Bir başkadır Balkanlar’da Türk olmak,
Bir başkadır Balkanlar’da suçlu olmak!
Sen bilmezsin, en asil suçtur bu,
Eşi benzeri yoktur dünyada…
İşte bu yüzden,
Sakın “Bulgar” diye hitap etme bana!
Çünkü bir sancı çektim ben, bilemezsin…
Strancaların çook arkalarında…
Çünkü senelerce hasret kaldım ben,
Senin şefkat dolu kucağına.
Kızdığım bundadır işte sana!
Ne zaman ki, “Bulgar” diye hitap ediyorsun bana.
Ben, Türk olmanın bedelini su gibi içtim oralarda
kana kana!
Şimdi tek isteğim, haykırmak Türklüğümü…
Senin çorak topraklarından bütün cihana.
Hey Dünya!
Ben bir Türküm.
Bir zamanlar en büyük suçumdu bu benim.
Aynı zamanda, içimde yaşattığım ebedi gururumdu.
İşte şimdi haykırıyorum sana!
Ben bir Türküm!
Mustafa Kemal’in yolunda,
Şehit kanlarıyla yoğrulmuş Ay Yıldız’ın altında.
……………………………………………………………146
Yeni yayımlanmış bir romandan da şu diyalogu buraya aktaralım:
"-...Ben göçmen kökenliyim.
-Anladım. Sizler kızım, Bulgar’ın soykırımı cenderesinden geçmiş saygıdeğer insanlarsınız.
-Evet, ama beybaba, bizlere kasten "Bulgar" diyor bâzı kimseler. Tepedeki sorumlulardan bile diyenler bulunuyor... Siz neden hakaret etmediniz? Şaştım doğrusu!
-Aman kızım, o nasıl söz? Dört-beş yüzyıl önce hepiniz bu topraklardan göçtünüz. Oraları sürdünüz, ektiniz, öldünüz, yurt edindiniz. Şimdi geri dönüş yaptınız. Orada başka milletlere karışmadınız. temiz kaldınız. Anadolu’da bizlerse karıştık......
-Hatta Pekşen adında bir köşe yazarı bir yazısında bizleri Bulgar, ana dilimizi de Bulgarca olarak göstermeye çalıştı. Hem de hiç utanmadan yaptı bunu...
-Aldırma demeye dilim varmıyor kızım, ama sen yine aldırma. Sadece bir o değil, onun gibiler çoktur ülkemizde.
-Bizler bir zamanlar baba yurdumuz olan coğrafyada sanki kiracı olarak yaşıyor ve yabancı muamelesi görüyorduk. Vatan diye sarıldığımız tek şey dilimizdi. Yasak edildiği yıllarda bile gizlice konuştuk, onu daha çok sevdik. Sevdiğimiz, konuştuğumuz için cezaevlerine kapatıldık, sürüldük. Cenderede sıkıştıkça daha çok Türk olduk. Bizler aile dilimizle onurumuzu, kimliğimizi kurtardık. Buna karşı kendini unutmuşlardan hakaret görüyoruz.
-Siz kahramansınız kızım. Almanya veya başka Avrupa ülkelerine işçi olarak giden vatandaşlarımız 5-10 senede dillerini unutuyorlar. Sizler ise 120 yılda unutmadınız. Acılarınızla, göz yaşlarınızla yaşattınız dilinizi. Şehitlerinizle yücelttiniz.
-Eğer sırf Bulgaristan'da doğduğumuz için Bulgar isek, büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı Makedonya'da doğdu. Bu durumda Makedon olmalı.
-İsyanında haklısın kızım. Yerden göklere kadar haklısın..."147
Yukarıdaki diyaloga günümüzdeki şu gerçeği de eklemeliyiz: 1993 yılından bu yana tüm Türk Dünyası’ndan olduğu gibi, Balkan ülkelerinden de Türk kökenli gençler Türkiye'mizin sağladığı burs ve her türlü yardımlarla Türkiye liselerinde, enstitü ve üniversitelerinde öğrenim görmektedirler. Bu gençlere de "Bulgar", "Rumen", "Makedon", "Yugoslav", "Yunan" olarak kimi görevliler dahî hitap etmekten çekinmemektedirler. Öğrencilerin isyanına ne yazık ki şimdiye kadar aldıran da olmamıştır.
Şair ve yazar Ömer Osman Erendoruk ise gazeteci Yalçın Pekşen’in yazısına karşılık olarak araştırma niteliğinde Bir Başkadır Bizim Eller adlı bir eser yazdı (Ömer Osman Erendoruk, 1994). Ocak 1994 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Pekşen’in köşe yazısında "Acaba Soydaşların Ana Dili Türkçe mi Sayılmalı, Yoksa Bulgarca mı?" şeklinde yazısına bir cevap olarak kaleme aldığı söz konusu eserinin ön sayfalarında şunları okuyoruz:
"Bulgaristan Türkleri bizler, hakaret edilmeye, dövülmeye, sövülmeye, hatta öldürülmeye alışığız. Bunu Bulgaristan’da iken dinimizi düşman din belleyen, milletimizi düşman millet sayan Hıristiyan Bulgarlar, sonra da dinsiz komünistler yapıyorlardı; Türkiye’ye gelince Müslüman Türk kardeşlerimiz yapıyor. Fakat bize böylesine bir hakareti reva görenleri cevapsız bırakmak âdetimiz değildir.
Bir Müslüman Türk zannettiğim kardeşten yediğim hakaret darbesiyle zonklayan başımı avuçlarımın içine alarak uzaklara, üst üste yığılan yılların ötesine, Rodop Dağları’nın Güneydoğu eteklerinde kalan çocukluğumu imdada çağırdım. Zaten ne zaman çağırsam hep gelir. Bu kez de geldi… Yalınayak, başı açıktı".
Çocukluğu, yazarı bu hâliyle elinden tutup, gerilere doğru uçuruyor. Doğup büyüdüğü köyünde, bölgenin dağlarında, yollarında gezdiriyor. Türk ailelerine misafir oluyorlar, düğünlere, cenazelere katılıyorlar. Bayramları kutluyorlar, mevlitlerde şerbet içiyorlar, panayırlarda yağlı güreşleri seyrediyorlar. Yüze yakın başlık altında Bulgaristan’ın Doğu Rodoplar’ında gelenek ve göreneklerin ne kadar sade Türkçe ve Müslüman’ca olduğunu kanıtlayarak 268 sayfadan oluşan yazıyı gazeteci Y. Pekşen’e gönderiyor148
Balkan göçmenlerine Türkiye'de "gâvur" diyenler de olmuştur. "Doğduğum Topraklar" belgeselinin 4 Şubat 2004 tarihînde TRT 2'de izlediğimiz Dördüncü Bölümünde Denizli'nin Honaz ilçesinden yaşlı bir mübadil kadın şöyle anlatıyordu: "Biz buraya geldiğimiz yıllarda, bize "gâvur" diyenler oldu. Biz de: "Niye bize "gâvur" diyorsunuz? sorduğumuzda: "Gâvur memleketinden geldiğiniz için siz de gâvursunuz" diyorlardı. Biz de: "Biz gâvur memleketinden geldik, ama içimizde gâvur yoktur" cevabını veriyorduk". Bazı devlet memurlarının Giritli göçmenlere de "gâvur" dedikleri durumlar olmuştur.149
Ne yazık ki günümüzde de göçmenlere "gâvur" diyenler vardır. Garip olan da şudur ki Avrupa’ya gitmiş Türkiyelilere de zamanla ''gâvur'' hatta ''gâvurcu'' demeye başlıyorlar: Kanal NTV’nin 21.12.2004 tarihli "Gerçeğin Ta Kendisi" programında Kadir Çöpdemir’in Brüksel’den yaptığı bir canlı yayında buradaki Türkler’den aldığı söyleşide kökleri Emirdağ bölgesinden genç kızlardan biri "Biz Türkiye’ye, memleketimizi ziyarete gittiğimizde bize gâvurcular geldi diyorlar", diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.
Cumhuriyet döneminde "göç" kavramının da türlü evrelerden geçtiğini görüyoruz. Doksan üç Harbinden sonra, 1950-1951 de dahîl, Türkiye'ye gelen Balkan göçmenlerine "muhacir" denmiştir. 1968-1978'de Bulgaristan'dan gelenlere "muhacir" değil de "göçmen" dendi. 1989'un Büyük Göçünde gelenler ise ne "muhacir" ne de "göçmen" idiler. Bunlara "soydaş" dendi. Resmî yazışmalarda, medyada "soydaş" kelimesi işlerlik kazandı. Yakın geçmişe kadar Osmanlı Devletinin sınırları içinde yaşamış ve Türk nüfusun önemli bir bölümünü oluşturmuş Balkan Türkleri "soydaş" oluverdiler. Dilin tarihî gelişme sürecinde elbette birtakım kelimelerde anlam genişlemesi, bâzı değişmeler olabilir. Ama bir Yakutistan (Saha) Türküne de, bir Balkan Türküne de "soydaş" demek bilmem ne kadar doğru olabilir. Aynı Balkan devletinin sınırları içerisinde yaşamış bir Balkan Türk ailesinin bireyleri, aynı ana ve babanın çocukları türlü yıllarda Türkiye'ye göç etmiş oldukları için bunlar üç türlü adlandırılmaktadırlar: Erken göç etmiş olanlar "muhacir"dir. Daha sonraki yıllarda Türkiye'ye gelmiş olanlar "göçmen"dir. Son Büyük Göçte gelenler ise "soydaş"tır ve "soydaş" olarak da toplumda yerlerini almışlardır.
Bir de "dış Türkler" ifadesi vardır. Bu, sadece Balkan Türkleri’nin değil, tüm Türk Dünyası’nın dikkatini çekmektedir. Orta Asya Türkleri: "Biz "dış Türk" değiliz. Aslında Türkiyeli kardeşlerimiz "dış Türk’tür". Çünkü tüm Türkler’in ata yurdu Orta Asya'dır" diyorlar.
Balkanlar ile ilgili tarih ve edebiyat araştırmalarımızda, hatta bazı sanat eserlerimizde "Balkanlar’dan Anadolu’ya dönüşümüz", "Balkanlar’dan çekilişin edebiyatı" gibi ifadelerin giderek yaygınlık kazanmakta olduğu dikkati çekmektedir. Böyle ifadeler birtakım Bulgar tarihçilerce malzeme olarak kullanılmakta ve : "Türkler hiçbir zaman Balkanlar’da ebediyen kalacaklarını düşünmemişler, "Buralara geldik ve gideceğiz, geldik ve döneceğiz" demişler", diye yazmaktadırlar. Oysa yüzyıllar önce Anadolu’dan buralara gelen Türkler, bu toprakları vatan bilmiş, emekleriyle, alın terleriyle buraları şenlendirmişler, buralarda zengin bir kültür yaratmışlardır. Baba ocaklarından acımasızca kovulunca da vatan deyip, memleket deyip Rumeli’nin hasretini çekmişlerdir. Balkan göçmenleri nesillerdir memleketlerinin, o toprakların özlemini çekerek bu dünyaya gözlerini yummakta, ölüp gitmektedirler... Okunan salâlarda geçmişte olduğu gibi, günümüzde de ölen göçmenlerin gelmiş oldukları Balkan memleketleri bildirilmekte, mezar taşlarında da doğdukları Balkan yerleşim yerlerinin adları yazılmaktadır...
Her şeye rağmen, dağları, denizleri aşıp gelen göçmenlerde ortak özellik, paylaşılan bir kültür vardır. Dil, din, gelenek ve görenekler gibi ortak kültürel kökenin, ortak kültür norm ve değerlerinin var oluşu, Balkan göçmenlerinin yerli halkla başarılı bir biçimde bütünleşmesini kolaylaştırmış ve Türk devleti büyük sorunlar yaşamamıştır.
Göçmenlerin gelmesiyle Anadolu'nun Türk etnik ve sosyal yapısı güçlendirilmiştir. Balkanlar'da acı çekmiş, derin millî duyguya, millî bilince sahip olan göçmenlerin Devlete bağılılıkları, millî Türk Devleti’nin, Cumhuriyetimizin kuruluş ve gelişmesine bu çalışkan insanlarımızın katkıları, birçok araştırmacı tarafından vurgulanarak belirtilmektedir.
Göç olgusunu her yönüyle inceleyecek olanlar, bunun hüzün, özlem ve beklenti olduğunu göreceklerdir...
* * *
Türkiye'ye belli maddî ve manevî kayıplara uğramış olarak gelen Balkan göçmenlerinin yeniden toparlanması kolay olmamıştır. Göç felâketini ve bunun bir devamı olan sıkıntılı, üzüntülü uyum süreçlerini yaşamış kuşaklar, türlü nedenlerle başlarından geçeni kâğıda dökmemişler. İçe kapanarak acılarını sessizce yaşamayı tercih etmişler... Ölümleriyle anılar da anlatılar da tarihin unutulmuşluğuna karışmıştır. Göçmenleri bu uğurda yönlendiren, teşvik eden kurum ve kuruluşlar da bulunmamış... Oysa tüm yaşananlar kaleme alınıp derlemeler oluşturulmuş olsaydı, günümüzde bu alanda hissedilen boşluk olmazdı. Edebiyatımızda da, bilimsel araştırmalarımızda da bir boşluk hissedilmektedir. Göç olgusuna hasredilmiş az sayıda eserler de geniş okuyucu kitlesi bulamamış... Bu alanda yapılan bazı araştırmaları da devam ettiren bulunmamış...
Göç olgusunu yaşamış başka ülkelerde anılar, anlatılar arşivlenmiş, bunların bir kısmı da yayımlanmıştır. Tüm yaşananlar da roman, hikâye, şiir, günlük gibi çeşitli edebî türler altında yeniden yorumlanmıştır.
Son yıllarda Türkiye’de de bu uğurda görülen hayırlı atılımlara destek verecek ve tarihîmizdeki göç olgusunu ve uyum süreçlerinin her yönüyle araştırılmasını sağlayacak, bu alanda yapılan çalışmaları koordine edecek güçlü bir bilim araştırma merkezine büyük ihtiyaç vardır. Böyle bir merkezin öncelikli olarak çalışmalarından biri de hâlen hayatta olan göçmenlerin anılarını, anlatılarını kaleme alıp arşivlenmesi olmalıdır.
Avrupa ülkelerinde son zamanda kimi çevrelerde bir göç anıtı dikilmesi ve nerede dikilmesi konusu tartışılmaktadır. Bir göç anıtı dikilecekse, Türk göçlerini sembolize edecek bir anıt olmalıdır, çünkü son yüzyılların büyük göçlerini Türkler yaşamıştır, diyenler vardır. Rumeli'den dalga dalga gelen yüz binlerce göçmeni önce İstanbul karşılamış, bunları barındırmış, bağrına basmıştır. Belki de gün gelir, doğa ile kültürün bir uyum içinde birleştiği bu güzelim İstanbul'da Türkün tarihî kaderi olan göç olgusunu simgeleyecek büyük bir anıt dikilir.
Gönül ister ki Balkan acıları dünyanın hiçbir yerinde tekrarlanmasın, felek bundan böyle hiç kimseyi zorunlu göç yollarına düşürmesin, göçmenliğin çilelerini çektirmesin, hiç kimseye sıkıntılı uyum süreçleri yaşatmasın...
Ne güzel demiş şair150:
Dostları ilə paylaş: |