KÖRFEZ KRİZİ: MEVCUT VE MUHTEMEL BAZI SONUÇLAR
C.Kaynak
Körfez krizinin sonuçlanması için ABD emperyalizminin insiyatifi ile dayatılan radikal ikilem henüz hayata geçirilemedi. Hatta sorunun istenen biçimde sonuçlanma ihtimali gün geçtikçe azalıyor. ABD emperyalizminin başlangıçtan beri dayatmak istediği radikal ikilem özetle şöyle: Ya Irak Birleşmiş Milletler Örgütü kararlarına kayıtsıt şartsız uyar ya da doğrudan askeri müdahale yapılır.
Olayın kendisi, önerilen çözüm yöntemleri iki aydır basın aracılığıyla kamuoyu önünde tartışılıyor, yorumlanıyor. Bu yazımızda sorunun bazı boyutlarına ilişkin gözlemlerimizi sıralamayı düşünüyoruz. Zira Kuveyt'in işgal ve ilhakı başından beri sıradan bir adi suç vukuatı olarak tanıtıldı, bir zorbanın kişisel ihtirasına indirgendi, bölgenin diğer mev(43)cut ve potansiyel sorunlarından soyutlanmak istendi. Sorun böylesine soyutlandığı, tekil bir konuma indirgendiği için doğal olarak yukarıda özetlediğimiz ikilem biricik çıkış yolu olarak dayatılmak istendi. Fakat zaman, uluslararası ve özellikle de yerel sorunları belirginleştirerek Körfez krizinin ABD'nin dilediği gibi bir nokta operasyonu ile çözülemeyeceğini gösterdi.
Krizin başlangıç günlerinde gösterilen tepkiler, yapılan açıklamalar, verilen sözler dikkate alınınca ABD'nin "işi" birkaç günde sonuçlandırmayı vaad ettiği kolaylıkla hatırlanır. Kısaca süreci özetleyelim: Birleşmiş milletler Örgütü tarihinde çok ender rastlanan bir tezcanlılık ve oybirliği ile ABD'nin talep ettiği kararları kusursuzca kabul elti. Saddam Hüseyin ise gayet açık bir tavırla bu kararlara uymayacağını açıklamakta gecikmedi. Diğer taraftan Körfez bölgesinde yapılan askeri yığınak müdahaleyi başlatabilecek güce çoktan erişti, aştı bile. Ayrıca, görünürde ABD'nin eski-yeni tüm müttefikleri Irak'a karşı askeri bir müdahaleyi onaylıyorlar, en azından resmi açıklamaları bu doğrultuda. Ama bunca askeri çaba ve diplomatik curcunaya rağmen bir türlü ilk adım atılmadı, hatta kayda değer bir provakasyona pek rastlanmıyor. Bu ihtiyatlı davranış biraz düşündürücü! Soruna başka bir yönden bakıldığında benzer bir durum sözkonusu. ABD büyük bir hızla Suudi Arabistan'a ayak bastıktan sonra Irak’ın sayısal üstünlüğü var, asker sayımızı artıralım, ondan sonra! denildi. Derken, Arap çölleri bir askeri kışlaya dönüştürüldü. İkinci Emperyalist Savaş sonrasının en korkunç askeri yığınağı gerçekleştirildi, artık her şey tamam diyebilecekleri anda birden bugüne kadar kimsenin pek aldırmadığı, ciddiye almadığı Birleşmiş Milletler Örgütü devreye girdi, daha doğrusu sokuldu. Birleşmiş Milletler aracılığı ile Körfezde bir prosedür, yöntem savaşı veriliyor; önce ambargo, sonra abluka! Kara ve deniz ablukası yetmedi, havadan da abluka! Ortak başkomutanlık kime verilsin? vb., vb...
Savaş hazırlıkları koşullarında bu tür hazırlıkların gündeme gelmesi, tartışılması gayet olağandır. Ama körfezde tanık olunan davranışlar bize öyle geliyor ki sorunu sürüncemede bırakmanın ayak oyunlarıdır. Emperyalist güçler(44)Körfeze üşüştüler, fakat çırakları Saddam'a saldırmayı ne göze alabiliyor, ne de istiyorlar.
Neden göze alamıyorlar? Bir kere, Irak ordusunu ansızın ezip etkisiz duruma getiremezler. Eğer savaş patlak verirse, bölgeyi tamamen tutuşturması an meselesi. Irak ordusu uzun menzilli füzelere, kimyasal silahlara sahip, Irak rejimi yakın geçmişte en korkunç silahları büyük bir soğukkanlılıkla, üstelik kendi halkına karşı kullanmaktan çekinmediğini kanıtladı. Sıkıştırıldığında aynı cüretkarlığı göstereceğinden kimse şüphe etmiyor. Füzeleri havada yakalarız, ateşlenmeden tahrip ederiz, kimyasal silahlara karşı yeterince gaz maskemiz var deniliyor! Bu tür iddiaların ne teknolojik ne de pratik tutarlılığı vardır. Emperyalist ülkelerin kendi halklarına yönelik demagojik propaganda malzemeleridir. İki aydır aralıksız işlenen savaş edebiyatı, savaş senaryoları bölgede yığınak yapan emperyalist devletlerin kendi kamuoyları nezdinde bir savaş ruhu yaratmaya yetmedi. Kamuoyu araştırmaları değişik emperyalist devlet halklarının savaş eğilimlerinin cılız olduğunu gösteriyor. Bu ruh halinin önemi yapılan propagandanın inceliği dikkate alınınca anlaşılır. Amacımız Saddam'a haddini bildirmek, uluslararası hukuk kurallarını bölgede tesis etmek, barışı sağlamak ve sonuç olarak da petrolün ucuzluğunu garantilemek! Bu amaca erişmenin aracı savaş ise teknolojik düzeye indirgeniyor. Savaş teknolojimiz oldukça modern! Bizim açımızdan savaş teknolojik kalacaktır, dolayısıyla insan kaybımız cüzi olacaktır! Elbette savaşın insan kaybı ve tahribat açısından bedelini bizden olmayanlar ödeyecekler!
Bu tür kurgusal savaş senaryoları tartışmaya yer bırakmayacak derecede hayalci. Bu denli iyimser ve emin davranılmasına rağmen bir savaş ruhu yaratılamadı, insanlar kaygısız, ilgisiz kalıyorlar. Kaldı ki Batılı emperyalist güçler Arap çöllerinde ilk kayıplarını versinler, kamuoylarının destek düzeyi anlaşılmakta gecikmeyecektir. ABD'nin Vietnam savaşında bu sınavdan nasıl geçtiği henüz unutulmadı.
Emperyalist güçlerin Saddam’la kapışmaya girmeyi göze alamadıkları ikinci neden ise bölgede toplu bir savaşın(45)patlak verme tehlikesi. Sofu vaadlerle kutsanan "yeni dünya düzeni" Ortadoğu'da ilk sınavını veriyor. Bu ilk sınavın Ortadoğu'nun tamamını kapsayan bir savaşla sonuçlanması sözü edilen "düzen" açısından parlak bir başlangıç olmayacaktır. İsrail'in ABD tarafından dizginlenmesi, özenle kenarda tutulmaya çalışılması toplu savaş ihtimalini zayıflatmaya yetmiyor. Irak'a saldırının vesile olacağı savaş Ortadoğu'yu bir kör döğüş arenasına dönüştüreceği ve bunun yaratacağı sonuçların önceden, kaba hatlarıyla da olsa kestirilemeyeceğini tüm gözlemciler kabul ediyor durumdalar. Bu durumda emparyalist güçler tüm savaş sevdalarına rağmen savaşı göze alabilecek konumda değildirler.
Emperyalist güçler neden Irak'a saldırmakta isteksiz davranıyor, krizi sürüncemede bırakıyorlar? Saddam'ın bir zorba olarak bağımsızlığını ilan etmesi ve bir tehlike faktörü olması emperyalist güçlerin işine yarayabilir, onlar tarafından kullanılabilir. Emperyalizmin bölgedeki petrol üreticisi devletleri birer piyon gibi kullandığı, onların eliyle petrol kaynaklarını talan ettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. ABD’nin ve diğer orta ölçekli Batılı emperyalist devletlerin bölgede dolayımsız tutunamadıkları, mutlaka aracılara başvurmak zorunda kaldıkları da başka bir gerçektir. ABD İran'dan kovulduktan sonra bölgeye yeniden dönme arayışları içinde olduğu biliniyor, Lübnan'da hiç tutanamadı. Kutsanan "yeni dünya düzeni" çerçevesinde yeni ittifaklar, yeni güç dengeleri oluşacaktır, bu değişimin arifesindeyiz. Bu değişim perspektifleri gereğince emperyalist güçler yeniden mevzilenme yarışı içindeler. Bu bağlamda Ortadoğu hem stratejik açıdan hem de petrol kaynakları itibarıyla dünyanın en hassas bölgesi. Örneğin Japonya enerji kaynaklarından yoksun ve petrol ihtiyacını yaklaşık % 80 oranında Ortadoğu'dan temin ediyor. Dolayısıyla Ortadoğu'ya hakim olan, orada belirleyici bör söz hakkına sahip herhangi bir emperyalist güç, diğerlerine karşı daha güçlü bir konuma sahip olmuş olur. Saddam'ın zorbalığı bahane edilerek özellikle ABD bölgedeki varlığına meşru bir zemin kazandırmaya çalışıyor.
Kuveyt'in devlet olarak varlığı ya da yokluğu emperyalist güçlerin biricik kaygısı olamaz. Onların tek kaygıları çı(46)karlarıdır, kim onların çıkarlarına en iyi hizmet ederse dostu o olur. Saddam olumsuzluğu ve temsil ettiği yayılmacı tehlike ile emperyalist güçler tarafından kullanılabilir. Bölgede derme çatma eğreti devletlere "Saddam geliyor" şantajı yapılarak oradaki varlıklarına, "koruyucu" kılıfı altında meşruluk ve süreklilik kazandırabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri vb. ülkelerde bir köşe kapmaca oyununu başlatmış durumdalar. "İhtiyaçtan bir gün fazla kalmayız" iyiniyet mesajları yaymaları dikkate değer bir tavırdır. Eğer bu hipotez doğrulanırsa brüt petrol fıyatları pek sürmeden inişe geçecektir. Çünkü Kuveyt'in işgali petrol fiyatlarını artıran tek ve belirleyici faktör değildir. Geçmişte benzer durumlar yaşandı. Irak'a uygulanan ambargonun gevşetilmesinin koşulları oluşursa borsalardaki gerginlik düşecek ve fiyatlar yeniden aşağı doğru çekilebilecektir.
Bu tür olasılıklar ve hipotezler dışında Körfez krizinin gizlenmek, ertelenmek istenen bir bilineni var: Krizin dünya ekonomik sistemi üzerinde yaratacağı etkiler. Kapitalist ekonominin periyodik bunalımları yaşandı, biliniyor. Dikkat edilirse görülür ki iki aydır Körfez krizi tartışıldığı halde nedense sorunun bu boyutu, ki en önemlisidir, önplana çıkarılmamaya özen gösteriliyor. Uzman dergilerin iç sayfalarında ara sıra değiniliyor, fakat geniş halk kitlelerinin dikkatini çekecek ve onların kavrayabilecekleri bir dil kullanılarak sorun hak ettiği konumda tartışılamıyor. Dikkatleri savaş senaryolarına, Irak'taki rehinelere çekmeyi, insanları o hedeflere doğru sürüklemeyi tercih ediyorlar. Krizin ekonomik faturası sözkonusu olunca sorunu askeri yığınağın mali tutarından ve ambargodan doğrudan etkilenen Ürdün, Türkiye, Mısır gibi bölge ülkelerinin konjonktürel kayıplarının tutarına indirgiyorlar.
Hayır asıl sorun bu değildir. Körfezde krizinin sonuçlanış biçimi ne olursa olsun kapitalist dünyayı yeni bir iktisadi bunalım bekliyor, bu bunalımı bertaraf etmenin hiç bir sihirli reçetesi yoktur. Konu hakkında gözlemlenen sessizlik bu reçete yokluğunun dolayımsız sonucudur.
Kapıda bekleyen iktisadi durgunluk ve bunalım her zamanki gibi geri kalmış ülkelerde büyük tahribatlar açacaktır. Biz sorunu ileri gelişmiş kapitalist ülke ekonomileri açı(47)sından özetlemeye çalışalım. '70 yıllarının başında başgösteren, birbirini izleyen petrol fiyatlarındaki artışlarla da ağırlaşan iktisadi bunalımın etkileri ancak '80'li yıllarının sonlarına doğru göreceli bir denetim altına alınabildi. Kemer sıkma politikaları halen yürürlüktedir. Üretkenliği artırma, yani maliyeti düşürüp pazarlarda rekabet gücü kazanabilmek için uygulanan rasyonalleştirme politikaları korkunç işsiz orduları yarattı. Ücretlerin dondurulması veya en düşük seviyede tutulması enflasyonu önemli ölçüde aşağıya çekmeye yaradı. Vergi muafıyeti, teşvik kredisi vb. mali tedbirlerle tekeller en büyük vurgunları vurdular. Tünelden ha çıktık, ha çıkacağız derken istenen ekonomik canlanma yaşanmadı. Her ne kadar ekonomik göstergelerin bazıları dizginlenebildiyse de dış ticaret açıkları, işsizlik oranı, borçlanma göstergeleri kırmızı bölgede kalmaya devam ediyorlar. Ücretlerde kayda değer bir artışa hiç tanık olunmadı.
Uygulaması kronikleşen kemer sıkma politikalarının toplumsal tepkilere neden olmaması için bir iki yıldır hafif bir gevşemeye gidildi, ve nitekim Körfez krizi pek gecikmedi. Kriz başlar başlamaz brüt petrol fıyatları kısa sürede nerdeyse dörde katlandı. Panik havasına katkıda bulunmamak için idari tedbirlerle perakende petrol fiyatlarını sınırladılar, ama artışların ekonominin tüm sektörlerine yayılmasını engelleyemediler. Dolayısıyla enflasyon oranı yeniden kabaracaktır. Kaldı ki ilerde ham petrol fıyatları düşse bile işlenmiş petrol fıyatları düzeyini koruyacaktır, bu her zaman böyle olmuştur. Enflasyon artışı ekonomilerin rekabet gücünü olumsuz yönden etkileyecek ve pazarları koruma savaşı kızışacaktır. Etki-tepki mekanizması üretimi etkileyecek, üretimin tıkanıklığı istihdamın sınırlandırılmasını gündeme getirecektir. Kriz başlar başlamaz kapitalist ekonomi uzmanlarının koro halinde "'ücretlere dikkat" çığlıkları atmaları konjonktürel bir kaygıdan kaynaklanmıyor, ileri için ön tedbir çağrılarıdır.
Aslında savaş edebiyatının bu denli yoğun işlenmesinin amaçlarından biri de katı kemer sıkma, ücret dondurma, işten atma politikalarını elverişli bir ortamda sinsice yürürlüğe koymaktır. Nitekim yeni vergi projeleri, sosyal kesintile(48)rin artırılması, işletmelere düşük faizli kredi musluklarının açılması geciktirilmedi. Kitlelerin dikkatleri sansasyonel savaş çığlıklarına çekilirken, diğer taraftan bu tür tedbirler sessizce yürürlüğe sokuluyor. Yeni iktisadi durgunluk ve bunalımın geri kalmış ülke ekonomileri üzerindeki etkilerinin kat kat tahrip edici olacağını ise burada hatırlatmakla yetinelim.
Ekim 1990(49)...(50)
*****************************************************
“Yeni düzen”de yeni durak: KAPİTALİST DÜNYANIN PARİS ZİRVESİ
C.Kaynak
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) zirve toplantısı çalışmalarını 21 Kasım 1990 günü tarafların onayladığı “Paris Sözleşmesi” adlı ortak metnin yayınlanmasıyla sonuçlandırdı. 1975 yılında Helsinki’de, farklı özellik ve verilere sahip bir tarihsel kesitte onaylanan “nihai senedi”n ruhuna sadık ve uzantısı olduğu iddia edilen Paris zirve toplantısında kabul edilen bu yeni “senet”, “yeni dünya düzeninin temel teorik perspektiflerini saptıyor. Konferansın çalışmaları içinden geçtiğimiz tarihsel konjonktürün özgün özellikleri ışığında irdelendiğinde üç farklı boyut çıkıyor ortaya; geçmişin değerlendirilmesi, güncel sorunlara ilişkin tavır ve gelecek, yani “yeni dünya düzeni” için saptanan perspektifler. Sıra(51)sıyla bu değişik boyutlara değinmeden önce, bazı tekil ve biçime ilişkin gözlemlerde bulunmanın sorunun özünün açıklık kazanması bakımından yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
Helsinki “nihai senedi” 15 yıllık bir geçmişe sahip; barış, güvenlik, silahsızlanma, işbirliği, dayanışma, demokrasi ve insan hakları gibi değişik alanlarda sofu vaadler içeren bir metin. Zamanında o belgeyi ikiyüzlü bir samimiyetle imzalayan devletler de biliniyor. Helsinki’de verilen söz 15 yıllık bir pratikte sınandı. Ne oranda hayata geçtiğini örnekler sıralayarak irdelemeye çalışmak bile gereksiz; dünyada bugüne kadar Helsinki’de verilen sözü hiçe indiren sayısız vahim gelişme yaşandı. Üstelik o sözleşmeye imza atmış devletlerin doğrudan suçlu ve sorumlu olduğu gelişmelerdi bunlar. Ama, nedense kimse “nihai senet” çiğneniyor diye endişelenmedi. Sadece uluslararası platformlarda veya başka vesilelerle zaman zaman birilerini suçlamak için Helsinki “nihai senedi”ne atıfta bulunulmuş, bundan öte gidilememiştir. Çünkü, Helsinki “nihai senedi” bir cambaz pazarlığının ürünüydü ve yeri gelince suç ortakları birbirlerini kollamayı bildiler, yer yer de buna zorunlu kaldılar.
Doğu Avrupa ülkelerinde 1989 yılında yaşanan gelişmeler uluslararası statükonun alışılmış ilişkilerini altüst etti. Ortaya merkezkaç güçler, denetimi zor sonuçlar çıktı. Denetimsiz, kontrolden her an çıkabilen bu tür ilişkilerin Avrupa’da varlığı başlıbaşına bir tehlikedir. Son 30-40 yılın sükuneti hafızaları köreltmemelidir. Avrupa gerçekte bir çelişki ve antagonist çıkar yumağıdır. Çağımızın en kanlı savaşları bu kıtada patlak vermişlerdir. Dünyanın değişik kıtalarında cereyan eden benzer gelişmelerde Avrupa’nın sömürgeci-emperyalist güçlerinin doğrudan sorumluluğu sözkonusudur. Kapitalist dünya jandarmalığının ABD’ye kaptırılması tarihsel ölçülerle bakıldığında oldukça yenidir ve dolayısıyla Avrupa halen bir çok açıdan dünyanın kalbi olmaya devam ediyor. Bugüne kadar silahlı blokların varlığı caydırıcı bir rol de oynamış, iştahlar törpülenebilmiş, taşkınlıklar bir ölçüde dizginlenebilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinin iflaslarıyla birlikte ortaya çıkan karmaşık yapı, ilişkilerin yeniden bir kalıba dökülmesi ihtiyacını(52) gündeme getirdi.
Bu ihtiyaç, Doğu Avrupa’daki gelişmeler kontrolden çıkmadan, emperyalist-kapitalist bloğun istediği yörüngeye girdikleri iyice anlaşıldığı andan itibaren Fransız emperyalizminin bugünkü sözcüsü F. Mitterand tarafından periyodik ve sistemli olarak işlenmeye başlandı. Helsinki Konferansının referans alınması tesadüf değildir. Ters tepkiye olanak vermemek için Batılı devletler sözkonusu gelişmeye müdahale dozunu kaçırmamaya dikkat ettiler, muazzam bir koordinasyon örgütlendi. Beklenen sonuçlar elde edildikten sonra ve sıra onlara biçim verecek platforma gelince, Avrupa’ya özgü AET gibi kurumların çerçevesi dar geldi. Ayrıca bu tür bir girişim sözkonusu kurumlara hak etmedikleri bir değer vermek olurdu ve örneğin ABD bunu kesinlikle kabul etmezdi. Sorunun BM çerçevesinde ele alınması, dallanıp budaklanmasına, doğrudan ilişkisi olmayan devletlerin gereksiz yere söz sahibi olmalarına, hatta büyük bir ihtimalle değişik sorunların gündeme gelmesine neden olabilirdi. NATO’ya gelince, sorunun özü açısından ideal olmasına rağmen biçim olarak oldukça kaba bir girişim olurdu. Kaldı ki Kızıl Ordunun “ruh hali” hakkındaki spekülasyonlar da henüz dinmiş değildi.
Geriye sorunun tartışılmasına estetik ve pratik açıdan en uygun zemin olarak, Helsinki benzeri yeni bir konferans platformu kaldı. Geçmiş varlığı tarihsel meşruiyet açısından elverişliydi. Ayrıca Gorbaçov’un “yeni dünya düzeni” teorisini işlemesine de olanak verme imkanına sahipti. Dahası SSCB ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri Helsinki’dekine katılmış oldukları için, bu yeni platforma biçimsel ve protokol düzeyinde de olsa birer meşru taraf olarak katılma olanağına da sahiptiler. Örneğin bir an için NATO çerçevesinde toplanıldığı varsayımıyla düşünülecek olursa, bunun ortaya çıkaracağı kaba görüntüyü tahmin etmek zor olmayacaktır.
Paris Konferan’nın çalışmalarına gelince, üç farklı boyutta olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu tasnif, aslında bizim değerlendirmemiz. Özü öyle olmasına karşın biçim olarak daha karmaşık. Her uluslararası konferansta olduğu gibi Paris’te de Konferansın resmi oturumlarında katılan devlet(53) başkanları konuşmalar yaptılar, konu hakkında etraflıca düşüncelerini açıkladılar, tavırlarını sergilediler. Fakat, yine her zaman olduğu gibi -günümüzde başka türlüsü düşünülemez- konuşma metinleri uzman danışmanların önceden hazırladıkları, ince eleyip sık dokudukları, bir çok düşüncenin satır aralarına gizlendiği, birilerinin tepkilerine neden olabilecek sözlerin özenli bir diplomatik dille kamufle edildiği, ilk bakışta herkesi tatmin eden söylevlerdi. Cüretli bir mizah yazarı için yığınla malzeme sergilendi. Afrika ile Amerika’yı birbirine karıştıran, Konferansa katılan devlet sayısını üçe katlayan, Baltık Cumhuriyetleri'nin dışişleri bakanlarını Konferansa onur davetlisi olarak çağıran ve oturumdan kovalayan vb. türden komediler.
Geçmişe ilişkin değerlendirmeler bir kaç kısa ama anlam yüklü cümle ile geçiştirildi: “Yalta bitti”, “totaliter rejimler çöktü”, “Doğu Avrupa ülkeleri nihayet özgürlüklerine kavuştular” ve bunlara benzer yarım düzine cümle. Sorunun özü ancak bunların ciddiyetsizliğine ve ukalalığına biraz ciddiyet ve soğukkanlılıkla bakıldığında ortaya çıkar. Bu basma kalıp formüllerin altında yatan değerlendirme şudur: Ekim Devriminden beri Sovyetler Birliği’inde ve emperyalist savaştan sonra sosyalist kampta yaşananlar, tarihten bir sapmaydı! Sovyetler Birliği’nde halen kargaşa devam ettiği için Ekim Devrimine doğrudan atıfta bulunulmaması bir şey değiştirmiyor; 70 yıllık tarih toptan inkar edilerek değerlendirildi. Biçimde Doğu Avrupa ülkeleriyle sınırlı cümleler, özünde Ekim Devrimiyle başlayan sürecin tamamını kapsıyor: Komünizm iflas etti, ideolojik ayrılıklar son buldu, özgürlük ve demokrasi sözkonusu ülkelerde yeniden yeşermeye başladı! 70 yıllık dönemin değerlendirilmesi bu cümleye sığdırabildi.
Başka türlü olabilir miydi, bunlar geçmişi asgari bir değerlendirmeyi göze alabilirler miydi? Objektif olarak imkansız, zira bu suçlunun kendi kendisini ihbarına ve mahkum etmesine benzerdi. Tarihsel suçlarını örtmek için öyle bir değerlendirmeyi göze alamazlardı ve alamadılar. Kirli çamaşırlarını görmemezlikten gelmek için geçmişi küfürle, karalamayla, lanetle(54)kestirip attılar. Bunu yaparlarken üstü kapalı bir biçimde Ekim Devriminden bu yana dünyada ve özellikle Avrupa’da yaşanan tüm acı ve yıkımlarının faturasını ideolojik saflaşmaya, yani özünde komünizme yüklemiş oldular. Ve yine onlara göre komünizmin tamamen iflas etmesiyle birlikte benzer olayların varlık nedeni kendiliğinden ortadan kalkmıştır. Tarihsel olaylar yaşanmış ve silinmez gerçeklerdir; Konferansta söylenen yalanların tersini ispatlama diye bir kaygı bile anlamsız. Fakat Konferans döneminde Batı basınında yer alan yorumlar farklı formüllerle de olsa bir noktada yaklaşık aynı sonuca varıyorlardı:”Bunlar kendi söylediklerine kendileri dahi inanmıyorlar”!
Güncel sorunlar Konferansın resmi gündeminde yer almıyordu. Ama kulis “oturumları” salt güncel sorunlara ayrıldı. Kulis “oturumları” oldukça canlı, renkli ve heyecanlı geçti. Endişeler, sorunlar farklıydı, tartışmalar zengin ve yoğundu. Bush Konferansa Körfez krizini tartışmak için gelmişti ve tek kaygısı o idi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin savaş iznini vermesi için yoğun temaslarda bulundu ve ufak tefek rötuşlarla istediğini elde etti. Dolayısıyla Körfez krizi kulis “oturumları”nın gündeminin ilk ve başlıca maddesini oluşturdu. Diğer devlet başkanlarının özgün sorunları ise onların kişisel beceri ve maharetine bırakıldı. Demir Leydi'nin koltuğundan başka bir şeyi düşündüğü söylenemezdi. Kohl Alman birliği ve seçimlerin heyecanını zor gizleyebiliyordu. Gorbaçov Sovyet halkı için yiyecek arayışı içindeydi. T. Özal ise Paris’in ünlü gazinosu Lido’ya gidip eğlenmeyi ihmal etmedi. Böylece Paris’in şatafatlı, görkemli konferans salonlarında, Elysee Sarayı’nda, Versaille şatosunda düzenlenmiş olan “komünizme lanet konferansı” bazılarının iş bitirmesine, kimilerinin kara kara düşünmesine, kimilerinin de eğlenmesine vesile oldu.
Bu “intikam konferansı”nın çalışmalarında “yeni dünya düzeni”ne ilişkin olarak onaylanan “Paris Sözleşmesi” önemli bir yer tuttu. Bu sözleşme iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü “Yeni bir demokrasi, barış ve birlik çağı” başlığını taşıyor ve insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine “sadakat ve saygı”yı tekrarlıyor, konferansa katılan devletlerin (elbette bu arada Türkiye’nin) tahahüttlerini sıralıyor. Azınlık(55)ların etnik kimliğine, kültürüne, dillerine, dinlerine saygı duyulacağını, yasalar önünde eşit tutulacaklarını belirtiyor. Belirtmekte fayda var, bu bölümün kapsamına Türkiye Kürdistanı, Kosova, Kuzey İrlanda, İspanya’nın Bask bölgesi, Amerikalı Kızılderililer ve Yeni Kaledonya gibi sayısız örnek de giriyor!
Devletler arası dostça ilişkiler bölümünde taraflar devletler arası ilişkilerde sorunların çözümünde salt barışçıl yöntemler kullanılacağını, silaha kesinlikle başvurulmayacağını, kimsenin komşusunun toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına tecavüz etmeyeceğini ve bu ilkelerin Helsinki “nihai senedi”nde açıkça belirtildiğini ve uyulmasına söz verildiğini tekrarlıyor. Ama nedense (belki de unutulmuştur!), Grenada’nın, Panama’nın, Afganistan’ın, Kürdistan’ın, Çat’ın, Yeni Kaledonya’nın, El Salvador’un vb. adı geçmiyor. Kaldı ki bu ülkelerin aslında 1975’den bu yana geçerli olduğu ve gelecekte daha da dikkat edileceği vurgulanıyor. Ağustos ayından bu yana Körfez bölgesine korkunç bir askeri yığınak yapan, en modern nükleer füzeleri bölge halklarının ensesinde Demoklesin kılıcı gibi sallayan güçler pervasızca bu tür belgelerin altlarına imzalarını atabiliyorlar. Yalan, ikiyüzlülük ve sahtekarlık terimleri bile bu durumu nitelemede hafif kalır.
Ayrıca aynı bölümün bir paragrafı “Birlik” sorununa, Almanya’nın birleşmesine ayrılmış. Alman Birliğini “samimiyetle” selamladıklarını, 12 Eylül 1990 günü Moskova’da imzalanan Almanya’ya ilişkin anlaşmayı büyük bir sevinçle karşıladıklarını belirtiyorlar. Alman Birliği sorununa kimin ne gözle baktığını, endişe ve kaygılarının düzeyini Ekim' in geçmiş sayılarında bazı yazılara konu etmiştik. Alman Birliği engellenemediği için kabullenildi. Bu tür ibarelerle sevinçlerini dile getirenler, gerçek düşüncelerini gizliyorlar. Birleşik Almanya etkinlik alanlarının yeniden paylaşılmasını kaçınılmaz olarak gündeme getirecektir. Rakipleri Birleşik Almanya’yı frenleme, dizginleme olanaklarını henüz bulamamanın sıkıntılarını yaşıyorlar.
İkinci bölümün son paragrafı ise, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı'nın bir kurum sıfatıyla dünyadaki önem(56)ve yerini vurguluyor. Tüm devletler arasında bir kader birliğinin varlığına işaret ediliyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatının rolünde gözlemlenen canlılığa sevinçle tanık olunduğu ve onaylandığı belirtiliyor. Bu tür muğlak ve genel terimlerle anlatılmak istenen aslında kendiliğinden anlaşılıyor. AGİK Konferansı hegemonyacı emperyalist güçlerin elebaşlarının tamamını kapsıyor ve ve onların çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda bir politika saptıyor. Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve özellikle de Güvenlik Konseyi aynı güçlerin elinde basit bir alete , kendi deyimleriyle bir “kalkan”a dönüştü. Bu konuda en net örnek Güvenlik Konseyi'nin Körfez krizine ilişkin tavrıdır. Kararlar ABD yönetiminin danışmanları tarafından hazırlanıp olduğu gibi onaydan geçiriliyor. Yakın döneme kadar rakip hegemonyacı politikalar nedeniyle Güvenlik Konseyi nadir konularda oy birliği ile karar alabiliyordu. ABD-Sovyet yakınlaşması ABD politikasının her alanda Birleşmiş Milletlerin oturumlarında vetoya uğramadan onaylanmasının yolunu açıyor. AGİK ve BM’in rollerinin yüceltilmesi, bu güçlerin bundan böyle iradelerini kayda değer engellerle karşılaşmadan dünyaya dayatma eğiliminde olduklarının bir ön işaretidir.
Paris Sözleşmesinin ikinci bölümü “Gelecek İçin Yönelimler” başlığı taşıyor. Bu bölümde göze çarpan en önemli konu, ekonomik işbirliğine ilişkin olanıdır. Bunun dışında sıralanan insan hakları, demokrasi, hukuk, güvenlik, çevre sorunları, kültür, göçmen işçiler, Akdeniz sorunları vb. konular, her tarafa çekilebilen elastiki formüllerle ifade edilmiş boş vaadlerden ibaret. Üstelik önemli bir kesimi birinci bölümün tekrarını içeriyor.
Ekonomik işbirliği konusunda sıralanan reçete çok kısa olmasına rağmen gelecek için saptanan perspektiflerin en önemlisi, hatta başlıcası. “Pazar ekonomisi esaslarına dayalı işbirliği ilişkilerimizin başlıca alanıdır.” Bu kısa cümle çok şeyi ifade ediyor. Kapitalist ekonomik sistem Paris Konferansında, bir ara sosyalizmi geliştirip yetkinleştiriyor diye savunulan Gorbaçov’un da katkısıyla, taçlandırılmış bulunuyor. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi soyut alanlarda ahkam kesmek, edebiyat yapmak nispeten kolay. Nedir ki kapitalist sistemi, şu yaşadığı(57)mız tarihi konjonktürde, şu en küstah günlerinde bile açık açık övmek, enine boyuna tanımlamak o kadar kolay olmuyor. Aynı şey “pazar ekonomisi” gibi kavramların arkasına saklanılarak yapılıyor.
Ama paragrafta sözü edilen ekonomik işbirliğinin GATT nezdinde yapılması gerektiğine ilişkin ibare, kapitalist sistemin uluslararası kuramlarının saptadıkları kuralların artık evrensel ekonomik yasalar olarak anılacaklarını ifade ediyor. Her ne kadar IMF, Dünya Bankası, Paris Kulübünün adları zikredilmiyorsa da, satır aralarında açıkça varlıkları ve onlara verilen önem farkediliyor. Böyle bir konferansta ancak genel bir düzeyde tespitler yapılabilir, pazar ekonomisinin kayıtsız şartsız evrensel ilke olarak onaylanması yeterlidir. Bu ilkenin uygulanmasının doğal kurallarını ayrıca reçete halinde sunmanın bir gereği yoktur. Bu saptamadan çıkan sonuç ve verilmek istenen mesaj oldukça nettir: Kim ki pazar ekonomisi, yani kapitalist sistem dışında bir kalkınma yolu benimserse, onunla hiç bir şekilde işbirliğine girmeyiz, cemaatimizdan afaroz edilmiş sayarız!
Konferansa ev sahipliği yapan Fransa’nın Cumhurbaşkanı F. Mitterand, eğer sahip olduğu edebi yeteneklerden yoksun olsaydı, zirve toplantısının çalışma ve kararlarının basına ve kamuoyuna açıklanması herhalde hayli değişik olurdu. O bu yeteneğini kullanarak görüntüyü bir ölçüde olsun kurtarabildi. Tarihin inkarına, tahrifatına, söylenen yığınla yalana, yapılan vaadlerin uçsuz bucaksız ikiyüzlülüğüne yalnızca dilsel ifade planında bir görkem verilebildi. Tarihte yer edinme tutku ve hevesinden hiç şaşmayan bir şahsiyet olarak Mitterand, konferansa katılanlar içinde hiç şüphesiz en tecrübeli ve en kurt olanıydı. Çalışmaları özetler ve basma bilgi verirken satır aralarına serpiştirdiği “yarının Avrupa’sı ne bir gül bahçesi ne de bir cennet tablosu olacaktır”, “arasıra kötümser olmak fena değildir” vb. türünden sözlü laflarla hem bir gerçeği itiraf etmiş ve hem de bir ikiyüzlülüğü sergilemiş oluyordu.
Aralık 1990(58)
***************************************************
ARKA KAPAK
Irak'ın Kuveyt'i işgal ve ilhakıyla başlayan Körfez krizi, Amerikan ve Batılı emperyalistlerin bölgeye askeri bakımdan iyice yerleşmeleri için bulunmaz bir fırsat oldu. Kuveyt krizinin en önemli sonuçlarından biri budur. Petrol akışını güvenceye almak, Kuveyt petrolünü Irak'a bırakmamak ve emperyalist çıkarlara dokunan Irak'ı gemlemek güncel ve geçici hedeflerdir. ABD'nin asıl hedefi bölgede kendi istediği düzeni bu fırsatı değerlendirerek kurmak ve güvenceye almaktır. Bu düzenin asıl hedefi ise bölgedeki tüm devrimci süreçleri frenlemek ve felce uğratmaktır. Emperyalizm asıl tehlikenin bölgedeki devrimci kaynaşmalardan, başta Türkiye, Kürdistan ve Filistin devrimleri olmak üzere, Ortadoğu halklarının devrimci mücadelelerinden geldiğini biliyor. Ortadoğu'da "yeni bir güvenlik rejimi", "petrol NATO'su" vb. planların asıl hedefi bölge devrimleridir. ABD, kendi askeri varlığının yanısıra, başta İsrail, Mısır ve Türkiye, olmak üzere bölgedeki tüm gerici rejimler arasında kurup kurumlaştırmayı hedeflediği işbirliği ile, Ortadoğu'da emperyalist egemenliği zayıflatabilecek her devrimci gelişmeyi boğmayı amaçlıyor.
Körfez krizi ve yol açtığı gelişmeler, Türkiye devriminin gerek imkanlarını, gerekse güçlüklerini el alışta yeni ufuklar açıyor önümüze .
Emperyalist dünya strateji ve politikalarını geliştirirken bölgeyi bir bütün olarak ele almakta, ilişki, uygulama ve düzenlemelerinde buna göre davranmaktadır.
Uluslararası sermaye cephesini Türkiye'den yarmak amacında ve çabasında olan bizler de bu gerçeği hesaba katmalı, emperyalizmin Türkiye'deki gelişmelere Ortadoğu çerçevesinden baktığını ve bakacağını, tepki ve tedbirlerini buna göre düşüneceğini gözönünde tutmalıyız. Bunun kendisi ise, doğal olarak, devrimimizin yalnızca güçlükleri bakımından değil aynı zamanda olanakları bakımından da bölge düzeyinde ele alınmasını gerektiriyor. Şunu da ekleyelim ki, Türkiye devriminde Kürt sorununun tuttuğu özel ve önemli yer, Türkiye devrimi ile Kürdistan devrimi arasındaki güçlü ve koparılmaz bağlar, devrimimizin sınırlarını ve sorunlarını bir bakıma kendiliğinden Misak-ı Milli sınırları dışına taşırıyor, İran, Irak ve Suriye'deki devrimci süreçlere bağlıyor.
Dostları ilə paylaş: |