1)Kıyasın Huccet Oluşu:
Kıyas, kitap, sünnet ve icma’dan sonra üçüncü derecede şer’i bir kaynaktır. Sahabe, Tâbiin ve Cumhûr-u Fükaha; kıyası, şer’i bir huccet kabul etmişlerdir.85
Kur’an-ı Kerim’deki; “Ey akıl ve basiret sahipleri! Siz bundan ibret alınız.”86 ayeti kıyasın huccet oluşuna bir delildir. Ayetteki “fa’tebirû” emrini masdarı olan “i’tibar” kelimesi, “bir şeyin hükmünü benzeri olan bir şeye tatbik etmek,” anlamına geldiği gibi, eşit kılmak, takdir etmek, geçmek ve intikal etmek anlamına da gelir. Kıyasta “Asl” daki hükmün “Fer”e intikal etmesinden başka bir şey olmadığına göre “Fa’tebirû” kelimesiyle kıyas kastedilmektedir.87
Sünnetten de “Muaz b. Cebel hadisi” diye meşhur olan bir olay, buna delâlet eder. Hz.Peygamber (sav), Muaz b.Cebel(ra)’i Yemen’e Vali olarak gönderirken onunla yapılan konuşma kıyasın şer’i bir huccet olduğunu gösterir. Şöyle ki;
Hz.Peygamber (sav) Muaz (ra)’a :
“-Sana bir dava arz edildiğinde neyle hükmedeceksin?” diye sorunca, Muaz (ra) “-Allah’ın kitabıyla” dedi.
Hz.Peygamber (sav), “Peki ya Allahın kitabında bulamazsan?” deyince, Muaz (ra); “-Allahın Rasulü’nün sünnetiyle hükmederim.” Buna karşı Hz.Peygamber (sav), “Ya sünnette de bulamazsan?” deyince Hz.Muaz (ra):
“Re’yimle içtihat eder; kusur etmemeye çalışırım” şeklinde cevap verince, rasülüllah (sav), elini Muaz (ra)’ın göğsüne vurarak;
“Allah Rasülünün râzı olduğu şeye, Rasulü’nün elçisini muvaffak kılan Allah (cc)’a hamd olsun”88 diyerek içtihada izin vermiştir. Kıyasta içtihat türlerinden biri olduğuna göre o da şer’i bir huccettir.89
2)Kıyasın Rükunları
Kıyasın dört rüknü vardır: Bu Rükunlar: a)Asl: Hükmü nass’la belirtilen meseledir. b)Fer: Hakkında nass bulunmayıp, şer’i hükmü belirtilmeyen meseledir. c) İllet: Asl ile Fer arasındaki ortak sebeptir. d) Hüküm: Fer’de izhârı gereken ve nass’la sâbit Asl’daki şer’i hükümdür.90 Bu dört rüknün her birinin bir takım şartları vardır. Kıyas o şartlar tahakkuk etmeden olmaz.91
Mesela; Şarap içmenin haram olması hükmü, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taş(put)lar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.”92 ayeti ile sabittir. Burada haram hükmünü taşıyan “asl”, nass’la hükmü bildiren Şarap’tır. Hurma, Arpa vb. maddelerden yapılan içkiler ise, nass’la hükmü belli olmayıp da hükmü bilinmesi gereken ‘fer’dir. Haram hükmüne sebep olan illet ise, şarabın “sarhoşluk” vermesidir ki, bu illet, hem asl’da hem de fer’de mevcuttur. O halde asl ve fer, illette ortak oldukları için, asl’daki hükmün fer’e geçirilmesi veya onda izhar edilmesi suretiyle şarabın dışındaki sarhoş edici bütün içkilerde haram hükmünü almış olur.93
3)Ebu Hanifenin Kıyası: Ebu Hanife kıyas’ı sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu bölge karmaşık birçok olayın meydana geldiği ve çözümünün arandığı bir yerdi. Fıkhi meseleleri çeşitli yönleriyle ele alıp tartıştığı için farklı ihtimal ve durumlara göre fikir ve çözümler üretmiş, bunun sonucu olarak, ehli hadisin aksine bir tutumla, henüz vukû bulmamış faraza meselelerin hükümlerini de içtihadına konu etmiştir. Ebu Hanifenin kıyasa sıkça başvurduğu doğru ise de bu sebeple tenkit edilmesi doğru olmaz. Zira Sahabeden itibaren İslam Alimleri az veya çok bu metodu kullanmışlardır. Ebu Hanife de göze çarpan farklılık, kıyası belli bir sistem ve kurala bağlamak, onu sıkça kullanmak ve henüz vukû bulmamış hadiselere de uygulamaktan ibarettir. Çünkü, o zaman da Irak bölgesinin özel şartları bunu gerektiriyordu. Ancak onun Kıyas’ı nass’a tercih ettiğine ve Haber-i Vâhidleri almadığına dâir ileri sürülen iddialar doğru değildir.
Ebu Hanife bir meselenin hükmünü önce Kur’anda aramış, nass’ın her türlü lafzı delaletini, umum-husus, ıtlak-takyid, nâsih-mensuh gibi lafızlar arası metodolojik ilişkiyi göz önünde bulundurmuş, aksine bir delil ve gerekçe olmadığı sürece ayetlerin açık, genel ve doğrudan ifadelerini esas almıştır. Kur’an da konu ile ilgili bir nass bulamamışsa Hz.Peygamber tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen Muaz b.Cebel’in, Kur’an da bulamadığı bir meselenin hükmünü sünnette arayacağını bildirmesiyle ortaya çıkan ve Peygamberin tasvibine mazhar olup bütün sahabenin uyguladığı sıraya göre sünnete müracaat etmiştir. 94
Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Malik, Evzâi, Abdullah b.Mübarek, İbn Cüreyh, Cafer-i Sadık, Vasıl b.Ata, vs. gibi büyük imamlar bulunan, İmam-ı Azam ile büyük imam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır; Muhammed Bâkır, Ebu Hanifeye; “dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin? diye sormuş; Ebu hanife, “Sen sana layık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana layık olan bir şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (sav)’e hayatında sahabeleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı, erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin?” diye sormuş.
İmam Bâkır da, kadının mirasta erkeğin iki, kadının bir hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal olduğunu ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi.
Ebu Hanife ona, “Kıyas yapsaydım; kadın erkekten zayıftır, diye ona mirastan iki hisse; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allaha sığınırım.”95 dedi.
2-Fer’i Deliller: ( İstıshab, Tahkim-i hal, Maslahat, İstihsan, Örf ve Âdet, Sahabe Kavli, vb. )
Fer’i kaynaklar, müstakil birer delil olmayıp, aslî kaynaklardan (Kur’an ve Sünnetten), türeyerek meşruluk kazanmış kaynaklardır. Bunlara sırasıyla bakalım:
a-İstıshab: Geçmişte var olan bir şeyin, aksini ortaya koyan bir delil olmadıkça, şu anda da var olduğuna hükmetmektir.96
b-Tahkim-i hal: Bir şeyin bugünkü haline bakılarak onun geçmişte de bu hal üzerine olduğuna hükmetmektir.97
c-Maslahat-ı Mürsele: Maslahat; Kıyas’ı terk ile insanların ihtiyacına uygun olanı tercih yoluna gitmektir. Hanefiler buna “İstihsan”, Malikiler de “Maslahat-ı Mürsele” derler. Dini ve dünyevî kısımlarına ayrılır. Karşıtı “mefsedet”tir. Maslahat-ı mürsele; Şeriat tarafından itibar edildiği de, itibar edilmeyip iptal ve ilğa edildiği de bilinmeyen, hakkında sükut geçilmiş maslahatlardır ki, bazı konularda bir delil olarak kabul edilir. Kur’anın toplanması, çoğaltılması, divanların kurulması vb. gibi.98
Şer’i hükümlerin maslahat hikmetine bağlı bulunduğunda ittifak halinde olan dört mezhep imamı, içtihatlarında bazen başka isimlerle aynı şeyi kastederek bu prensibe geniş yer vermişlerdir. Nass bulunmayan yerlerde gerektiğinde meşrû maslahatlara göre hüküm verdikleri gibi zaman zaman da lafza değil, ruh ve manaya veya kitap ve sünnetin umûmi kaidelerine dayanarak bazı nass’ların lafızlarını aşmışlardır.99
Şunu da belirtmekte fayda görüyoruz ki; Müçtehitlerin maslahata göre hüküm verdikleri saha, ibadet sahası değil de, muâmelât sahasıdır.
aa-Ebu Hanifenin Maslahat Prensibi:
Ebu Hanifeye izâfe edilen istihsan delilinin daha kuvvetli delil veya maslahat ve zarûret karşısında kıyası terk etmekten ibâret olduğunu burada hatırlatırız. Ebu Hanifenin riâyet ettiği bir başka prensipte nass’ın bulunmadığı ve men etmediği yerlerde halkın Örf ve Âdet teâmülüne göre hüküm vermektir ki, bu da Maslahata râcidir.100
ab- Ebu Hanifenin Maslahat Prensibine bağlı hükümlerinden örnekler:
I-İdeolojisinin propagandasını yapan dinsiz ( ateist, zındık) yakalandıktan sonra tevbe ederse kabul olunmaz. Önce tevbe ederse kabul edilir.101
II-Teslim zamanı tayin edilmeden yapılan İstısna akdi (bir zanaatkâra bir işin siparişi) câizdir. Rasülullah (sav) bu türlü satışı yasaklamıştır. Fakat insanların bu tür satışa muhtaç olmaları, böyle bir satışın istihsan yoluyla câiz olmasını gerektirir. 102
III-Bir kimse “Bütün malım sadakadır” dese, bu söz, zekata tâbi olan mallarına mahsustur. Çünkü bütün malına şâmil olsa kendisinin dilenci haline düşmesi gerekir ki, bu da dinin ‘sadaka müessesesinin ruhuna aykırıdır.103
IV-Zanaatkârın elindeyken zâyi olan eşyanın ödettirilmesi hükmünü benimserken de, Ebu Hanife yine maslahat prensibine riâyet etmiştir.104
d-İstihsan: İslam fıkhı terminolojisinde onun pek çok tanımı yapılmıştır. Mesela onlardan biri: “İstihsan, kıyas gibi benzerlik esasından hareket etmeden, umûmun menfaatine ve adalet esasına göre şahsi takdire dayanarak hüküm vermektir.105 Gazâli ise şöyle tanımlamıştır; “Müçtehidin aklıyla iyi-doğru bulduğu şeydir.”106
Şer’i deliller arasında hükmü yer almayan ve kıyas ile de uygun cevap bulunamayan konuda müçtehidin ileri sürdüğü şahsi kanaattir. Yani müçtehidin “yalnızca iyi gördüğü ile fetva vermesine istihsan denir.”107 Kolaylığı, genişliği, toleransı alma, rahatı araştırma anlamına gelen istihsan; herhangi bir konuda gerçeklerin gerektirdiği bir hükümden daha kuvvetli ve gerekli olduğu düşünülen başka gerekçelere dayanarak bir diğer hükme geçmektir.108
1)İstihsanın Kısımları:
Hanefiler istihsanı üç kısma ayırmışlardır;109
aa- Senedi nass olan istihsan: Selem akdi110 gibi.
ab-Senedi icmâ ve örf olan istihsan: İstısna111 akdi gibi.
ac-Zarûret sebebiyle olan istihsan: Bu nevi istihsan, “Zaruretler yasak olan şeyleri mubah kılar.”112 kaidesine dayanır.
2)İstihsanın Huccet Oluşu:
İstihsanın huccet olup-olmadığı hususunda alimler, üç görüşe ayrılıyorlar:113
1-Hanefiler, Malikiler ve Hanbelilerin de içinde bulunduğu cumhura göre, istihsan şer’i delillerden biridir.
2-İmam Şâfii ve onun mezhebine bağlı olanlara göre, istihsan şer’i bir delil değildir.
3-Şevkâni (ö.1255/1839) gibi bazılarına göre; İstihsan şer’i bir delil olmasına rağmen, müstakil bir delil olmayıp, diğer delillere râcidir.114
İstihsanı en çok kullanan Hanefilerdir. İmam Ebu Hanife, olaylara istihsanı tatbik konusunda öğrencilerinin hayranlığını kazanmıştı. İmam Muhammed’den yapılan rivayete göre, İmam Azam, “İstihsan yapıyorum” dediği zaman ona kimse yetişemezdi.115
İstihsanı şer’i bir delil olarak kabul edenler bir takım deliller ileri sürerler, kısaca bunlara değinelim:
Serahsi’ye göre istihsanın esası şu ayet-i kerimedir: “..O halde kullarımı müjdele ki onlar, söze (dikkatle) kulak verirler ve onun en güzeline uyarlar.”116 Kur’anın hepsi güzeldir. Bu ayette onun en güzeline uyanların müjdelenmesi emredilmiştir.117
Sünnetten ise şu hadis istihsana delil olarak gösteriliyor. Bu hadiste Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır; “Müminlerin kendi aralarında güzel gördükleri şey, Allah katında da güzeldir.”118
Kıyası kabul edenler arasında Hanefilerin kastettiği manada istihsan yapmayan yoktur. İstihsanın bâtıl olduğunu ilk olarak söyleyen İmam Şâfii’dir. Onun bu konudaki delilleri doğru bulunacak olursa, aynı deliller istihsandan önce kendisinin tamamen benimsediği kıyasın da batıl olduğunu gösterir.
Fakat kıyasta istihsan da doğrudur. Bunları kabul edenlerin anladıkları manada birbirlerini iptal etmezler, çelişik değildirler. Kıyası kabul edenlerin istihsan konusundaki ihtilafları tamamen lafzîdir. Hanefiler, “istihsanı kınayanlar, lafız ve mâna olmak üzere iki yönden bizimle tartışabilirler: Lafız yönünden tartışacak olurlarsa, bu yönden muârızımız haklı olabilir. Çünkü herkes dilediği terimi kullanabilir. Özellikle bu terimin manası dil ve hukuk açısından uygun düşüyorsa, isteyen Farsça, isteyen Arapça konuşabilir, buna bir diyeceğimiz yoktur. Lâkin muârızlarımız mâna yönünden bize karşı çıkarken delil getirmeden bizi haksız bulmaktadırlar. Oysa istihsanın arkadaşlarımız tarafından kullanıldığı manaların hepsinin doğruluğunu delil getirerek ispatlamak mümkündür.”119
İstihsanın iki manası vardır:
Birincisi, İctihad yapmaktır ve bizim görüşümüz ve içtihadımıza bırakılan ölçüleri tayinle re’yin üstün olmasıdır. Nitekim bazı şartlar altında boşanmış olan kadınlara verilmesi gereken mut’anın miktarını tespit böyledir. Zira Kur’an-ı Kerimde “onlara –zengin kendi durumuna, yoksul da kendi gücüne göre- uygun bir şekilde Mut’a veriniz. Bu, iyilik yapanlara münasip bir borçtur.” denilmektedir.120 Burada Allah, kişiye fakirlik ve zenginlik durumuna göre Mut’a vermeyi emretmiştir. Mut’anın miktarı ise belli değildir. Ancak tahmin ve takdire göre bu miktar tespit edilecektir.
İkincisi ise, daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası terk etmektir. Allah-u Teâle şöyle buyuruyor: “Kadınlara Allahın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri caiz olmaz.”121 Seleften rivayet edildiğine göre kadınların rahimlerinde Allahın yarattığı şeyden maksat, ay hâli kanı ve gebeliktir.122
İmam Âzam Ebu Hanife öyle kadri büyük, takvası kuvvetli bir zattır ki, dinde mücerred arzu üzerine asla bir şey söylemez. Şer’an delil bulunmayan bir şeyi istihsan edip te onunla amel etmekten o çok uzaktır. Üstad Allah rahmet etsin, istihsan kelimesinden murad olunan manayı beyan etmek ve bu taan’ları def için hakikatı meydana çıkarmak maksadıyla istihsanla ilgili bâb yazmıştır. 123
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İstihsan, İslam hukukunun Fer’i kaynaklarından biri olup, İslam hukukunun esnekliğine yardım edecek hukuki bir istidlal şeklidir.
3)İstihsan Temelinde Akıl ve Ebu Hanife:
Toplumun problemlerine çözüm arayan Ebu Hanife, genel kâide ve kıyasla vardığı rasyonel sonuca “istihsan” ile İslam hukukuna beşeri bir yön katarak sosyal ve rasyonel bir muhteva kazandırmıştır. Böylelikle İslam fıkhı bu özelliğinden dolayı dini temellere dayanan bir hukuk sistemi olması yanında, aklî olarak temellendirilmiş oldu. İslam fıkhının asırlardır canlı kalmasının belki de en önemli nedenlerinden biri de budur. Nitekim İslam dininde “hak”, “adalet” gibi hukuk kavramlarıyla vaz’ olunan genel ilkelerin kavranması, yorumlanması ve müşahhaslaştırılması tamamen insan aklına yada insan aklındaki hak ve adalet normunun genişliğine bağlıdır.
Ebu Hanife İslam hukukunun bu özelliği kazanmasında en önemli rolü üstlenenlerden biridir. Çünkü onun tarafından sistemleştirilen İstihsan, İslam fıkıh düşüncesine önemli bir açılım getirmiş ve hukuk sistemi içerisinde tutarlılık kazanmıştır. Böylelikle de İstihsan, İslam dünyasında akli düşüncelerin ve uygulamaların gerekli olan yenilik ve değişimlere önemli ölçüde mesnet olmuştur. Böylece hukukun âmme menfaatlerine uygulanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda Ebu Hanife, İstihsan ile nass’ların ve dolayısıyla fıkıh doktrinlerinin, toplumsal realitelere, insanlığın ortak değerlerine ve hukukun genel ilkeleri açısından yeniden yorumlanmasına önemli ölçüde zemin hazırlamıştır.124
e-Örf ve Âdet:
1)Tarifi: Örf; toplumun benimsediği, alışageldiği ve hayatında uymak zorunda olduğu, söz veya fiillerdir.125
Tariften de anlaşıldığı gibi Örf, insanların iyi kabul ederek uygulaya geldikleri söz ve davranışlardan oluşmaktadır. Adet ise, selim tabiatça benimsenen tekrar edile edile nefislerde yerleşen şeydir.126
Örf ve Adet kelimeleri İslam hukukunda aynı manada kullanılır. Yani bu iki kelime birbirinin muradifidir. “Teâmül” ve “İsti’mal” kelimeleri de aynı manayı ifade etmektedir.
Örf, fıkıh usûlüne dâhil sayılır. Ve Hz.Peygamber (sav)’in “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.”127 hadisi buna işaret eder. Yani Müslümanların kendi aralarında şeriata ve selim akla uygun olarak yaptıkları işler, Allah katında da güzeldir.
2)Sıhhat Yönünden Örfün Kısımları:
Örf, sıhhati yönünden ikiye ayrılmaktadır:
aa)Sahih Örf: Nass’lara zıt düşmeyen, maslahatı heder etmeyen ve kötülüğe sebep olmayan âdete sahih örf denir. Mesela; Evlenecek bir gencin nişanlısına hediye olarak elbise, süs eşyası, vb. vermesi birçok yerde âdettir. Bu hediyeler “mehir”e dahil değildir. Mehirden sayılmaması örf olarak yerleşmiştir.
ab)Fasid Örf: Kesin nass’lara aykırı kötü âdetlere de Fâsid örf denir. İslama göre yasak olan Faiz, kumar, şans oyunları, vb. kötü âdetler bu tür örfe örnek verilebilir.128
3)Umum ve Husus Yönünden Örfün Kısımları:
Örf, umum ve husus yönünden ikiye ayrılır: Bu örfler sahih örfün bölümleridir.
aa)Örf’ü Âmm: Bütün beldelerdeki insanların üzerinde birleştikleri örftür. Mesela; Hamamda yıkanma ve istısna akdini buna misal verebiliriz.129
ab)Örf’ü Hâs: Bir şehir veya bölge halkı yahut herhangi bir sanat ve meslek erbâbı arasında yaygın olan örftür. İlim ve sanat erbabının ıstılahları ve teknik terimleri, bu örfün misallerindendir.130
Ebu Hanife ve iki büyük talebesi, örflerin değişmesinden dolayı hükümlerde ihtilaf etmişlerdir. Mesela, Hanefi alimleri, mezhep imamlarının Kur’an öğretmek ve cemaatla ilgili dini görevlerini yerine getirmek için ücret alınmasının caiz olmadığında ittifak etmelerine rağmen, Kur’an’ın öğrenilmesini sağlamak, imamlık ve müezzinlik gibi görevlerin aksamamasını temin için, bunun cevazına dâir fetva vermişlerdir.131
Yine Ebu Hanifeye göre, şahadetin makbul olması için şahitlerin âdil olması gerekmez. Gerçekte bu hüküm, Ebu Hanifenin zamanına göre uygun olabilir. Fakat ondan sonra yalancılık yaygın hâle gelince, imameyn, şahitlerin âdil olmalarının şart olduğu hükmüne varmıştır.132 Bu örneklerden “Zamanların değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez.”133kâidesi meydana gelmiştir ki, bu kâidede ki değişen hükümler, örf ve âdete dayananlardır.134
Sehl b. Müzâhim diyor ki; “Ebu Hanifenin fıkıhtaki usulü: mevsuk olanı almak, çirkin olandan kaçınmak, halkın muâmelatına bakmak, işlerinin salah üzere doğru gitmesini nazari itibâra almaktır. İşleri kıyas üzere yürütür, kıyas yakışmayıp çirkin olunca İstihsana gider, istihsan da uygun gitmezse, müslümanların muâmelelerine dönerdi.”
Bu söz iki şeye delalet etmektedir:
1)Nass olmayan yerde umûru kıyas ve İstihsana tatbik eder. Bunlardan hangisi daha doğru ve sağlam ise, meseleye daha uygun düşüyorsa onu alır.
2)Kitap, Sünnetten bir nass ( ve Sahabe kavli) yoksa icma’ gerçekleşmemişse, kıyas ve İstihsan yoluyla nass’lara hamletmek de mümkün değilse, o zaman örfü delil olarak alır. İstihsanın bütün nevileri, gerek kıyas istihsanı, gerek eser, icma’ ve zaruret istihsanları olsun hepsinden sonra örfe giderdi.135
4)Örfe ne zaman itibar edilir?
Örfün şer’i delil olarak muteber tutulmasının dayandığı esas, Abdullah b. Mes’ud dan mevkûfen rivayet olunan şu hadisi şeriftir; “Müminler hoş ve iyi gördükleri şey, Allah-u Teâla indinde de iyidir.”136 Bu hadis ibaresiyle ve gayesiyle delalet ediyor ki, müslümanların arasında örf halinde iyi ve güzel bir iş olarak cereyan eden şey, iyi ve hoş görülür. Çünkü örfe karşı gelmek güçlük ve darlıktan hâli değildir. Halbuki Cenab-ı hak şöyle buyurur: “Dinde sizin üzerinize bir güçlük yapılmamıştır.”137
Örfün istinbat asıllarından biri olduğunu kabul eden ulemâ onun ancak başka şer’i delil bulunmayan yerde delil olduğunu söylemektedirler. Demek ki, kitap ve sünnet varken, örf delil olamaz. Örf umûmi ise ve her yönden nass’a muhalif değilse o zaman muteberdir. Ve onunla kıyas terk olunur.138
5)Ebu Hanife’nin Örf ve İstihsanı Sık Kullanması:
Ebu Hanife, meseleleri olmuş gibi farz ederek Takdir-i Fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticari akitlerdeki içtihatlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır. Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsi hak ve hürriyetleri savunmasıdır. Akil bir insanın şahsi tasarruflarına hiç kimsenin müdahale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır. Âkile ve Bâliğa bir kızın evlenme hususunda velayetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsi velayet hakkına müdahalede bulunamayacağını söylemiştir. Aynı şekilde bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşüyle yalnız başına cumhura karşı durmaktadır.
Yine Ebu Hanife, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdahalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır. İnsanın kendi mülki tasarrufu eğer başkasına zarar verecek olursa o zaman bu meselede şuurlu bir dini vicdana başvurur. Ebu Hanife yöneticilerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.139
f-Sahabe kavli:
Sahabenin kimler olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Usul alimlerinin cumhuruna göre, Sahabi, “mümin olarak Rasülüllah (sav)’ı gören ve Müslüman olarak ölen kimsedir.”140
Sahabilerin görüş ve sözlerinin hüccet olup olmadığı hususunda değişik görüşler vardır. Kısaca göz atmak gerekirse, bu konuda şunların bilinmesi gerekmektedir:
1)İçtihat ve re’y ile idrak edilemeyecek hususlarda sahabe sözü alimlerce huccettir. Çünkü bu sözler, Nebi (as)’den duyulmakla izah edilir.
2)Hakkında ittifak edilen sahabe sözleri, şer’i bir huccet sayılır. Çünkü bu icma demektir.
3)Sahabilerin görüşü, kendisi gibi başka bir sahabi hakkında bağlayıcı bir huccet sayılmaz.
4)Sahabilerin re’y ve içtihada dayanan söz ve görüşlerinin hüccet olup olmadığında ihtilaf vardır.141
Bu hususta iki önemli görüş ileri sürülmüştür. Bunlar:
aa-Dört mezhep imamının da içinde bulunduğu fakihlerin çoğunluğuna göre, sahabilerin görüş ve fetvaları huccettir.142 Hatta İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, sahabi sözü kıyasa takdim edilir.143
ab-Bu konudaki ikinci görüş, sahabilerin görüşlerinin huccet olmadığıdır ki, dört mezhebe bağlı ve sonraki alimlerden bazıları ile Mutezilenin çoğu bu görüştedirler.144
Şevkani de, sahabi sözlerinin hüccet olamayacağını, çünkü bu ümmetin bir peygamberi ve bir kitabı bulunduğunu, herkesin kitap ve sünnete uyması gerektiğini, ümmet arasında, sahabi olsun, başkası olsun hiçbir fark olmadığını savunur.
Şevkani’nin bu ferdi çıkışını bir taşkınlık sayan Ebu Zehra, haklı olarak Şevkani’yi eleştirir ve özetle şunları söyler: “Sahabilerin sözlerini kabul eden büyük imamlar, elbette kitap, Peygamber ve sünnetin bir olduğunu biliyorlar ve bunlara sımsıkı sarılıyorlardı. Fakat, onlar sahabilerin, nübüvvet nurunun parıltıları olan görüşlerine de layık olduğu değeri vermişlerdir.”
Sahabe döneminde fıkıh genel olarak yedi kişide toplandı: Hz. Ömer (v.23/644), Hz.Ali (v.40/661), İbn Mes’ud (v.32/652), Muaz b. Cebel (v.18/639), Zeyd b. Sabit (v.45/655), Abdullah b. Abbas (v.68/687) ve Hz.Aişe validemiz (v.58/678). Bu sahabiler dışında içtihat edenler vardı, ancak içtihatları çok azdı. 145
Dostları ilə paylaş: |