YAZILI EDEBİYATIMIZDA BALKANLAR'IN ACI GERÇEKLERİ
Balkan Türkleri’nin ve Müslümanları’nın yaşadıkları sıkıntılar, göç yollarında çektikleri çileler, sözlü halk edebiyatımızda olduğu gibi, yazılı edebiyatımızda da yankısını bulmuştur. Büyük tarihî olayların bir sonucu olan göçler, bazı sanatçılara konu olmuş, özellikle de felâketleri bizzat yaşayanlar kültür tarihimize değerli eserler bırakmışlardır. Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi Doksanüç Harbi felâketlerini yaşayanlardan biridir. Tarihçe-i Vaka-i Zağra (Zağra Müftüsünün Hâtıraları) adlı eserinde tarihimizdeki hüzünlü gerçekler canlandırılmış, millî vicdanda derin yankılar uyandırmıştır. Bu eser, yıkılan İmparatorluğun Rumeli kanadındaki Türk, Müslüman halkın ıstırap destanıdır. Eserin değerlendirmesini yapan Yahya Kemal, 1921’de şunları yazmıştır: “Tarihçe-i Vaka-i Zağra’yı Falih Rıfkı gibi Türk nâşirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türkler’in vatan edebiyatında en samimî, yüksek bir şaheseridir”.
Zağra Müftüsünün Hâtıraları adlı eserde Ruslar’ın Tuna’yı geçerek ilk zaptettikleri yerlerde Türkler’in katliama uğratılması şöyle anlatılmaktadır:
“1294 Hicrî senesi Haziran ayının on ikinci günü, mağrur düşman Tuna’yı geçerek Ziştovi’yi zapt etti. Burayı koruyan askerlerden dört yüz kadar Müslüman’ı al kana boğdu. Ahali ağlayarak şaşkın ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak köyü halkının tamamını katliam ettiler. Servi ahalisi dahi Ziştovililer’den beter bir hâlde ninni ve türkülerle, şefkat kucaklarında beslemekte oldukları ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara atarak Şıpka Balkanı’ndan aşıp Kızanlık’a döküldüler...
Haziran’ın on üçünde Tırnova şehrinin istilâ edildiği söylenirken, Gabrova’nın zaptı haberi geldi. Kalofer ve Hayın köyü taraflarında bazı Kazaklar’ın görüldüğü de bildirildi. Bu haberler üzerine şehrin ileri gelenleri kaçmaya karar vererek, arabalarına az bir şey yükletip, çiftliğe gidecekmiş gibi hazırlanmışlardı. Fakat Kızanlık kazası kaymakamı Kıbrıslı Akif Efendi, bu haberleri livaya ve ta Yıldız’a telgrafla bildirmişti. İşin ehemmiyeti sebebiyle Abdülhamit o gece telgrafhanede bulunmuş ve Balkan havalisindeki bütün muhabere memurları da makine başında beklemişlerdi. Bunun üzerine eşrafa da teminat verildi. Onlar da firar etmekten vazgeçtiler”....
Eski Zağra’nın düşman eline geçmesiyle etraf Türk köylerinde yağmalama, yakıp yıkma ve işkenceler geniş boyutlara ulaşıyor:
“Zağra’nın istilâsı üzerine intikamcı ve yağmacı Bulgarlar, Yaka Boyu’ndaki Hıriste, Külbe, Bükümlük, Hızır Bey, Canbazören köylerine yürüyüp para umdukları zengince Müslümanları işkencelerle öldürüp, kadın-çocuk demeyip ele geçenleri katliam eylediler! Kurtulabilenler ise çırılçıplak Zağra’ya can atabilmiştir.
Bükümlük Bulgarları, yüziki Müslüman’ı bir samanlığa doldurup yaktılar. İçlerinden dört tanesi yaralı olarak kaçıp Yeni Zağra’ya Rauf Paşa’ya çıkmışlar. Zulümden şikâyet edip hallerini bildirmişlerse de benzerleri gibi bunlar da tekdir olunarak hapsedilmişlerdir. Yaraları bile sarılmadan...Zehî insaniyet!”39
Refik Özdek’in Ocağımız Sönmesin adlı eserinde de Doksanüç Harbi faciası canlandırılmaktadır. Hayatta kalabilmiş muhacir kafilelerinin Edirne’de oluşturdukları tablo çok acıklıdır:
"Edirne’nin kenar mahallesinden içeri girerken onları karşılayan olmadı. Daha içerilerde gittikçe artan perişan kalabalığa karışınca da, «Hoş geldiniz, nereden geliyorsunuz?» diyen bulunmadı. Yaşlıların kamburu çıkmış, gençlerin gözleri süzülmüş, çocukların yürüyecek hâli kalmamıştı.
- Bunların hepsi bizim gibi maacir, dedi Hacı.
- Sel gibi akan maacir arasında yerliler bir avuç kalıyor.
- Peki nereye gidiyoruz?
İşte bu sırada bir bekçinin kendilerine seslendiğini duydular:
- Kardaşlar, istasyona, şu yana gidin. Camilerde yer yok.
Camilerde yer yoktu. Başlarını duvarlara ve daha yukarılara kaldırdıkları zaman o ulu kubbeleri, o yüksek minareleri görüyor, umutlanıyor, ama yere, sokaklara bakınca, yürekleri kaygılarla, kuşkularla doluyordu.
O ulu kubbeler onları barındırmayacak mı? O kubbelerin uzun kolları onları kucaklamayacak mı?
Ayaklarını sürüye istasyona doğru yürüdüler. İnsanlar salkım, hastalar yığın yığın ve...ve besbelli tabut kıtlığı da vardı!
Ölüler sedye ile, küçük ölüler kucakta taşınıyordu. Ne de çok! Sokaklardan, camilerin avlusundan, istasyondan çıkan cenazeleri sadece yakınları götürüyordu.
- Edirne’nin yalnız sokakları değil mezarlığı da taşıyor olmalı? Dedi Musa Dayı
Kimse cevap vermedi. Yalnız, geride bir inilti duyarak döndüler: Küçük Emine’yi aralarına alan iki nine, yürüyecek güçlerini yitirmiş, oldukları yere çökmüşlerdi. Biri boylu boyunca bıraktı kendini...Öteki de kolunu onun başının altına sokarak inledi:
- Siz gidin, bizden hayır yok artık, buna da şükür, Ak Toprak’ta öleceğiz.
Hacı Ömer onlara, vücudundan parçalar kopmuş gibi acı duyarak baktı. Rasim’in kolundan sıyrılıp yanlarına gelmek istedi, ama onlara bir adım kala düşüp bayıldı.
Hacı kendine geldiği zaman bir çadırın altındaydılar. Her tarafa koşan bir avuç sıhhiye eri, onlara da el uzatacak zaman bulabilmişti. Kendileri gibi bitkin insanların arasında karavana yemeği yiyor ve konuşuyorlardı:
-Siz hangi köprüden geçtiniz? Dedi bir ihtiyar.
-Hangi köprüden mi? Birkaç tane köprü mü var? Biz, yıkılan, sonra da onarılan köprüden geçtik, başkasını bilmiyoruz.
-Demek küçük köprüden geçtiniz, ötekiler sapasağlam taş köprülerdir.
-Doğru, bu kadar insan bir tek köprüden geçip gelmiş olamaz. Ne zamandan beri buradasınız?
-Bir hafta oldu. İstanbul’a gitmek için trene binme sırası bekliyoruz. Edirne kaldırmıyor bu kadar kalabalığı, ne yiyecek yetiyor, ne yakacak. Hem sonra Urus topları erişirse bunca insan yok yere ölür.
-Buraya da mı gelebilecek?
-Bilinmez, olabilir, diyorlar.
-Şimdi de çok ölü veriyoruz galiba, her tarafta...
-Günde ortalama iki yüz kişinin öldüğünü söylüyorlar açlıktan, soğuktan, hastalıktan... Ne yapsın devlet, ne yapsın asker, hiç bir şey yetişmiyor ve göçün arkası kesilmiyor.
-Buraya gelemezler! Diye bağırdı Rasim.
-Nasılsa ölüyoruz, vuruşarak ölürüz, dedi Musa Dayı.
İhtiyar içini çekti:
- Bak şu sefalete, yürüyecek güçleri yok zavallıların, bu hâlde mi vuruşacaksın, sinek gibi kırılıyoruz.
..............................................
Oniki kişilik kafile, artık kafile değil, bir aile idi. Yarısı hasta olan bir aile. Fakat Edirne’de ağır hastalar o kadar çoktu ki bu aileden yalnız Hacı’yı aldılar hastaneye. Hacı artık sakat ayağına hiç basamıyor, çok da acı çekiyordu. Besbelli çıkık oturmamış, bu sakat ayağı üzerine birkaç defa düştüğü, kayıp yuvarlandığı sırada belki de kırılmıştı. Onu hastaneye Rasim ve İsmail Aga taşıdı ve Rasim, hastanede karşılaştığı olaylardan sonra bir defa daha isyan havasına girdi. O gün olağanüstü bir durum vardı hastanede. Meriç’in ötesinde, o küçük tren istasyonunda karşılaştıkları «gazeteci» denilen adamlar, yine onlar gibi yabancı dil konuşan, yabancı giyimli adamlar, Edirne valisi Cemil Paşa’nın çevresinde toplanmış, onun yapacağı konuşmayı dinlemek için sabırsızlanıyordu. Gerçekte bu sabırsızlık Cemil Paşa’yı dinlemek için değil, ecza kokusundan, yürek paralayan iniltilerden ve görüntülerden bir an önce kurtulmak içindi.
«İngiliz Sefir Layard», «Fransız Sefiri Fourniyer» diye gösterilen ünlü kişilere ve Edirne Valisi Cemil Paşa’ya bir şeyler anlatan, nutuk verir gibi konuşan, koğuşları ve yaralılarla dopdolu koridorları gösteren yabancı giyimli bir adam daha vardı ki, sanki vali paşa o idi. Bilen, bildiren, emreden ve zaman zaman gazetecilere poz veren o idi. Memurlar da ara sıra gelip ona bir şeyler soruyor, talimat alıyor ve «baş üstüne» deyip gidiyorlardı.
Rasim bu memurlardan birine usulca sordu:
- Bu büyük adam nerenin paşası?
- O paşa değil, ama çok büyük.
- Nazır mı?
- Fasso Efendi’dir o, göçmen işlerine bakan teşkilâtın başı.
- Fasso mu? Ne yapar bu teşkilât?
- Göçmenlere yardım eder. Hiç hoşuna gitmedi Rasim’in. «Bu işler pek karışık» diye düşündü. «Devleti yabancı ülkelerde Karateodori’ler, Müsürüs’ler temsil ediyor, biz gariban ”maacirleri” de burada Fasso Efendi’ler... pek garip işler!»
Cemil Paşa, bir setin üzerine çıkarak, gazetecilere hitaben bir konuşma yaptı. Tercümanlar bu konuşmayı cümle cümle yabancı dile çevirdiler. Rasim için ağır, anlaşılmaz, dolambaçlı cümlelerdi bunlar. Yine de bir özet, bir hüküm çıkarması mümkündü: «Kılıçtan kurtulup gelebilenler», diyordu paşa, «yüzlerce sandık dolduran tarla tapularından başka bir şeylerini getiremediler... Edirne’de günde 200 kişi, İstanbul’da günde 1000 kişi ölüyor... Hiç bir devlet, milyonlarcası birden göç eden, kaçıp başka vilâyetlere gelen vatandaşına, hele savaş içinde ve kısa zamanda huzur veremez. Bunların mal varlıklarını, mülk varlıklarını düşmana terkedip gelmelerini istemez. Bu gerçekleri görmezlikten gelen düşmanı durdurmak için kılını kıpırdatmayan Avrupa devletleri, düşünsünler ki aynı âkıbete uğrayabilirler...»
Bundan sonrasını dinlemek bile istemedi, fakat öyle bir kalabalığın içinde kalmıştı ki, geriye doğru adım atacak yer yoktu. Paşa’ya «yeter artık!» diyecek gücü de yoktu. Onu haklı bulacak hoşgörüsü de, tevazu’u da yoktu artık. «Hayır!» diyordu, insan ya olur, ya ölür!»
Paşanın konuşmasından sonra, Fasso Efendi de bir şeyler söyledi. Ama o doğrudan doğruya gazetecilerin diliyle konuştuğu için tercümanlara iş düşmedi. Yalnız, konuşmasının sonunda eliyle yandaki bir salonu gösterdi ve gazeteciler o salona geçtiler. O yana itilen kalabalığın içindeydi Rasim. İçeri girince gördüğü manzara karşısında donakaldı. Korkulu bir düş görüyormuş gibi, karakoncolosların, hortlakların saldırısına uğrayacakmış gibi bir ürperti duydu: Karşıda, taburelerin üzerine oturmuş iki sıra insan vardı. Dudakları kesilmiş, dişleri görünüyor; burunları kesilmiş, yüzleri çukur; başları kulaksız, elleri tırnaksız!
- Düşmanın elinden sağ olarak işte bu halde kurtuluyorlar! Dedi Fasso Efendi.
Rasim faltaşı gibi açılan gözlerle baktı. Gözleri bulandı ve karşısındaki insanlar kimlik değiştirir gibi geldi. Musa Dayı, Hacı Ömer, İsmail Aga gibi gördü onları. Mesude ve Selim gibi...ve kendini tutamadı. Gerisinde duran ve yol vermek istemeyen adamlara yumruklar savurarak bağırdı:
- Açılın! Savulun! Ne yüzle bakıyorsunuz onlara, maskaralık bu! Niçin! Niçin!
Salon karıştı. Fasso Efendi durdu. Gazeteciler ve inzibatlar Rasim’e doğru yürüdüler. İnzibatlar onu zaptedip oradan çıkarmaya, gazeteciler resmini çekmeye çalışıyorlardı. Sonunda iki asker onu oradan uzaklaştırdı ve bir çadıra, yüzbaşının karşısına götürdüler. Paşaların ve gazetecilerin huzurunda ne yaptığını, nasıl bağırdığını anlattılar.
Yüzbaşı askerlere:
- Bırakın ve gidin, dedi
Sonra, umurunda değilmiş gibi bir süre önündeki yazı ile oyalandı. Göz ucuyla Rasim’e baktı. Onun kendisine bakmadığını, başını elleri arasına alıp sessiz gözyaşı döktüğünü görünce usulca kalktı, yanına yaklaşıp elini omuzuna koydu:
- Ne oldu evlât sana, ne yaptın? Dedi.
- Ne yaptığımı anlattılar işte!
- Niçin yaptın?
Rasim hınçla doğruldu, kanlı gözleriyle yüzbaşıya baktı ve sonra hiç bir şey söylemeden başını iki yana salladı.
Subay bir süre yine sessiz durdu. Sonra o da yere bakarak mırıldanır gibi konuştu:
- Gerçekte isyan etmek senin hakkın, hatta görevin, ama şu durumda elden ne gelir?
Rasim yumruklarını sıkarak ve haykırarak cevap verdi:
- Beni askere almak da mı gelmez elinden?
Tahmin ve sezgisinin onu yanıltmadığını gören subay, sesinin tonunu değiştirmeden devam etti konuşmaya:
- Evlât, bu isteğini yerine getirmeye çalışırım, ilgili makama gönderirim seni. Yalnız mısın?
Bu soruya cevap vermekte epey güçlük çekti Rasim. Sonunda anlattı durumu. Tulça’dan nasıl geldiklerini ve şimdi kaç kişiyle ne hâlde bulunduklarını özetledi. Sonra da yüzbaşıya yalvardı:
- Beni askere al, ama onlar trene binip İstanbul’a gidinceye kadar bunu bilmesinler. Mesude hiç bilmesin. Giderken ben söylerim. Ama asker olmayacaksam yine burada kalırım ve düşman gelirse kendi usulümce vuruşurum. Buna kimse engel olamaz. Artık kaçmak bana haram, hepimize haram!
.................................................
Rasim, Edirne’yi savunan talimsiz gencecik erler arasında bayrak gibi dalgalandı. Yelesi al kanlara boyanmış bir arslan gibi dövüştü. Göğsünü bulan son bir kurşunla devrildiği zaman, «Allah’ım, dokuzunu devirdim, sana çok şükür» dedi. Bu, son sözleriydi. Yanağını vatan ananın yanağına yasladı, toprağı kucakladı ve gözlerini yumdu.
Mesude?
Kara trenden inince yolculuk bitmiş olmadı. Onları kayıklara bindirip Üsküdar’a geçirdiler. Oradan arabalarla Anadolu içlerine gönderdiler. Mesude’nin gözlerinde yalnız Rasim’in hayâli vardı. Belki de İstanbul’da İstanbul’u, denizde kayığı, karada arabayı bile görememişti. Musa Dayı’nın işaretiyle onun peşinden gidiyor, onun yalvarmasıyla yemeğini yiyor ve hiç konuşmuyordu. Hiç unutmadan, söyletmeden yaptığı tek şey, odları tutuşturmak, kül kaplarını taşımaktı."
Dobruca’nın Tulça şehrinden yola çıkan 272 kişilik göç kafilesinden sadece onbir kişi hayatta kalmıştır:
"Onbir kişi aynı köye yerleştiler. Musa Dayı iki kardeşin babası oldu. Üç kişilik bir aile olarak yerleştikleri küçük evde Mesude, ilk iş olarak kül kabından çıkardığı közlerle ateşini yaktı.
Bugün, İç Anadolu’nun büyükçe bir köyünde, kerpiç duvarlı bir evin bacasından, Dobruca’dan getirilen o odların dumanı hâlâ tütüyor".40
Rasim Edirne’deki korkunç muhacir manzarasına dayanamayıp isyan ediyor ve Doksanüç Harbi’nin kurbanları bu masum insanlara yardımda bulunacak Komisyonun başında Türk olmayan kişilerin bulunduğuna bir türlü aklı ermiyor. Bu satırlar bize Berlin Barış Kongresindeki benzer durumu hatırlatıyor. Misha Glenny Balkanlar (1804-1999) adlı eserinde şunları yazıyor:
''Türk heyetinin başında zeki ama talihsiz Karatodori Paşa vardı; bir Fenerli Rum olan Paşa Kongrede Osmanlı İmparatorluğunun uğrayacağı hezimet nedeniyle kolaylıkla suçlanabilirdi. Bismarck heyet başkanı olarak bir Rumun seçilmesini duyarsızlık olarak görüyordu, ama Karatodori Paşa’nın yardımcısı olarak 1876 Sırp-Osmanlı Savaşında askerî bir kahraman olan Mehmet Ali Paşa’nın seçilmiş olmasını da bağışlanmaz bir hakaret olarak kabul ediyordu. Mehmet Berlin’den birkaç kilometre ileride olan Brandenburg’da Karl Detroit olarak doğmuştu. Prusyalı genç, zorba bir kaptanın elinden kurtulmak için İstanbul’da gemisinden kaçtıktan sonra Tanzimatın büyüklerinden Ali Paşa’nın himayesine girmişti. Detroit tıpkı otuz yıl önce Sırp Ömer Paşa Latis gibi Müslüman olduktan sonra Osmanlı askerî hiyerarşisinde yükselmişti. Heyete alınmasının nedeni Balkanlar’ın coğrafyasını ve politikasını çok iyi bilmesiydi ki bu durumda Kongrede sayıları parmakla gösterilecek az insandan biriydi. Ancak Bismarck’ın konferansa katkıda bulunma çabalarını ısrarla engellemesi nedeniyle bilgisini delegelere aktaracak fırsat bulamamıştı''.41
Berlin Kongresinde muhacirler konusu gündeme getirilmemiştir:
''Berlin Kongresi büyük göçmen hareketleri, büyük ama sert toprak tartışmaları ve dahilî iktidar mücadeleleri fonu önünde toplanmıştı. Kongre işini gayet ağır tempoyla görürken Rus askerleri ve Bulgar başıbozukları Bulgaristan’daki Müslüman sivilleri öldürmek için el ele vermişlerdi. O yaz İstanbul’a 150 000’den fazla mülteci akını olmuş, kentin altyapısı çökme durumuna gelmişti. Belediye yetkilileri bu yük altında ezilirken başlayan tifüs salgını ve kıtlık nedeniyle hükümet mültecileri o sırada Rus işgali altında olan Edirne’ye dönmeye ikna etti. Balkan gerçeğinin bu unsurlarından Kongrede hiç söz edilmemekteydi.
At nalı masa başındaki yedinci ''büyük devlet'' olan Osmanlı heyeti bu konuları tartışmaya açmak istediğinde Bismarck kendilerini hemen susturdu. Türkler her adımda aşağılanıyorlardı. Kongrenin resmî sosyal toplantılarından birinde Alman orkestrası yedi delege ülkenin özgün müziklerinden bir program hazırlamıştı. Ancak müzisyenler Türk müziği ile uğraşmayı reddettiklerinden Türk müziği yerine Mozart’ın ''Türk marşı'' ile Donizetti’nin ''Sultan marşı'' çalındı. Bu, katlanmak zorunda kaldıkları aşağılamaların en hafifiydi''.42
Osmanlı Devleti’nin Doksanüç Harbi’nde kolayca ve çok çabuk yenilgisinin sebepleri anlaşılamamıştır. Gelişen olaylar yabancı diplomatları da hayrete düşürdüğü bilinmektedir. Londra sefareti İstanbul’a gönderdiği telgrafında şöyle demiştir: “Düşmanın Tuna’yı kolayca geçmesi hayreti mûcip oldu. Balkan geçitlerini muhafazaya, köprüleri yıkarak düşmanı nehre dökmeye muktedir oldukları hâlde bir şey yapmamaları sebebi anlaşılamıyor”.43
Harp sona ermiş olsa da zulüm bitmemiştir. Bu zulümleri örneklerle sergileyen O. Keskioğlu Ömer Seyfeddin’in eserlerinden de şu alıntılara yer veriyor:
“Bilmem eski bir derebeyin torunu olduğum için mi, Bulgaristan’da gezerken hep kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım...” diye başlayan bu hikâyede yazar, banyolara gider. Orada Kostanof adlı bir Bulgar ile tanışır. Bu kişi, eski bir ihtilâlcidir, Bulgaristan müstakil olunca mebus olmuş, adliye vekili olmuş, antika bir adam...Türkçe’yi diplomasi dili sanıyor, Bulgarlarla bile Türkçe konuşuyor...
- Ne var, ne yok, söyle bakalım!
- Hiç, gospodin.
- Nasıl hiç? Siz yeni türemeler her şeyin adını hiç koydunuz. Sonra beni süzdü:
- Bu da kim; yeni yamaklardan mı?
Hayır, gospodin, Bulgar değil..
- Ya ne?
- Türk.
- ... Türklerde yalnız bir şey vardır, taassup.
Evet, taassup. Ben Türkler’in bu taassubundan Bulgaristan’da çok istifade ettim. Devletimiz yeni kurulduğu zaman ben olmayaydım, Bulgaristan bugünkü Bulgaristan olamazdı. Çünkü Türk o kadar çoktu ki... Mutlaka Sobranya’da müsavi gelecektik. Kabinenin yarısı da bir gün onlardan olabilirdi. Fakat ben, fakat ben... diye başlayıp anlatır:
Hükümet kurulunca komitelerle toplantı yapmışlar, katliâm düşünüyorlarmış, fakat Avrupa’dan korkmuşlar. Ona sormuşlar, o da kolay, demiş. Hepsini Türkiye’ye gönderirim. Nasıl yapacağını sormuşlar, anlatmış'': Ben biliyordum ki, Türkler’in en aziz hissiyatı taassuplarıdır. Küçükken aralarında büyüdüm. Komşularımız hep Türk’tü. Bunların kimseye garezleri yoktur. Hatta kendilerine o kadar kötülük yapan Ruslara bile fenalık etmezler, yaralılarına su, ekmek, ilâç verirlerdi... Meselâ, domuza fena hâlde garezdirler... Deliorman’a kaymakam oldum. O vakit orada ilâç için olsun bir tek tane Bulgar yoktu”, diyor. Makedonya’dan muhacir getiriyor. Bu muhacirlere para vererek domuz aldırıyor. Domuzları sokaklarda dolaşmaya başlıyor. Türkler bundan rahatsız oluyor, birer birer hicret etmeye başlıyorlar. Bu tuhaf zulüm sayesinde iki yılda orada Türk kalmamış. Diğer yerlerde de bu usulü uygulamışlar. Türkleri yüzlerce yıllık yerlerinden yurtlarından etmişler, kaçırmışlar. Hikâye şöyle bitiyor:
“...Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi. Ateşsiz bir humma her tarafımı yakıyor, sovuk sovuk terliyordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden, cesur ecdadımın, yiğit kan kardeşlerimin, sâf milletimin kavukları düşerek, atları arabaları bataklıklara saplanarak, topları tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları yollara dökülerek bir çılgın ordusu hâlinde kaçtıklarını görür gibi oluyorum. Ah, evet, o gece hiç uyuyamadım”.44
Dostları ilə paylaş: |