Edebiyatimizda balkan acilari hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu Ankara-2009



Yüklə 0,78 Mb.
səhifə3/7
tarix21.10.2017
ölçüsü0,78 Mb.
#7743
1   2   3   4   5   6   7

Kocanı askere gönderip


4 çocuğunla sebze yetiştiren Anam.”

Mübadele kararları yürürlüğe geçiriliyor:


“Yıl 1924, Rumeli’nden bir liman

Kalabalık mı kalabalık

Sel olmuş gözyaşları

Karışmış Ege’ye,

Git gemi demir atma

Bu limana,

Koparma beni toprağımdan, şehrimden,

“Atatürk’ün emridir”

Ses yayıldı ovaya

Sardı bütün şehri

Bütün gönülleri...

“bayrağımız nerede, biz orada”.

Muhacirleri almış gemi, denize açılıyor:


“Gemi yürür, ufukta güneş

Bir başka parlak bugün

Atatürk’ün emri

Başımın tacı

Ah vatan

Anavatan

Biz muhacırlar hep akıncı

Hep öncü

Anadoluluyduk, olduk Rumelili

Balkanlıydık Avrupalı olarak,

Geliyoruz geri hepimiz birer Atatürk gibi”
.................................................................
Göç yollarında muhacirlerin çektiği sıkıntılar, misafirhanelerde ölüp evlerine gidemeyenler...:
“Ah mübadiller,

Ah muhacırlar

Yüreği büyük insanlar

Birbirinden kopmamak için

Tek pasaportla girdiler bir çatının altına

Misafirhaneden anasını götüremedi evine

Ömeroğlu İzzet,

Kucağında öldü anası 17’sinde

Kala kaldı oracıkta

Kucağında anası

Elinde 13 yaşında kız kardeşiyle,

Sil baştan yaptı...

Çiftliklerinde at koşturmayı

Yeniden yeşertti”

Muhacirler sadece Yunanistan’dan gelenler değildir. Bunlar Balkanlar’ın dört bucağından gelmiş Ayşeler, Aliler, analardır bu yerleri yeşertenler Rumelililerdir:


Bunlar bütün muhacırlardır,

Gönlü yaralı, Piriştineli Hasan,

Mayadağlı, Karacovalı,

Romanyalı, Bulgaristanlı,

Ayşem, Alim, Agam, Anam.58
Ayrıklıkların acısını, hüznünü Cevat Çapan’ın da Göç adlı şiirinde buluyoruz:
Ayrılırken

turuncu pancurlarını

aralık bıraktığınız ev-

yıllarca

o açık pencereden girip çıkacak

çocukluk arkadaşın güvercinler

anılarının karanlık odalarına.

Arkanızdan bir kova suyla

sizi uğurlayan komşunuz

her akşam

tencereyi hızla maltıza vuracak

arka bahçede,

bir daha hiç karşılaşmayacağınızı

unutmak için.

sırtını denize çevirmiş,

Gözleri dağlarda.59

Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra (1923), Batı Trakya’da yoğun Türk varlığı kalmıştır. Yunan yönetiminin siyasî, iktisadî, dinî, sosyal ve kültürel alanlarda sistemli baskıları sonucu Batı Trakya Türkleri her türlü çareye başvurarak Türkiye’ye göç etmeye çalışmaktadırlar. Asım Haliloğlu, göç konusunu işleyen Batı Trakya sanatçılarından biridir. Şair, “Göç” adlı şiirinde şöyle demektedir:


Elveda” diyerek gider soydaşım

Anayurt yolcusu ona ne denir?

Gözü yaşlı kalır köyde kardaşım

Kader böyleymiş elden ne gelir?
Oğlumuz orada, gelin burada

Kendimiz burada yürek orada

Ezilir dururuz iki arada

Kader böyleymiş elden ne gelir?
...................................................
Anneler yollarda evlâd kucakta

Hıçkırık sesleri köşe bucakta

Baykuş yuva yapmış sönen ocakta

Kader böyleymiş elden ne gelir?
Açılır kapanır göçmenler yolu

Bağlanır dostların hep eli kolu

“Ötme bülbül içim dert dolu”

Kader böyleymiş elden ne gelir.
Bir yanda tarihin zafer nağmesi

Bir yanda Türklüğün özgürlük sesi

Gönlüme eş olur daha nicesi

Kader böyleymiş elden ne gelir?
Sabreyle ağlama hasret sözüne

Uzaklar yakındır Türkün gözüne

Gün olur kavuşur herkes özüne

Kader böyleymiş elden ne gelir?60
Batı Trakyalı şairlerden Mehmet Hatipoğlu’nun da Trakyam adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:
Ağların beylerin hepsi göç etmiş

Aydını cahili tedirgin etmiş

Çoluk çocuğu yurdundan etmiş

Gitmek mi zor kalmak mı Trakyam

Evini toprağını yok yere satan

Bir iş tutamayıp meteliksiz yatan

Gidenleri lânetliyen bu vatan

Kalanlara vatan olsun Trakyam

His, fikir, anane tarih ve ahlâk

Mukaddesata kayıtsız kalmak

Anadan babadan evlâttan olmak

Şanından mı bunlar Trakyam
..................................................................
Her göç olan bucaklarından

Yanıp da kül olan ocaklarından

Anadan ayrılan çocuklarından

Kimi sorumlu tutsam Trakyam61

Gümülcineli Reşit Salim de Balkanlar’dan göçleri şu biçimde dile getirmektedir:


Balkan şehirleri, Balkan rüyası

Gümülcineli Nedim-i Sani

Üsküplü Yahya Kemal

Diyegelmişler: göç var, göç

Asırlardır bitmeyen göç göç

Nicedir ateşi sönmeyen göç
Balkan şehirleri,

Tütün fenerlerinin isli ışığında

serin sabah rüzgârları eser

İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında

Balkan şehirleri,

Üsküp, Gümülcine, Deliorman,

Balkan Türklüğünün yontulmaz

üç kaya gibi sağlam

Bu ata yadigârı Osmanlı mimarisinin

sergilendiği kentler

Ezan seslerinin ulu çınarlarda

yankılandığı

Bitmeyen sönmeyen Osmanlı

sergüzeştinin

anlatıldığı mescit avluları

Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleri

Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri

Gelmiş geçmiş nice nesiller

Diye gelmişler: göç var, göç

Yarım asırdır bitmeyen göç

Anadolu içlerine nicedir

sürüp giden göç...62
Gümülcine doğumlu Hüseyin Mazlum ise göç etmek isteyenlere şöyle sesleniyor:
BATI TRAKYALI MEHMED'E TÜRKÜ
Bülbülü altın kafese koymuşlar, yuvam demiş,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!

Hasret, gurbete gidenlerin bağrını delermiş,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
Değme, bulandırsınlar arkını,

Nasıl olsa gene döndürürsün çarkını,

Bırakma evini-barkını,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
İşte inanılmaz hakikat, danıska çılgınlık;

Daha yirmi kulaç önce, beş yüz bin kadardık;

Göç şarabı içe içe, yüz bine düştük, bayıldık,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
Hâlâ ha bire uçuyorlar, güvercin kuşları,

Trakya'nın cahilleri, okumuşları,

Durdurun, durduralım bu uçuşları,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
……………………………………………………..

Ayağın kırılsın, haram olsun sana, emeklemek;

Meriç yollarında, nerden aklına geldi başı çekmek?

Gün gün azalmaktasın, bu ne demek?

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
………………………………………………………….
Koyunları meler hâlâ, kuzuları meler;

Dedenin Hâtıraları var bu obada, türkü söyler;

Yetim kalmasın diye doğduğum köyler,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
Sürüyü bir yana, dertleri bir yana sal,

Üfle kavalını, şen bir hava çal,

Hayalini Ardahan'a gönder, kendin burda kal,

Gitme Mehmet, Mehmet-gitme!

Yeşil, bağlar yeşil, dağlar dumanlı değil, ulu dağlar,

Beyazlar gene beyaz, çağlar hep о çağlar,

Sen gidersen, bu bahçede gül solar, bülbül ağlar,

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
Haydi durma, deli çaylara eşlik et, geldi diye bahar,

Kına yak arzularına, kaldır Ayşe'nin kollarını, at boynuna sar,

Darbımesel: "Ana gibi yar olmaz, Trakya gibi diyar..."

Gitme Mehmet, Mehmet gitme!!!63

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler devam etmiştir. 1950’lerde ve 1960’larda (1952-1967) Yugoslavya’dan serbest göçmen kafileleri Anavatana akın etmiştir. Nice aileleri, nice akrabaları ayırdı bu göç, belleklerde nice anılar bıraktı. Üsküp doğumlu şair Suat Engüllü, Armut Ağacında Öten Kumrunun Anımsattıkları adlı şiirinde çocukluk anılarından birini, yakınlarının göç yollarına çıkıp bir daha dönmediklerini canlandırmaktadır. Bu güzel şiiri okuyalım:
Dalları sokağa taşan armut ağacına,

Bir kumru gelip konardı her sabah,

Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen

İçli içli ötüşüne başlardı sonra.
Büyülü kızıllığıyla şafak sökerken,

Yine bir sabah erken erken,

Konuverdi armut ağacına kumru.

Bir hüzünlü bir hüzünlü öttü ki sormayın...
Henüz dağılmadan tedirginliği,

Kumrunun ötüşündeki hüzün,

Geldi dayandı kapıya/ yelesi pırıl pırıl,

Yağız atın koşulduğu araba.



Belliydi, son haddini bulmuştu,

Kaç gündür evde süregelen telâş.



Çeyiz sandığı, konsol, sofra,

Döşekler, yorganlar, halılar,

Dört sandalye, baba yadigârı masa,

Ve bir şeyler daha yüklendi arabaya

Apar topar.
Evde kimin yüzüne takıldıysa gözüm,

Hepsi üzgün, ağızlarına kilit vurulmuş dersin.
Kucaklaşıldı, helâllaşıldı sonra,

Sonra deh dedi sürdü arabayı arabacı.

Ardından yürüdüler ağır ağır, ezginlikle,

Ninem, babam, annem, halam ve oğlu...
.................................................................
Öğlene doğru ninem döndü,

Daha daha kocalmış,
Babamla annem döndü,

Gözleri hâlâ nemli.
Şimdi sormanın vakti değildir diye,

İçimde büyüyen çocukça bir merakla

Bekledim, bir şey sormadan kimseye.

Halamla oğlu gelmediler o gün,

Gelmediler...
Ertesi gün de, daha, daha ertesi gün de...

Yedi yaşında bir çocuktum henüz,

Ve aklım kesmiyordu her şeyi belki,

Ama, İstanbul’un sözünü etmeleri,

Tren demeleri yettiydi. Ne hikmet...
Dalları sokağa taşan armut ağacını,

Bir cömertliktir bürümüştü o yıl. Hayret!

Hep bekledik halamın oğlu gelir diye,
Gelir tırmanır diye bekledik,

Çocukça bir içtenlikle...
Oysa ne halam döndü ne de oğlu.

Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen,

İçli içli ötüşünü artık özlediğimiz,

Kumru da gelip konmadı bir daha,

Dalları sokağa taşan armut ağacına.64

Kosovalı şair Fikri Şişko da Bir Gün adını verdiği şiirinde çocukluk yıllarından şu anılarını canlandırmaktadır:


bir gün

bir yıl

ben çocukken

gittiler...
yiğirmi, otuz senelik

komşularımız

iyiliği, kötülüğü

neşeyi, acıyı

beraber yaşadığımız,

paylaştığımız

çok defalar bir sofrada ekmek

yediğimiz

ramazan gecelerine, beraber

sevindiğimiz

bayram baklavasını beraber

yediğimiz

uzun kış gecelerinde derin

saatlere dek

sıcak odada tağar yanında

merhaba oturmuş sohbet ettiğimiz

komşularımız, dostlarımız

bir gün

bir yıl

ben çocukken

gittiler



...............................................
bugün cuma

aylardan mayıs ayı

aklıma geldiniz siz

komşularım, dostlarım

Mahmut bakal, Neki tekerlekçi

Süliman tatlıcı, Raif sinemacı

amcam
....................................................

gittiniz gurbet yollarına

ki siz

selâm verdiniz mi

canı gönülden?

dostlara, kalanlara

elveda derken

neydi niyetiniz

geçen bir dünde

gelen yarınlarda

yeni gün, yeni nafaka gelecek

sanırken

sordunuz mu kuşlara gurbet

acısını?
...........................................................

bir gün

bir yıl

ben çocukken

gittiniz gurbet yollarına

eski komşularımız

dostlarımız

amcam...
bugün cuma

aylardan mayıs ayı

hatırladım sizleri

sizler

ÖZGÜRSÜNÜZ!!65

Çok uzaklarda kalmış memleket unutulmuyor, hatta yılların geçmesiyle, yaşların ilerlemesiyle o topraklar idealize edilmekte, oralarda geçen çocukluk, gençlik çağı göçmenlerin hayallerinde yüceltilmektedir. Dünya gözüyle oraları bir kez olsun gidip görmek, eski anıları tazelemek, her yaşlı göçmenin vazgeçilmez bir arzusudur. Özlemini çektiği memleketini ziyarete giden bir göçmenin yolculuğunu Makedonyalı yazar Fahri Kaya, Mezarlık adlı hikâyesinde şöyle canlandırmaktadır:

"O gün uluslararası otobüs istasyonu, Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden bir grup erkek, kadın ve çocukla doluydu. Şaka değil, Sadık Ağa otuz yıl sonra memleketine gidiyordu. Doğup çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği Rumeli’ye. Önemli bir olaydı bu. Papaz Çeşmesi’nde günlerce konu olan bir olay.

Hepsinin içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Bu heyecan, kimilerinde komşuları sadık Ağa’nın yıllardan beri kafasına taktığı bu isteğinin gerçekleşmesinden, yakınlarının da onun acaba bu uzun yolculuğa dayanabilecek mi diye içlerinde olan korkudan ileri geliyordu. Uğurlayanlar arasında, Sadık Ağa gibi bu yolculuğa çıkamadıklarına üzülenler de vardı. Hemşerilerini yolcu etmeye çıkan Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden çoğunun Sadık Ağa’dan istekleri vardı. Karapotur Ahmet:

"Sadık, köye varınca bizim eve de bir uğra. Bak, Koca Mitko’nun oğlu Slavço evimize iyi bakıyor mu?" dedi.

"Bizim eve de uğra", diye bağırdı Karapotur’un arkasında duran Uzun Ali.

Hamdi Ağa, buralara göç etmezden bir yıl önce ark boyunca ektiği kavakları merak ediyordu.

"Sadık be unutma, buralara gelirken ektiğim o kavaklara bir göz at. Ne durumda olduklarını bir gör" demişti.

Uğurlamaya gelen öteki hemşerilerinin de benzer dilekleri vardı. Üstelik bunlar, Sadık Ağa’ya ilk kez söylenmiyordu. Bu yolculuğa hazırlandığı günden beri mahalle kahvesinde olsun, cami avlusunda olsun, hemşerileri Sadık Ağa’ya çeşitli isteklerde, daha doğrusu ricalarda bulunuyordu...

Otobüsün hareket edeceği sırada Sadık Ağa’nın çocukluk arkadaşı Hamid Ağa yanına sokuldu ve:

"Sadık, geçen gün de söyledim, şimdi de giderayak tekrarlayayım, köye vardığında ilkin mezarlığa uğra ve ölülerimize bir Fatiha oku. Unutma", dedi.

"Unutur muyum hiç? Zaten köye girmeden önce mezarlığın yanından geçeceğim", dedi Sadık Ağa.

Çok geçmeden otobüs hareket etti...

Sadık Ağa, göçmenliğin ilk yıllarında bir müteahhitte çalışmış, sonra da yirmi yıl boyunca gece bekçiliği yapmıştır:

"Evet, yirmi yıl gece bekçiliği yapmıştı Sadık Ağa. Geceleri bekçilik yapar, gündüzleri uyuyordu. Aslında onun için gece gün, gün de gece olmuştu. Eh ne yapsın. Kısmeti buymuş. Memlekette durumu daha iyiydi. Tarlaları, bahçeleri, bağı ve saray gibi evi vardı. Ama kör olası göç söküntüsü başlamıştı bir kere. Köyleri bir yıl içinde tamamen boşaldı. Kimileri mülk ve malını satabilmiş, kimileri de, satamadıklarını bırakıp göç etmişti. Yeni vatanlarına göç ettikleri ilk yıllarda, hiç pahasına sattıkları veya hibe ettikleri mülk ve mallarının acısını çekiyordu. Dedelerinden kalma o güzelim cennet misali topraklarını, bağ bahçelerini bırakıp da gecelerin bir yarılarında göç ettikleri gerçekle zor uzlaşabiliyordu. İyi ama zaman her şeyi üstelemişti. Her şeyin acısını unutturmuştu. Sadık Ağa her şeyi unutmuş, her zorluğa katlanmış, birçok alışkanlıklarından vazgeçmişti. Günün birinde köyünü ziyaret etmek niyetinden başka...

İşte şimdi, ilk fırsattan yararlanarak otuz küsur yıl önce terk ettiği köyünü ziyaret etmeğe gidiyordu. Bu yolculuğa çıkmasında çocuklarının da payı vardı. Onlar, babalarını yıllardan beri çektiği özlemden kurtarmak istiyorlardı"...

Sadık Ağa, köyüne ulaşır, fakat yıllarca düşler kurduğu o sıcak evleri, çocukluğunda koştuğu o sokakları, bağ bahçeleri bulamaz, göçten önce bir mübarek yer olarak bilinen köy mezarlığını da bulmakta zorluk çeker. Otuz yıl boyunca hasretini çektiği, hayallerinde yaşatmış olduğu, gönlünde yüceltmiş olduğu o cennet memleket, güzel bir rüyadan başka bir şey değilmiş meğer. Zaman her şeyi üstelemişti:

"Şimdi Sadık Ağa’nın içinde bulunduğu otobüs uçup gidiyor... Sınır kapıları, köy ve şehirler bir bir ardında kalıyordu...

Sabaha karşı köylerine en yakın şehre vardı. Otogarda otobüsten inince, etrafını taksi şoförleri sardı. Bu, inanamayacağı ilk şeydi. Otuz küsur yıl önce, göç ettiklerinde bu şehirde üç beş resmi araba ile İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma birkaç kamyondan başka motorlu taşıt yoktu. Şimdi ise otogarda son model otobüsler, Türkiye’deki gibi bir sürü taksiler... Her zamanki gibi köye kadar yayan gitmeye kararlı olduğundan taksicilerin saldırmalarından zorlukla kurtulabildi. Otogardan çıktı...

Köyün yolunu tutmakta kararlıydı. Önünde iki saatlik yol vardı...

Çok geçmeden uzaklarda köy göründü. Az sonra köye varabilmek için dereyi geçmesi gerekecekti......

Dereyi geçebilmek için ayakkabılarını çıkarıp paçalarını sıvamaya hazırlanırken derenin yukarı kısmında kocaman bir köprü gördü. Oraya doğru ilerledi ve köprüye çıktı. Köprünün ortasına gelince köye bir bakış attı. Gördüğüne inanmıyordu. Bakışlarıyla köyü birkaç kez sağdan sola, soldan sağa taradı. Eski bir ev görmedi...... "Eyvah köyden iz kalmamış" diye kendi kendine düşündü. Derenin yukarki kısmından ayrılıp suyu köy altındaki değirmenlerin çalışması ve ovanın sulanması için yarayan arktan bile bir iz yoktu... Köprüden köye doğru asfaltla döşeli yol üzerinde ağır ağır yürüdü. Ayaklarında prangalar varmış gibi zar zor adım atıyordu.. Birdenbire içine büyük bir hüzün çöktü. Böyle bir resimle karşılaşacağına hiç, ama hiç umut etmiyordu. Sadık Ağa’nın karşısında sadece adını korumuş bir köy vardı. Gördüğü köy, adı eski, yeni bir köydü. Köyde Sadık Ağa’nın anılarını tazeleyecek hiç bir şey kalmamıştı..." İyi ki adını da değiştirmemişler" diye düşündü...

Bir ara bulunduğu yerde durdu. Daha ileri gitsin mi gitmesin mi diye bir ikilemdeydi.. Birden bire çocukluk arkadaşı Hamdi Ağa’nın, her şeyden önce mezarlığa gidip ölen ecdatlarına fatiha okumasına dair tembihi aklına geldi. Asfalt yolun soluna saptı. Eski ark yanından geçen patikanın mezarlığa gideceğini tahmin etti. Öyle oldu. Çok geçmeden mezarlığa vardı. Burada gördükleri az önce seyrettiği manzaradan daha acıydı. Mezarlığın üçte ikisi üzerine futbol alanı kurulmuştu. Aralarında, Sadık Ağa için yabancı olmayan bir dilde konuşan bir küme delikanlı top peşinde koşuyordu. Mezarlığın kalan kısmı ot içine bürünmüştü. Ne mezarlardan ne de mezar taşlarından bir iz vardı. Mezarlığın bir köşesinde ot içine bürünmüş sadece musalla taşını görebildi. Eski köy mezarlığının burada bulunduğunu kanıtlayan tek nişan buydu. Gözleri tamamen karardı. Bele kadar büyümüş otlar içinden zorlukla geçerek musalla taşına kadar gitti. Burada ölülerin ruhuna üç kez El Fâtiha, üç Kulüvallah okudu. Dua ederken gözleri yaş dolmuştu...

Gördüklerinden sonra düş kırıklığına uğramıştı. Vaktiyle köyde yaşayanların ebedi evleri olan mezarlığa karşı bu uygarlık dışı hareketten çok üzülmüştü... Mezarlıktan ayrıldı. Köyün eteğinde bulunan ilk evlere kadar geldi. Asfalt döşeli sokak arasından evlerinin bulunduğu yere doğru baktı. Gördükleri bildiği bir mahalle değildi. Sadece mahalle değil, köy bile çocukluğundan, gençliğinden bildiği köy değildi. Eski evlerin hepsi yıkılmış, yerlerine koskocaman büyük evler dikilmişti. Kerpiçten değil, tuğladan yapılmış güzel evler. Ama buna karşın bu evler köyün eski evleri kadar güzel, sıcak ve sevimli değildi.

Köye girmekten vazgeçti. Gerisi geri köprüye doğru ilerledi. Köprünün ortasında bir kez daha durup köyü seyretti. Hayır, bu onların köyü değildi. Bu, köylerinin yerinde kurulmuş bambaşka bir köydü. Köyünü görüp, eski evlerinde birkaç gece yatma düşleri paramparça olmuştu... Geldiğine bin pişmandı. Kurduğu düşler içinde yaşasaydı, daha mutlu olacaktı. Köyünden değil, atalarının mezarlığından bile iz kalmamış... Şimdi köyleri hakkında Papaz Çeşmesi’ndeki hemşerilerine ne diyecekti...Gözleri gittikçe yaş doluyordu...

Geldiği gibi geri döndü. Şehre de girmedi. Otobüs istasyonunda kaldı. Geldiği otobüsün ertesi sabah geri döneceğini öğrendi. Geceyi otogarın yanındaki bir parkta geçirdi. Sabah erken otobüs istasyonunun büfesinde karnını doyurdu. Bir sade kahve içti...

Birkaç saat sonra otobüs geldi. Bir gün önceki yolcusunu gören şoför:

"Ne o amca. İşlerin çabuk bitti anlaşılan" dedi.

Sadık Ağa başına gelenleri, derdini anlatacak durumda değildi. Sadece:

''Mezarlık! Mezarlık! diyebildi."

Şoför ve yolcular Sadık Ağa’nın mırıldanmasından hiç bir şey anlamadılar.

Otobüs doğuya doğru yol aldı. Sadık Ağa, Papaz Çeşme mahallesindeki evine, ailesine, yakınlarına dönüyordu.

Bu defa gidişin, yeniden buraya dönme umudu yoktu. Artık her şey düşlerden bile silinmeye başladı... Bu, Sadık Ağa’nın köyünden tamamen kopmasıydı." (Kısaltılmıştır)66
XX. yüzyılın ikinci yarısı da Balkan Türkleri ve Müslümanları’nın hayatında huzursuzluklarla dolu bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez Yunanistan’da iç savaş patlak verdi. Bulgaristan’da komünist diktatörlüğü aldı yürüdü. Yüzyılın sonlarında Yugoslavya’nın dağılmasıyla Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya halkları, kendilerini savaş içinde buluverdiler. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Doğu Bloku ülkelerinde rejim değişikliği gerçekleştirildi.

Söz konusu dönemde Bulgaristan’dan Türkiye’ye üç büyük göç oldu. Bu göçlerin ikisi, 1950-1951 ve 1968-1978 yılları arasındakiler, Türkiye ile Bulgaristan arasında ikili anlaşmalar sonucu gerçekleştirilen göçlerdi. Üçüncü göç ise eşi görülmemiş bir göçtü. Sayılı saatler, sayılı günler içinde Bulgaristan Türk’ü evinden barkından koparılıp sınır dışı edildi. Utanç trenleri, araba ve kamyon kervanları Türkleri güneye, Türkiye’ye taşımaya başladılar. Büyük Göç olarak tarihimize geçen bu göçün hazırlığı Bulgar yöneticiler tarafından on yıllar önce başlamış 1989 yaz aylarında da uygulamaya geçilmiştir. 1950’lerin sonlarında komünist rejim idarecileri Türkler’e ve Müslümanlar’a baskıları arttırmıştır. Önce Müslüman Romanlar’la (Çingeneler’le) Pomaklar’ın adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiştir. Kanlı olaylarda sayısız şehit verilmiştir. Artık sıra Türkler’e gelmişti ve bu gün de geldi çattı. Aralık 1984 tarihinde Bulgaristan çapında Bulgar Devleti’nin silâhlı güçleri, askeriyle polisiyle Türkler’e karşı harekete geçirildi. Kısa bir süre içerisinde Türkler’in de adları Bulgar adlarıyla değiştirildi ve Bulgaristan’da Türk olmadığı dünyaya ilân edildi. Nice ölenler oldu, hapishanelere nice gönderilenler oldu; Tuna’da Belene adası Türklerle dolup taştı. Türk halkına baştan başa tüm Bulgaristan hapishane oluverdi... Ailede dahi, Türkçe konuşmak yasaklandı. Bulgarca konuşamayanlara sağlık hizmeti verilmedi...

Gelişen olaylar karşısında dünya kamuoyu Bulgaristan Türkler’ini yalnız bırakmadı. Türkiye Yazarlar Sendikası da Bulgar Yazarlar Birliği’ne mektup göndererek vahşetin durdurulmasını istedi. Bulgaristan Türkler’ine uygulanan soykırım, başta Türk edebiyatı olmak üzere Balkan Türkleri’nin edebiyatında yankısını buldu. Soykırım acıları şiirleştirildi... Balkan Türk sanatçıları da Bulgaristan Türkler’inin uğradığı felâkete karşı dayanışma içindeydiler. Batı Trakya şairi Ali Rıza Saraçoğlu, Bulgaristan’da uygulanan soykırıma karşı isyan ederek, Bulgar Çorbacı, Bu Kin Sönmez adlı şiirinde bu isyanı şöyle dile getirdi:
Bu asırda bu vahşeti yapar mı bir ulus?

Zalim Bulgar’a cesaret verdi alçak Rus!

Musallat Moskof da Hazret-i Allah’tan bulsun;

Ya Rab! Yeter artık... Zulüm gören mazlumlar kurtulsun
......................................................................................
Türklere kuduz köpekler gibi saldırdılar,

İnsan kılığındaki o itler çıldırdılar...

Rodoplar’ın dereleri cesetlerle doludur,

Köpeklerin ağzındaki insan koludur!
.............................................................................
O vahşet, o zulüm nasıl çekilir?

Nasıl silinir vahşi Bulgar’ın alnından o kir?!!

Mehmede “Mitko” demek ile iş bitmez çorbacı, bil!

Vicdanlara hükmetmek sandığın kadar kolay değil...67

Bulgar Canavarını Kahret Allah’ım adlı şiirinde de şair Allah’a yalvararak şöyle diyor:


..................................................
Mehmedi “Mitko” yapıyor Bulgar,

Marks ve Engels’e tapıyor Bulgar,

Camilerimi yıkıyor Bulgar,

Kahhâr isminle kahret Allah’ım...
Bulgaristan’da ezan okunmaz!

Ramazan geldi kandiller yanmaz...

İslâm’ı yok edenler onmaz!

Kahhâr isminle kahret Allah’ım...68

Üsküplü sanatçı Yusuf Edip de Sofya’da Kasım adlı şiiriyle Bulgaristan Türkünün üzüntüsünü paylaşıyor:



Kasımda sende rastladım Kasım’a

Camiye öyle üzgün bakışını

Kafesteki tutsak kuşun

Büyüyen ümitsizliğine benzettim.
Kasımdı yine gördüm Kasım’ı

Adı değişmiş...değiştirilmişti bu kez

Gözlerindeki bakış aynı mıydı belli değildi ama

Habire öldürülen kardeşinden söz ediyordu.69


Havza Müftüsü Musa Uzunkaya’nın Zalim Bulgar adlı şiirinde de şu dizeleri okuyoruz:

Beş asır ecdâdım yönetti O’nu,

Değişmeden adı, dini hayatı.

Dileriz ki olsun zülmün sonu,

Teşhis edin teşhir edin kızıl suratı
Sen sarı kasırga bu nasıl re’fet?

Özgürlük denilen kızıl marifet,

Yüklə 0,78 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin