Türkiye’mde mutlu geçer günüm, ayım
Sonbahar günleri yaşamaktayım
Özgürüm, martı gibi uçmaktayım
Artık açık gitmeyecek gözlerim
Anavatandır en sağlam dayağım
Burada olacak arka toprağım
Ve üstümde ay yıldızlı bayrağım
Ölsem bile, sönmez közlerim.126
Göçmenleri küçümseyenler de vardır. Sanatçı Rahim Recep, Benim İnsanlarım adlı şiirinde şöyle diyor :
Dürüstlüğü öğrenmiştirler ana-
babalardan
Dünyaları kır çiçekleri gibi renkli ve
iyimserdir.
Onurludurlar rüzgârlara göğüs geren
kayalarca
Serttirler, güçlükler yıldıramaz onları
hep iyimser çözümlemeye yanaşırlar.
Onlarda
Hep vatan sevgisi, millet sevgisidir,
tüm arayışlar.
Küçümseyenler var benim insanlarımı !
Küçümseyenler
Bodrum katlarda viran bir makineyle
Padişah rüyası görenler.
Küçümseyenler
isminin dışında alfabeyi
bilmeyenler.
Benim insanlarımın beş parmağında beş
hüner.
Bir gün kendisini küçümseyenlere
Vatan sevgisini, insan sevgisini
öğretecekler
El uzatmasını öğretecekler
çamura düşmüş bir insana.
Benim insanlarım
Dürüstlüğü öğrenmiştir ana-
babalarından
İnsanlık fışkırır, sevgi fışkırır
damarlarından.127
Özgürlüğün mutluluğuna kavuşanlar, geçmişin kâbuslarını da asla unutmuş değillerdir. Sanatçı Nazmi Adalı göçmenlerin Bulgaristan'da yaşamış oldukları karanlık dönemi şöyle şiirleştirmiştir:
YAŞADIĞIM PRANGALI GÜNLER
(Bulgaristan'dan gelen soydaşım dert küpü)
Dilim varken dilsiz edildim
Barikat kondu yoluma
Elim varken elsiz edildim
Silleler indirildi koluma
Gülemezdin, gülmek yasaktı
Ağlamak serbestti, ağla da ağla
Neşem, sevincim tutsaktı
Avlanırdım Tüfekle Ağ'la.
Esiriydim körolası Bulgarın
Talih, Kader utansın
Onulur mu bu yaralarım?
Doktor Tarih anlatsın.128
Mehmet Serbest de Umudumuz adlı şiirinde şu duyguları paylaşıyır:
“ Biz çook ama çok acılar çektik
Sövüldük, dövüldük, itildik, kakıldık
Doğduğumuz topraklardan atıldık
Bebeye, doksanlık nineye çekildi tetik.
Sabrettik, şükrettik yılmadık
Onların demesiyle İvan olmadık
Geçse de günlerimiz hep karanlık
Türkoğlu Türk doğduk, Türk kaldık.
Uyku girmedi göze tüfek, köpek sesinden
Terk ettik anne baba, evlât demeden
Bir köy kaldı orada toz duman içinde
Günlerce yürüdük lokma ekmek yemeden
Umudumuzu hiçbir zaman yitirmedik
Baktık sadece dolu gözlerle
Dinimiz, dilimizi, kültürümüzü bitirmedik
Avutulduk, hep yalan sözlerle”129
Emine Hocaoğlu ise o karanlık dönemi şöyle şiirleştirmiş:
“Zorbalık içinde büyüdük,
Bayramlardan neşeden uzak.
Diken olduk büyüdüğümüz toprakta
Kaderimiz yazılmıştı ezelden
Anlayan yoktu ki halden.
Tören şenlik bilemedik,
Namaz vakti namazı kılamadık
Ezan vakti ezanı duyamadık
Çocuk doğurduk adını koyamadık,
Ölü gömdük taşını dikemedik
Işık saçtı yüce Tanrı kuluna
Türklük devam etti yoluna
Biz, Osmanlının Avrupa kulları
Bulacaktık hak denilen yolları”130
Uyum sürecinde yaşananları yeni yayımlanmış kitapların sayfalarında da buluyoruz. Ahmet Şerif Şerefli'nin Bulgaristan'daki Türkler (1879-1989) adlı kitabında yer alan şu satırları okuyalım:
"Öğrenimi, bilgisi veya görgüsü olan herkes, elinde meşale taşıyan kimseler değillerdi. Türk kardeşleri aleyhine Bulgar’a muhbirlik yapanlarımız bulunuyordu. Bu gibilerden çok çektik... Büyük Göç’te kendilerine maşalık eden hainleri, Bulgar yine sınır dışı etti. Türkiye’mizde hiç kimse bu çamur insanlardan hesap sormadı. Millî duygunun, utanmanın ne olduğunu bilmeyen bu hain kişiler burada yaşantılarını cezaevlerinde yatanlardan defalarca daha iyi bir çizgide sürdürmektedirler.
İnsanı soysuz, dilsiz, adsız, dinsiz, geleneksiz bırakmanın yarasını, bıçağı kendine saplayınca anlamak mümkün. Türk kültürünü kökten kazımanın adlarda Bulgar vatandaşlarına da dokunan yanı vardı. Bugün Bulgaristan'da on binlerce Bulgar’ın soyadları Türk kökenlidir: Abacı(yev), Çarıkçı(yev), Kara(slavov), Simitçi(yev), Koyunderili(yev) gibi. Ama onlar bu Türk kökenli soyadlarını değiştirmek istemediler. Karşı koydular. Türklerden, Türklükten nefret ettikleri hâlde nesilden nesle geçmiş, etle tırnak olmuş bu soyadlarından vazgeçmediler. Bizi ağlatan, öldüren kanun onlara diş batırmadı. Soydan, kültürden geleni koparıp atmak elbette kolay değil. Ama biz millî Türk azınlığına her şeyi reva gördüler. Dediklerini yaptırmak için ordu çıkardılar. Kan döktüler. Toprağın yüzü kızardı, tarih utandı, dinsiz Bulgar’ın yüzü kızarmadı. Bu mahşer günlerinde Türkiye'miz de bize sahip çıkmadı. Neden? Çünkü Türkiye'nin bizleri korumak için bir devlet siyaseti yoktu. Osmanlılar bu topraklardan çekileli unutulmuştuk. Bizim varlığımızı, hani derler ya, Allah bile unutmuştu. Kasabın merhametine kalmış koyunlar gibiydik. Bulgarlar Amerika'daki ve Kanada'daki 40-50 soydaşına bile sahip çıkmayı başarmışlardır. Bu gibi konularda önemli olan insanın, insan olmanın değeridir kuşkusuz.
Göç konusunda 1989'da sınırın açılması önceki yanılgıların tekrarıdır. Bulgaristan bizim ecdat yurdumuz, vatanımızdı. Yeraltındaki ölüler, yeryüzündeki kültür değerlerimiz 600 yıl varlığımızın kanla yazılmış tapularıydı.
Bu eserin çok eksiklikleri olabilir. Ben bu kadarını yapmasaydım bu kitaptakiler de tarihin unutulmuşluğuna karışacaktı. Halbuki bu görevi yapacak başka adamlarımız vardı. Yapmadılar. Bu azı millî davaya hizmet için yaptım. Gazilerimiz, mahkûmların bazıları bu kitaba alınmalarını istemediler. Bu, işin üzülecek yanıdır. Kendilerine sahip çıkılmadığından dolayı Türkiye Cumhuriyeti'ne gönülleri kırıktı. Ölüme mahkûm edilmiş, Bulgar zindanlarında 15-20 yıl çürüyenler Türkiye'ye yaşlı, hasta geldiler, kendilerine Vatanî Hizmet tertibinden birer sembolik emekli maaşı bile bağlanmadı. Savaşanlar siz miydiniz, deyip hâlleri sorulmadı. Bazı bilinçsizler, biz göçmenlere "Bulgarlar" diye hitabettiler. Halbuki 4-5 yüzyıl öncesi bu topraklardan kalkıp gitmiştik Balkanlar'a. Artık geriye dönüş yapıyorduk. Acaba bizler bu ülkede yabancı mıydık?
İki kez ölüme mahkûm edilen Şumnu'dan Mehmet Fuat bu kitaba alınmasını istemedi. Burada gönlünün yaralı olduğunu söyledi. Köyümüzden (1985'lerde) 7 genç (Torlak köyünden) mücadele etmek için bir küme oluşturmuşlardı. Yakalandılar, 15, 10, 8'er yıla mahkûm edildiler. Kitaba alınmalarına izin vermediler. Kırgındılar."131
Aynı kitabın bir başka sayfasından da buraya şu satırları aktaralım:
"1989'daki mecburî göçün devam ettiği günlerde... Alvanlar köyü olaylarındaki direnişten dolayı, Belene'ye sürülen mücahitlerin hemen hepsi Çorlu'da idiler. İçlerinden biri (bağlama ustası İsmail enişte) şu beyanda bulunmuştu: "Biz üç aydır bu okulda, her sınıfta 6-7 aile olmak üzere, kalıyoruz. Akraba da olsak ayrı ayrı aileleriz. Ne soyunabiliyoruz, ne giyinebiliyoruz, ne de banyo yapabiliyoruz. Oysa, bizler (mücahitler) banka kuyruğunda beklerken, bizi (Bulgar’a) satan eski muhtar millet haini, Çorlu Emniyet Müdürü veya Belediye Başkanı ile kol kola gelip, yardım paracığını alıyor ve şişine şişine gidiyor. Adam bizi (Bulgar’a) satmaktan kazandığı parayı da (huduttan) rahatça geçirmiş ve Çorlu'nun en iyi yerinden iki tane daire de aldı. Para nelere kâdir. Bizim anavatanımızda hainlerin daha makbul oluşu, bizi kahrediyor."132 Mehmet Türker’in de Gölgedeki Kahraman adlı kitabında bu tür yorumlara yer verilmiştir.133
1989'da gelen göçmenlerin Türkiye'de uyumu meselesi Bulgar araştırmacılarca yakından izlenmektedir. Bu konuda Türkiye'de sadece bir iki makale yazılabilmişken134, Bulgaristan'da Bulgarlar tarafından birçok yazı yazıldı ve böyle yazıların birkaçı bir araya getirilerek kitap hâlinde 1998 yılında Sofya'da yayımlandı. Söz konusu kitabı derleyen araştırmacı A. Jelâzkova, ayrı ayrı sosyal grupların uyum sürecini değerlendirirken, komünist döneminde Komünist Partisi’nin okullarından geçmiş, kurs görmüş eski komünist Türk yöneticilerin böyle hazırlık görmüş olmaları, yeni sosyal ortama kolayca ayak uydurmalarında bir öncelik teşkil ettiğini belirtmektedir. Her şeyden önce psikolojik planda, öteki göçmenlerin birçoğundan farklı olarak bu kişiler, megaşehir İstanbul veya Anadolu'nun uzak kentlerine yerleşmişlerdir. Bulgaristan'da, mensup oldukları kendi Türk toplumuna işledikleri günahlarından, yapmış oldukları hainliklerinden utananlar, göçmen kitlelerinin eleştiri yağmuruna tutulmaktansa, ya kozmopolit bir şehir olan İstanbul'da anonimliğe gömülmeyi veya uçsuz bucaksız Anadolu toprağının 60-70 milyonluk nüfusu arasına karışıp kaybolmayı tercih etmişler ve böyle bir imkânı büyük bir şans olarak görmüşler, azami derecede bundan yararlanmışlardır. A. Jelâzkova, eskiden Bulgaristan'da Komünist Partisi başkanlığı yapmış kişileri şimdi Türkiye'nin küçük kasabalarında cami yönetim kurulu üyesi olarak hayırsever faaliyetlerde veya her şeyden önce kendinle huzura kavuşma yolları konusunda çocukları eğitirken görmek mümkündür, demektedir.135
A. Jelâzkova’nın derlediği kitaptaki bu tür değerlendirmeler ne yazık ki hep acı gerçeklerdir. Sosyalizm döneminde Bulgar yöneticiler Türk "yardımcılarından" çok yararlandılar, Türk’ü Türk’e karşı kullandılar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk büyük göçün (1950-51) Bulgaristan Türkleri edebiyatına yansıdığını görmek mümkündür. 1950’lerde Bulgar komünist yöneticilerin ideolojik politikasında Türkiye hedef alınmıştı. Bu büyük hedefte Bulgaristan Türkler’ini Türkiye’den soğutmak, uzaklaştırmak amacı da vardı. Y. V. Stalin’in emri üzere Türkiye’ye göçün durdurulması kampanyası başlatılmıştı. "Gerici, tutucu" bir Türkiye ile Bulgaristan Türkler’inin hiç bir ilişkisi olmadığı konusu uzun süre Türkçe basın sayfalarında da eksik olmadı.136 Güdülen politikaya ayak uydurup 1950-51 göçünü şiirleştirenler de bulundu. Hâlen İstanbul’da oturmakta olan Mehmet Çavuşef’in meşhur eserlerinden biri olan Mektup adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:
………………………………………..
-Burda hayat berbat, dedi, inandın.
Kalkıp göç etmeye karar verdiniz,
Türkiye’yi vatanından hür sandın
Aç-perişan, Edirneye erdiniz.
Dediler ki: "Sana yeter Adana".
Osman ağa Edirneye yerleşti.
"Gülmez" diye ad taktılar adına
Yüreğinde binbir keder birleşti.
Yorganını yol parası edip sen
Tuttun hemen Adananın yolunu
Kara vagon köşesinde titrerken,
Gözyaşıyla öpüyordun oğlunu.
İki sene çabaladın, çalıştın
"Dinlen artık, yorulmuşsun" diyen yok
Dövülmeye, sövülmeye alıştın
Orda sizi insan diye sayan yok!
……………………………………….
Yazıyorsun:....Bir haftadır hep açız,
Açıktayız, güldüğümüz bir an yok...
Ekmek için taş kırmaya muhtacız
Bize burda „Kimsin“ diye soran yok.
Özledim o hür göklere boy atmış
Yeni yeni zavotlarla, vatanı.
Bulgaristan harikalar yaratmış
Değişmem ben onunla cihanı.
Doğrusu ya, bu diyarı hür sandık
Ağlar mısın, güler misin bu işe
Yerinizde oturunuz, biz yandık,
Çaremiz yok, kattık tırnağı dişe!137
Yukarıda yer verdiğimiz Mektup adlı şiirin cevabı da gecikmemiş, Mektuba Cevap adlı bir şiir daha yazarak Mehmet Çavuşef bunu Yeni Hayat dergisi sayfalarında 1955’te yayımlamıştır.
Türkçe’ye saldırılarda da yine bazı Türk aydınlar kullanıldı, çoğu durumlarda Türk "yoldaşların" katkısıyla Türkçe’mizin kaderi belirleniyordu. 1958’de Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi’nde Türkçe’nin söz varlığına Bulgarca kelimeler kazandırılması, Türkçe’nin gramer yapısının değiştirilmesi kararlarını uygulamaya geçirecek bir komisyon kurulur.138 Komisyon harekete geçer ve bu konuda toplantılar düzenlenir. Merkez Komitesinde dar çerçevede bir toplantı yapılır. Türkler’den Selim Bilâlov, Sabri Demirov, Osman Saliev, Salih Baklaciev, Hüseyin Mahmudov vb. yoldaşlar da Komisyon üyeleri olarak bu toplantıda hazır bulunurlar. Sofya Üniversitesinden Bulgar bilim adamı dilci Prof. Lübomir Andreyçin de bu toplantıya davet edilir. Tartışılacak konu: "Bulgaristan Türkleri’nin Konuşmakta Oldukları Türkçe, Türkiye Türkçesi’nden Apayrı Bir Dildir". Toplantıda hazır bulunanlar, Bulgaristan Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasında büyük farklılıklar vardır, dolayısıyla Türkiye’de ve Bulgaristan’da konuşulan Türkçe tamamen ayrı birer dildir., diye uzun uzun konuşmalar yapılır (Ayrıntılı bilgi için bakınız: D. Genov, 1961, 47-52). Prof. L. Andreyçin bilimsellikle alâkası olmayan bu konuşmalara dayanamayıp kalkar: "Hoşça kalın yoldaşlar, ben bir dilciyim. Dilin kuralları, kanunları vardır. Dil meselelerini sizler istediğiniz gibi halledebilirsiniz" diyerek toplantıyı terk eder... Türkçe çıkan basında da yazılar yazıldı, Türkiye’de ayçiçeği denilen bitkiye Bulgaristan’da gün döndü dendiği örnek gösterildi. Daha şöyle birtakım önerilerde de bulunuldu: Türkçe’deki Arapça ve Farsça kökenli kelimeler batı dilleri kökenli kelimelerle değiştirilmelidir, yabancı kelime değil mi, ne fark eder ve Arapça kökenli cumhuriyet kelimesinin yerine Bulgarca’da da kullanılan Lâtince-Fransızca kökenli republika kelimesi kullanılmalıdır, dendi. Böylelikle Türkler’in Bulgarca’yı öğrenmelerinde bir kolaylık sağlanmış olacağı vurgulandı. Talimat üzere bazı öneriler Türkçe basında uygulamaya geçirilerek eylül yerine septemvri, ekim yerine oktomvri kelimeleri yazıldı. Türkçe’ye ilişkin daha birçok orijinal fikirler üretildi. Türkçe basında Bulgaristan Türkleri’ne Kiril alfabesi esaslı yeni bir alfabe de önerilmişti bir Türk tarafından... Türkçe’ye saldırılara ve bu konuda "orijinal" yazılara 1958-1964 yılları döneminde Türkçe basında geniş yer verilmiş, yazarları da hep yukarıda adı geçenler ve benzerleri olmuştur. Söz konusu dönemin sadece Yeni Hayat dergisi sayfalarına bakmak yeterlidir.
1960’ların ortalarında Türkçe’ye saldırılarda bir azalma olmuş, hatta Türkçe eğitimine gereken önemin verildiği imajını yaratmak için komünist yöneticiler, Haziran 1967’de Silistre’de I. Millî Türk Dili Müşaveresi düzenlemişlerdir. İlk ve son olan bu toplantıya Bulgaristan’ın dört bucağından gelen Türkçe öğretmenlerinin çalışmalarına yön verirken ağırlık ideolojiye kaydırılarak Türkiye’de sosyalist devrimi konusu gündeme getirilir. Türk öğretmenlerin, Türk aydınlarının Türkiye’de sosyalizmi kurmak için hazırlıklı olmaları çağrısında bulunulur. Bu çağrıyı hâlen Çorlu’da oturmakta olan Hüseyin Mahmudov (Hacıoğlu) yapar. Kürsüye çıkarak: “Komünizmi Türkiye’ye götürebilmek, Türk halkına öğretebilmek için çok iyi öğrenmemiz, Partimizin de takdir edeceğibir görüştür. Konuşmalarda bu sorunlara ağırlık verilmesini istirham eder, hepinize saygılar sunarım…!” sözleriyle konuşmasını bitirir.139 Ancak Türkçe konusu birkaç yıl sonra yeniden gündeme getirilmiş ve Türkçe konuşma yasağı da uygulanmaya başlamıştır…
Yukarıda da belirtildiği üzere, Türk’ü Türk’e düşman edindirmekte Bulgar yöneticiler ustalaşmışlardı. Komünist yöneticilerin "yardımcılarının" mensup oldukları Türk topluluğuna işledikleri günahlar, yaptıkları kötülükler edebiyata da yansımıştır. Şiirde de düz yazıda da bu acı gerçekler gözler önüne serilmektedir. Eski Yugoslavya şartlarında da birtakımlarının benzer tutum ve davranışları yerli Türk edebiyatında yankısını bulmuştur. Fahri Kaya’nın Günün Birinde Oraya Uğrarsan adlı hikâyesi bir örnek olarak gösterilebilir.140
Bulgaristan, 1990’dan bu yana demokratikleşme sürecine girmiş bulunmaktadır. Geçmiş döneme kıyasla, izlenmekte olan liberal bir politikada bir hayli mesafe alınmıştır. Kuşkusuz, yapılması gereken daha çok şeyler vardır. Meselâ, Türk çocuklarının ana dili öğretimi konusu gerçek anlamda bir çözüme kavuşmuş değildir. Türkçe öğretiminde engellik yaratmaya çalışan birtakım çevreler sosyalizm döneminde olduğu gibi, günümüzde de Türk "yardımcılarını" kullanmaktadırlar. Bulgarlaştırma olaylarından yıllar önce Türk adından vazgeçerek Mihail Yançev (eşinin soyadını almış) olan Muhiddin Mehmedov, serbest seçmeli bir ders olan Türkçe öğretimine düşman kesilmiştir. Türkçe’ye meydan okuduğu aynı bu dönemde de bu kişinin (kendisini üniversite öğretim üyesi /!?/ olarak tanıtıyor) Türkiye Cumhuriyeti kurum ve kuruluşlarının yayımları arasında bir derlemesi (T. C. Kültür Bakanlığı yayını, 2002) ve bir yazısının (Türk Dili, 2003) yayımlanmış olması göçmen aydınlarımızı rahatsız etmektedir. Türkiye bilim kurumlarıyla yazışmalarında: "Ben Türküm" demeyip, "Ben sizlerle dildaşım" diye yazması da ilginçtir. Bulgaristan Türkleri’nin kökeninde Türklük izleri bulunmadığını, bunların zorla İslâmlaştırılmış Bulgarlar olduklarını yazılarıyla "kanıtlayan" ve başkalarının da böyle yazılar yazmalarını emreden141 bu kişinin Türkçe aleyhine de böyle düşmanca tavır almasını belki de normal karşılamak gerekir.142
Çocuklarının Türkçe’yi unutmakta olduklarını, bunların Türkçe olarak artık adlarını dahi yazamadıklarını, Bulgaristan’da Türkçe’yi karanlık günler beklediğini gören birçok Türk ana babalar, yine Türkiye’ye göç etmek için çareler aramaktadırlar.
Şunu da belirtmekte yarar vardır: Türk azınlığı ve Türklük aleyhine birtakım faaliyetlerde bulunmuş olanları, yeni gelinlerin çeyiz sandıklarındaki şalvarları çıkartıp paçalarını kesenleri, İslâm dini aleyhine yazdıkları "bilimsel" eserleriyle unvan almış olanları, başkalarının canlarını yakmakla kendi mutluluklarını kurmaya çalışanları, her şeyi nefsine yedirebilenleri, Felek yine Türkiye’nin eline düşürdü: Türkiye’ye göç etmiş olan bu kişiler Türkiye’nin her türlü desteğiyle; Bulgaristan’da, özellikle Sofya’da kalan böyleleri de Türkiye şirketlerinden aldıkları ücretlerle ve büyük bağışlarla ömürlerinin yaşlılık dönemini yaşamaktadırlar… Buna feleğin oyunu mu desek?!... Ne desek?!...
Balkan göçmenleri, Rumeli Türk ağızlarının birtakım özelliklerini de getirmişlerdir. Kemal Arı, mübadele göçmenleri "konuşulan dil yönünden de Türkiye'deki yerleşik kültüre farklı bir şive aktarmışlardır" diyerek şöyle devam ediyor: "Bu şivede "h" sesini yutarak ya da farklı bir sesle karşılayarak konuşmak pek yaygındı. Bunun yanında konuşmanın akışı "abe", "abe mari", "breh", "kızan", "kızancık" gibi terimlerle süslenmekte, bu durum özellikle konuşma anında heyecan, sevinç ve özlem gibi davranış kalıplarıyla birlikte ortaya çıkmaktaydı."143
Dil özelliklerinden söz ederken şunu da vurgulayarak belirtmek gerekir: Bir etnik mensubiyet ifade eden "Bulgar" kelimesinin Türkiye'de gelişigüzel kullanıldığı bir gerçektir. Göçmenler ise: "Biz Bulgar olsaydık, baba ocağımızdan kovulup da göç yollarında perişan olmayacaktık. Türk olduğumuz için Bulgaristan'da çileler çektik, neden Türkiye'de bize "Bulgar", "Bulgar Türkü" deniyor da B u l g a r i s t a n T ü r k ‘ ü denmiyor?", diyerek üzüntülerini dile getiriyor, sert tepki gösteriyorlar. Hatta "Bizim hâlimizden en iyi anlayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'tır", diyenler de oluyor. Çünkü Mayıs 1994’te Bursa’da düzenlenen bir panele katılan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Balkan Türkleri Göçmen ve Mülteci Dernekleri Federasyonu-Bursa-BALGÖÇ temsilcileriyle de görüşerek: "Bizim hâlimizden en iyi sizler anlarsınız", demişti.144 Birtakım Türkiyeli aydınlar, daha da ileri giderek "Bulgaristan Türkleri’nin ana dili Bulgarca’dır" diye yazmaktan çekinmiyorlar. Bu konu sanat eserlerinde de yankısını bulmuştur. R. Recep, Ben Bulgar Değilim adlı şiirinde şöyle diyor:
Dostları ilə paylaş: |