“26 Ağustos günü Türklerin Uşak doğusunda demiryolunu keserek Afyon’u kuşattıklarını, hatta Afyon’un Türkler tarafından ele geçirildiğini duydum.”
Olayları iki gün arkadan yansıtan bu telgraf Londra’ya 29 sabahı ulaştı. Ciddi bir ilgi görmedi. Zaten Lamb sabah ikinci bir telgraf göndererek, ‘Afyon’un düştüğü haberinin doğrulandığını’ bildirecekti.
29 AĞUSTOS sabahı İzzettin Bey kolordusunun bütün tümenleri Frangos kuvvetlerini yakalamak için harekete hazırlanıyorlardı.
Hava rüzgârlıydı.
15. Tümen’in 56. Alayı da yürüyüşe geçmek üzereydi. Ama dişsiz, buruşuk yüzlü, şirin bir yaşlı kadın Alay Komutanı Fehmi Bey’in eline yapışmış bırakmıyordu. Çevrede alayı uğurlamaya gelmiş kadın, erkek yüzlerce köylü vardı. Sıraya girmiş askere hâlâ börek, meyve, pestil ikram etmeye, haşlanmış yumurta vermeye çabalıyorlardı. Bazı çocuklar askerlerin kucağına tırmanmışlardı. Ortalık bayram yerine benziyordu.
“Anam, izin ver de yola çıkalım”.
“Yoo, valla bırakmam.”
“Geç kalıyoruz. Yolumuz uzun.”
“Biz sizi üç yıl bekledik. Şimdi biraz da siz bekleyin. Daha diyeceğim var. Ben Üsküplüyüm. Ay yıldız Üsküp’ten ayrılınca, onun peşine düştüm. Göçmenin derdi, bayrağının altında ölmektir, oğul. Beş kere göç ettim. O nereye, ben oraya. Sonunda Anadolu’ya geldik. Ama düşman buraya da yetişti. Al sancak orduyla birlikte Ankara’ya gitti. Mecalim yok ki yine peşine düşeyim. O dönene kadar ölmemeye ahdettim. Ahdimi de tuttum. Ordu da, o da döndü. Ama bir açıp da sancağın yüzünü göstermediniz.”
Fehmi Bey’in yüreği köpürdü:
“Biraz bizimle birlikte yürüyebilir misin?”
“Yürürüm!”
Komutanın işareti üzerine komutlar verildi. Alay yürüyüş düzenine girdi. Sancaktar ve sancak muhafızları en öndeydi. Fehmi Bey yaşlı kadını sancaktarın arkasına götürüp bıraktı.
“Burada dur anacığım.”
Kadıncağız ne olacağını anlamamıştı. Huzursuz bakıyordu. Sancaktar ve muhafızlar usulünce sancağı açınca, kadının yüzüne sanki nur yağdı, öyle parladı birden. Sancaktar sancağı kaldırdı. Al sancak kadının üzerinde dalgalanmaya başladı.
Kadın dirildi, dirildi, başını gururla kaldırdı.
Alayla birlikte, gözleri sancakta, dimdik, ayrılık çeşmesine kadar yürüdü.”56
Turgut Özakman, Halide Edip Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı eserinden esinlenerek yaşlı göçmen kadının simasını oluşturduğunu bildiriyor. Halide Edip’in söz konusu eserinde yazmış olduğu hatırayı okuyalım:
“Salihli’nin 8000 binasından yalnız birkaç yüzü kalmıştı. Biz, karargâh olacak binanın avlusuna girdik. Zabitler çeşmelerde ellerini, yüzlerini yıkıyorlardı. Ben de bir çeşmeye yaklaşarak susamış bir inek gibi mütemadiyen su içtim. Garnizon kumandanı beni görünce dedi ki:
-
Onbaşı, benim emirber şehrin öbür tarafındaki bir eve sizi götürecek.
Yarım saat yürüdükten sonra, misafir olacağım eve gittim. Kocaman bir evin kapısını çaldık. O tarafta, karşısındaki birkaç küçük evle yanmamış bir o vardı yalnız.
Sokakta dolaşan kadın ve çocuklar başlarındaki damlar kaldığı için memnun görünüyorlardı. Beni eski Türk usulü bir odaya aldılar. Sedirler beyaz örtülü. Perdeler beyaz. Mum ışıkları altında iki kadın beni camdan karşıladıkları zaman ne kadar yorgun olduğumu hissettim. Başım dönüyor, dizlerim titriyordu. Fakat bu, maddî yorgunluktan çok, Sarı kız maden suyunun önündeki facianın tesiri idi. Bu kadınlar, benim insanlardan ayrı gibi görünen kafamı, hüviyetimi günlük hayata çekip getirdiler. Kızı bir leğen getirdi; elimi yüzümü yıkadılar. Ondan sonra sedirlerin üzerine beyaz bir yastık koyarak beni yatırdılar:
-
Aman ne olur, Saçımı çözünüz, kuzum, diyordum. Başımdaki firketeler âdeta birer hançer gibi kafama batıyordu. Kadın, saçımı çözdükten sonra, önüme diz çöktü, yanağını yanağıma dayayarak, şehirde olup bitenleri ve şahsî dertlerini anlatmaya başladı.
Çarşamba günü, bir Türk süvari bölüğünün Salihli’ye gelişi Yunan Garnizonu’nu korkutmuş. Şehrin bu kısmını yakmaya vakit bulamadan Yunanlılar kaçmışlar. Bura halkı, şehri bayraklarla donatmış, yerlere kapanarak kurtarıcı askerlerin atlarının ayağını öpmüşlerdi. Bu kadın diyor ki:
- Babam da bir askerdi. Onun yeşil bayrağını saklıyordum. Ben de süvari alayına katıldım. Alay ertesi sabah buradan ayrılırken, Türk ordusunun gelmekte olduğunu söylediler. Askerî tren gelince, bütün halk ellerinde bayraklar, türkü çağırarak istasyona gitmişlerdi. Fakat, bu defa gelenler Türk ordusu değil, Yunan fırkasıydı. Bu fırka, o zaman bu şehri bir cehennem haline soktu.
Kadın, bu son Yunan fırkasının yaptığı vahşeti anlattı. Halk, şehirden kaçmaya başlamış. Hikâyesinin sonunda, kollarını boynuma dolayarak ağlamaya başladı:
-
Oğlum da Yunanlılar gelince bizim orduya gitti. Bir haber alamadım. Acaba Yunanlılar’ın eline mi geçti?
Ben tahkik edeceğimi vaat ettikten sonra, bana yerde temiz bir yatak yaptı, kendi geceliğini giydirdi, bir de sıcak çorba içirdi.
Gece olunca, oda kadınlarla doldu. Yatağımın etrafını alarak, hepsi bir bir boynuma sarılıyor, aynı hikâyeyi tekrar edip duruyorlardı. Bunların arasında siyah çarşaflı, İstanbulvari bir kadın hikâyesini anlatırken, tekrar beni çıldırtıyordu. Diyordu ki:
- Biz birkaç dul kadın yanan şehirden kaçmaya çalıştık. Sokaklarda koşuşurken sekiz yaşında küçük kızım Nigâr benim beyaz mendilimi istedi. Düşman gelince, kız diz çökmüş:
- Teslim, teslim, diye ellerini kaldırmış, ama kızı kalbinden vurmuşlar.
Sabahleyin tam daldığım zaman, ihtiyar nine geldi, başımı okşamaya başladı.
-
Sen ne zaman döndün, Nine, diye sordum. Anlattı:
-
Yavrucuğum, ben Üsküp’tenim. Beş hicret (göç) gördüm. Ay yıldız nereye giderse, peşinden gittim. Mutlaka onun altında ölmek istiyordum. Balkan Harbi’nden sonra İstanbul’dan çıktım. Anadolu’nun Kâbe toprağı olduğuna inanırdım ve oraya kâfirlerin gireceğine inanmazdım. Onlar gelince şaşırdım. Bir mucize bekledim. Zafer haberi geldiği zaman Yunanlılar hâlâ şehirdeydiler. Benim bağlarım arasındaki küçük kulübeye gelmediler. Bana bakan küçük bir torunum vardı. Ay yıldız gelmeden ölmekten korkuyordum. Beni götürsün diye ona yalvardım. Oğlan beni bizim eşeğe bindirdi, ben de ağlayarak gittim. Nihayet bizimkilere kavuştum. Onları görür görmez ben onlara sarıldım, onlar bana sarıldılar. Bana bahçelerden kavun koparıp verdiler. Ay yıldızın arkasından geldiğimi söylediğim zaman, beni omuzlarına aldılar, bayraktarın arkasında ay yıldızın altında yürüdüler.
Şimdi ayağa kalkmış, asker gibi yürüyor, emirler veriyor; kadınlar gülüyor, el çırpıyorlardı.”57
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı zaferle sona erer. Lozan Barış Konferansı’nda mübadele kararı alınır ve Yunanistan Türkler’inin Anadolu’ya göçleri başlar. Bu olayları Akıle Vardar-Sezgen’in Muhacırlar-Mübadiller adlı şiirinden okuyalım:
.......................................................
Yıl 1924 “Rumlar ve Türkler
Yer değiştirecek
Mübadele olacak” dedi Milletler arası anlaşmalar
Mustafa’m, Mustafa Kemal’im
Nasıl koparırsın Balkanlar’dan...
“Balkan şehirlerinde
Geçerken çocukluğum
Rumca bildiğim için
Canımı kurtardım” derdi
Babam Ömeroğlu İzzet Sezgen.
.................................................
Ah anam Rum baskınlarından
Toprağa gömüp çeyizi kurtaramayan Anam
Sen Rumeli’nde eline kahve getirilen,
Türkiye’de kocanla omuz omuza
Mücadele veren,
II. Dünya Savaşında
Dostları ilə paylaş: |