseleyi uzun uzun anlatarak her gün bir şişe süt götürüp altını almasını söylemiş.

Adam hacca gittikten sonra çocuk bir gün sütü götürmüş altını almış, ikinci gün, ben demiş her gün süt götüreceğime yılanı takip eder altının yerini öğrenir onu öldürürüm. Ondan sonra da altınların tamamını alır yılana süt getirmekten kurtulurum, demiş. Hakikaten ikinci gün sütü getirip altını aldıktan sonra, gitmeyip yılanı beklemiş. Yılan tam deliğine başını sokmuş, kuyruğunu da çekeceği zaman çocuk elindeki balta ile yılanın kuyruğunu kesmiş. Fakat yılan can havliyle çıkarak çocuğu sokup öldürmüş ve deliğine geri girmiş ama ölmemiş.

Adam hacdan gelip durumu öğrenmiş ama yine de yılana minnettar olduğu için süt götürmeyi ihmal etmemiş. Bir gün sütü götürdüğünde yılana:

-Kabahat bizim çocukta, ben sana süt getirmeye devam edeyim, sen de bana altın getirmeye devam et! dediğinde yılan getirilen sütü içip lisanı hal ile şöyle demiş:

-Arkadaş, bu zamana kadar böyle devam ettik. Fakat bende kuyruk, sende de çocuk acısı olduğu müddetçe biz dost olamayız. En iyisi sen rızkını, ben de rızkımı başka yerlerde arayalım, deyip çekip gitmiş.

İşte meşhur darb-ı mesel böyle vuku bulmuş.




DÜNYA HAYATI
Abdullah İbni Mesut'tan rivayet edildiğine göre , Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hasır üzerine yatmıştı. Kalkınca, yan tarafında hasırın iz bıraktığı görüldü. Kendisine :



  • Ya Rasulallah sana bir şey ( yani bir yumuşak yatak ) alsak, dedik. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem :

- Benim dünya ile ne alakam var. Ben dünyada ancak bir ağaç altında gölgelenmiş, sonra ağacı bırakarak kalkıp gitmiş olan bir binici ( yolcu ) gibiyim “ buyurdu.

(Tâc:5/177)

Evet, insan burada misafir ve yolcudur ve ebedi yolda kendisine lazım olacak eşyayı ve erzakı buradan temin etmekle mükelleftir.

Misafir ev sahibinin işine karışmaz...

O misafirhaneye kendi evi gibi sahip çıkmaz, tahakkümde bulunmaz.

Yapılan ikram ve muameleleri tenkit etmez, nankörlük etmez, inkâr etmez.


Hasılı; misafir olan kimse, beraberinde getirmediği ve kendisi ile birlikte götüremeyeceği şeylere alaka duyup kalbini bağlamaz, gönlünü kaptırmaz.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, bir gün İbn-i Ömer’in omzundan tuttu ve şöyle dedi :

“Dünyada sanki gurbette imişsin gibi, veyahut bir yolcu gibi ol ve kendini kabirde yatanlar arasında say.” İbn-i Ömer (ra) da öyle yapar, hem de şu tavsiyelerde bulunurdu:

“ Geceye gireceğin vakit sabahı bekleme. Sabaha çıktığın vakitte geceyi bekleme. Ve sıhhatinden hastalığın için, hayatından da ölümün için bir şey yapıp hazırlama fırsatını kaçırma.”

Evet, bizim halimiz şudur:
Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen alıp döndük mezara.”
Gerçekten dünya hayatı, âhiret hayatının yanında geçici ve değersizdir.
DÜŞ GÜCÜ
Düş gücü, bir insanın en yükseklere uçurabildiği bir uçurtmadır." Birkaç hafta önce başıma çok değişik bir şey geldi. Yatak odamda bebeklerden birinin altını değiştirirken, beş yaşındaki kızım Alyssa yanıma geldi ve kendisini yatağa attı.

"Anneciğim, büyüdüğün zaman ne olmak istiyorsun?"dedi. Önce bir tür oyun oynadığını düşündüm ve oyunu sürdürmek için, "Hımmm. Sanırım büyüdüğüm zaman anne olmak istiyorum" dedim. "O sayılmaz, çünkü zaten annesin. Ne olmak istiyorsun?" Peki, belki büyüdüğüm zaman papaz olurum" dedim bu kez. "Anneciğim, o da olmaz, zaten öyle sayılırsın!" Bağışla ama hayatım, "dedim" Ne söylemem gerektiğini anlamadım." Anneciğim, sadece büyüdüğün zaman ne olmak istediğini soruyorum sana. Ne olmak istiyorsan o olabilirsin!" O anda o kadar şaşırmıştım ki, hemen bir yanıt bulamadım. Alyssa da bunaldı ve odadan çıktı

O birkaç dakikada yasadığım deneyim beni çok derinden etkiledi. Çok etkilenmiştim, çünkü kızımın gözünde ben hâlâ istediğim bir şey olabilirdim! Yaşım, kariyerim, beş çocuğum, kocam, üniversite diplomam, yüksek lisans derecem; hiçbirinin önemi yoktu. Onun gözünde ben hâlâ düşler kurabilir ve yıldızlara uzanabilirdim.

Onun gözünde benim hâlâ bir geleceğim vardı. Onun gözünde ben hâlâ astronot, piyanist, hatta opera sanatçısı bile olabilirdim. Onun gözünde ben hâlâ büyüyecek ve bir şeyler olacaktım. Çok dürüst ve masum olduğunu anladığım zaman, yaşadığım o olayın gerçekten çok güzel olduğunu fark ettim; aynı soruyu büyükannelerine ve büyükbabalarına da sorabilirdi. O kadar içtendi. Bir yerlerde okumuştum:

"Yıllar sonra olacağım yaşlı kadın, şimdiki benden çok farklı olacak. İçimde bir başka benin varlığını hissetmeye başladım"

Evet... Siz büyüdüğünüz zaman ne olacaksınız?
Maria Santander

FİNCAN TAKIMI

 

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk


kapımı çaldılar: "Eski gazeteniz var mı bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına
gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler
vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size kakao yapayım"
dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.
Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki
soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri.

Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım


işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti
bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...
Erkek çocuğu bana döndü "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere
kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız,
fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi
ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin
tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı,
bir eşim vardı ve eşimin de bir işi... Bunlar da fincanlarım ve fincan
tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin
önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların
sandaletlerinin çamur izleri, halının üzerindeydi
halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim
de. Olur, unutuveririm ne denli zengin
olduğumu...

FISILTI VE TUĞLA

Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden


hızlı bir şekilde geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola
aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey
gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavaşça geçerken
hiç bir çocuk göremedi fakat arabasının kapısına bir tuğla atıldığını
fark etti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.

Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu park etmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?


Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam
etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya
mal olacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Park etmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.

"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli


sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli
sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için
çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici,
boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki
genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik
ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.

Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "Teşekkür ederim efendim, Allah sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini


kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.

Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü,


hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı
yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.

Allah, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen,
dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size
bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın...


GELİNCİK
Uzaklarda bir köyde kocası çocuğu dogmadan ölmüş tek başına yasayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar... Gelincik kadının yanından ayrılmaz...

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallaşır...

Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar... Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır...

Günler geçer... Ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır...

Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır... Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir... Gelinciği ve kanlı ağzını görür... Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta oldurur hayvanı... Ardından içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur... Anne odaya yönelir...

Beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılan görür.




GERÇEK SEVGİ (İBRETLİ HİKÂYE)
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü 
edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim 
demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları 
çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. 
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş 
kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların 
ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki 
demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun 
geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. 
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. 
Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar 


gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun
boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak
içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan işte demiş ermiş, 'Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini 
görür ve doymayı düşünürse aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır.

Şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.


GÖRMEK
Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada

şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında

duran bir arabanın yanına sokulmuş ve

arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın

hemen yanı başındaki fırını arıyorum.

Çok yakın olduğunu söylediler.

Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan

sonra: Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş.

Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.

Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu

nasıl anladığını sormuş ister istemez.

Çocuk: Ihlamur çiçeklerinin kokusunu

duymuyor musunuz? diye gülümsemiş.

Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

İyi ama, demiş adam. Bunların parktan

değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?

Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye

atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara.

Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış

ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan

sonra, cebinden bir kâğıt para çıkartıp teşekkür

ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise,

konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden

anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.

Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş.

Görmeyi o kadar çok özledim ki.

Sizinkiler sağlam öyle değil mi? Adam, çocuğun

tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

Artık emin değilim, demiş.

Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür...


HER ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR
İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Tabii insan kılığında. Akşam olmuş. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar. Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları.. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp “Geceyi burada geçirebilirsiniz" demişler.. Şilteleri betona sererken, yaslı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Söyle bir sürmüş yarığa. Duvar eskisinden sağlam olmuş.

Genç melek,

"Niye yaptın bunu?" diye sormuş merakla.

"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir" demiş yaşlı melek yavaşça.

Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın, "Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız." demiş.

"Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz su divanda idare ederiz."

Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş.

"Bunu nasıl yaparsın. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin.. Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. Sen ise ineklerinin ölmesine göz yumdun?.."

"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat" demiş, yaşlı melek yine..

"Nasıl yani?" diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek..

"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat" demiş yaşlı melek bir daha..

Ve anlatmış. "İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı.

Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hak etmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi.

Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. Her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur.



Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın veya hiç anlayamayabilirsin.
GÖZLER
Yıllar öncesi Kuzey Virginia'da çok soğuk bir kış akşamıydı. Yaşlı adam nehrin karşı kıyısına geçmek için beklerken sakalı soğuktan buz tutmuştu. O kadar uzun bir süre bekledi ki, artık bedeni adeta hissizleşti kuzey rüzgârının etkisiyle.

Sonra uzaktan gelen hafif bir ses duydu buz tutmuş yolda. Atların ritmik ayak sesleriydi işittiği. İlk atlının geçişini izledi, dikkatlerini çekmek için hiçbir çaba göstermeden. Sonra başka bir atlı geçti, bir tane daha. Sonunda, en son atlı yaşlı adamın buzdan bir heykel gibi duran bedeninin yakınında durdurdu atını.

Atlı yaklaşırken yaşlı adam atlıyla göz göze geldi ve ona

"Bayım, bu yaşlı adamı nehrin öbür yakasına geçirir misiniz? Yürüyerek geçmem olanaksız görünüyor" dedi.

Atının dizginlerini çekip, durduran atlı, "Elbette" dedi. "Atla". Yaşlı adamın yarı donmuş bedenini hareket ettiremediğini fark eden atlı, atından yere atladı ve yaşlı adamın ata binmesine yardımcı oldu, onu nehrin karşı kıyısına geçirmekle kalmayıp, birkaç mil ilerideki evine kadar götürdü. Küçük kulübeye yaklaşırlarken atlı merakını yenemeyip sordu: "Bayım, durdurmak için hiçbir çaba göstermeden diğer atlıların geçip gitmelerini izlediniz. Neden böyle soğuk bir kış gecesinde en son atlıdan yardım istediniz? Ya sizi reddedip orada bıraksaydım?" Yaşlı adam eğilip, önünde oturmakta olan atlının gözlerinin içine baktı ve "Uzun süredir bu civarda yaşıyorum ve insanları çok iyi tanıdığıma inanıyorum" dedi ve sözlerini sürdürdü:

"Diğer atlıların da gözlerinin içine baktım ve benim durumumun onları hiç ilgilendirmediğini anladım.


Onlardan yardım istememin hiçbir yararı olmayacaktı. Ama senin gözlerine baktığım zaman, gözlerindeki sevecenliği ve iyilikseverliği anladım."

Bu sıcak yorumlar atlıyı çok derinden etkiledi. "Söylediklerinden çok etkilendim." dedi yaşlı adama, "Bundan sonra başkalarının ihtiyaçlarına karşı hep iyilik ve sevecenlikle yaklaşacağıma söz veriyorum."

Sonra Thomas Jefferson* atının başını çevirdi ve Beyaz Saray'a doğru yol almaya başladı.


Yüklə 354,03 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin