El-Mizân Tefsiri Allame Muhammed Hüseyin tabatabai(r a) Cilt: 7



Yüklə 2,31 Mb.
səhifə25/33
tarix27.12.2018
ölçüsü2,31 Mb.
#86984
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   33

104) (Ey Resulüm, müşriklere de ki:) "Doğrusu size Rab-binizden basiretler
(kanıtlar) geldi. Artık kim görürse yararı kendisine, kim de kör olursa
zararı kendisinedir..."

Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "el-Basireh; bir şeyin olduğu
gibi görülmesini sağlayan kanıt ve nişane demektir. el-Besair,
ise onun çoğuludur." (Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son
buldu.) Bir görüşe göre; göz için görme ne ise, kalp için de basiret aynı
konumdadır. Aslında bu kelimenin kökeninde yatan anlam, objeler
dünyasında gözlemlenen şeyin zihne yansıması ve gerçeğine ulaşılması
için algılayıcı güçlerin en güçlülerinden sayılan görme duyusu
ile algılayıştır. Ayette geçen görme ve körlük, bilgi ve cehalet veya

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 475

iman ve küfürdür.

Yüce Allah burada, "Doğrusu size Rabbinizden basiretler geldi." demekle,


sanki önceki ayetlerde tekliğine, ortaklarının bulunmadığına ilişkin
olarak sunulan apaçık kanıtlara işaret ediyor. Bunun anlamı şudur:
"Önceki ayetlerde yer alan bu kanıtlar, Rabbiniz tarafından bana gelen
vahiy kanalıyla size gönderilen basiretler ve apaçık kanıtlardır." -Hitap
Peygamber efendimizin (s.a.a) dilice yapılmıştır.- Ardından muhataplara,
yani müşriklere şu hatırlatmada bulunuluyor: "Siz istediğiniz gibi
davranmakta serbestsiniz; ister gerçekleri görürsünüz, ister kör olmayı
tercih edersiniz. Ama Allah'tan gelen gerçekleri görmeniz sizin lehinize,
kör gibi davranıp burun kıvırmanız da sizin aleyhinize olacaktır."

Buradan anlıyoruz ki, onlar üzerinde bekçi, gözetleyici ifadesiyle, nefislerinin


durumunun ve kalplerinin yönlendirilişinin Allah'a bağlı olduğu
kastediliyor. Bununla Peygamber'in varoluşsal olarak onların
üzerinde bekçi olmadığı, sadece onlara öğüt verdiği anlatılıyor. Bu açıdan
ayetin, önceki ayetlerle, hemen sonrasındaki ayet arasında yer
alan bir ara cümle görüntüsü verdiğini fark ediyoruz. Ayet, Peygamber'in
lisanından Allah tarafından yöneltilmiş bir hitaptır. Şöyle ki o,
soydaşlarına ilâhî mesajla gönderilmiş bir elçidir. Soydaşlarına Allah-
'ın mesajını iletiyor, bunu iletirken kendisinden onları dinlemeye ve
itaat etmeye sevk edecek heyecanlandırıcı sözler de söylüyor, sadece
öğüt vermeyi amaçladığını göstererek ve yıkıcı hiçbir amacın peşinde
olmadığını vurgulamakla onları ilâhî mesaja uymaya teşvik ediyor.

105) İşte böylece ayetleri döne döne (çeşitli biçimlerde) açıklıyoruz ki,
"Sen ders almışsın." desinler...

Bazıları ayetin orijinalinde geçen "dereste" fiilini, hitap sıygasıyla
"dâraste", bazıları da gaip sıygasıyla ve müennes kalıbında "dereset"
şeklinde okumuşlar. Bir görüşe göre, ayetin orijinalinde geçen "nusarrifu"
fiilinin mastarı olan "tasrif" (döne döne açıklama); ardışık ifadelerin
içerdiği anlamlar düzleminde sürekli yinelenen anlamın,
çeşitli yararların bir araya getirilmesi amacıyla uyarlanması demektir.
"De-reste" ifadesinin kökü, "ders"tir. Bu da okuma yoluyla öğrenme
ve öğretme demektir. "Dâreste" şeklindeki okuyuşta da bu anlam
esastır. Ancak bir kelimede çekimden dolayı harf arttıkça, bu,

476 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

anlamın da arttığını gösterir. "Dereset" olarak gaip sıygasıyla ve müennes
kalıbına uyarlandığında ise, "dürûs" kökünden geldiği kabul
edilir. Bu da, izlerin silinmesi demektir. Yani bu sözler silinip gitti.
Tıpkı, "Bunlar önceki kuşakların efsaneleridir." demeleri gibi.
Bu durumda ayette şöyle bir anlamın kastedildiğini söyleyebiliriz: İşte
bu örnekteki gibi ayetleri döne döne açıklıyoruz, değişik şekillerde
açıklamalar getiriyoruz. Bunu yaparken birçok anlam güdüyoruz. En
başta şu bedbahtların bedbahtlıklarını iyice ileri götürüp seni ey Muhammed,
başkasından, Ehlikitap'tan ders alımı olmakla suçlamalarını
hedefliyoruz. Veya, "Bu tür sözler silindi, bunların devirleri geçti;
artık bugün işe yaramazlar." demelerini bekliyoruz. Bir diğer amacımız
da bunları, kalplerini temizleyerek, göğüslerini ona doğru açarak
bilen bir topluluğa açıklamaktır. Bu açıdan tefsirini sunduğumuz ayeti,
şu ayete benzetebiliriz: "Biz Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o,
müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır."
(İsrâ, 82)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b. Yesar'dan şöyle
aktarır: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Allah
vasfedilmez. Hem nasıl vasfedilsin ki! Oysa kitabında, 'Allah'ı, şanına
yaraşır biçimde ululamadılar.' diyor. O'nu hangi oranda tanımlamaya
çalışırlarsa çalışsınlar, Allah o orandan yücedir." [c.1, s.103, h: 11]
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî
Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan, "Allah'ı, şanına
yaraşır biçimde ululamadılar." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
ederler: "Onlar, Allah'ın kendilerine güç yetirebileceğine inanmayan
kâfirlerdir. Kim Allah'ın her şeye güç yetirdiğine inanırsa, o Allah'ı şanına
yaraşır biçimde ulalamıştır. Kim de buna inanmamışsa, Allah'a
şanına yaraşır biçimde iman etmemiştir. 'Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi.' dediler.' ayetinde ise İsrailoğulları'ndan bazı kimseler
kastediliyor. Yahudiler demişlerdi ki: 'Ey Muhammed, Allah sana bir
kitap mı indirdi?' Hz. Muhammed (s.a.a), 'Evet.' deyince, şöyle demiş

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 477

lerdi: 'Allah'a andolsun ki, Allah gökten bir kitap indirmiş değildir.' Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Ey Muhammed de ki: Öyleyse
Musa'nın, bir nur ve insanlara yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim
indirdi?... (Resulüm,) sen 'Allah (onu indirdi.)' de." [c.3, 38-39]
Ben derim ki: Rivayetin başlangıç ifadelerinde yer alan anlamın, ayetin
zahirine aykırı olduğunu daha önce açıklamıştık. Tam tersine ayetin
zahiri, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." sözünü söyleyenlerin,
Allah'ı, şanına yaraşır biçimde ululamayanlar olduklarını göstermektedir.
Aynı eserde İbn-i Ebî Hatem ve Ebu'ş-Şeyh Süddî'den, "Çünkü, 'Allah,
hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle
rivayet edilir: "Yahudi Finhas, 'Allah Muhammed'e hiçbir şey indirmemiştir.'
demişti." [c.3, s.39]

Ben derim ki: [Bu rivayet sahih değildir. Çünkü] anlatan (ayet) ile anlatılan


(Finhas'ın sözleri) arasındaki çelişki, anlamı bozacak boyutlardadır.
[Çünkü ayet genel anlamda hiçbir beşere bir şey indirilmediğini
söylerken, rivayete göre Finhas sadece Hz. Muhammed'e (s.a.a) bir
şey indirilmediğini söylüyor. Bu da açık bir çelişkidir.] Aradaki bu fahiş
ihtilâfla birlikte Süddî'den rivayetin anlam olarak aktarıldığı ihtimalini
de kabul etmek mümkün değildir.

Aynı eserde İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem Said b.


Cübeyr'den şöyle rivayet ederler: "Malik b. Seyf adlı bir Yahudi Peygamberimizin
(s.a.a) yanına geldi ve onunla tartıştı. Peygamberimiz
ona şöyle dedi: 'Seni Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına yemine veriyorum;
Tevrat'ta Allah'ın şişman hahamları sevmediğine ilişkin bir
ifadeye rastladın mı?' Adamın kendisi şişman bir hahamdı. Bu söz
üzerine kızdı ve 'Allah'a yemin ederim; Allah, hiçbir beşere bir şey indirmemiştir.'
dedi. Bunun üzerine arkadaşları, 'Yazıklar olsun sana.
Allah Musa'ya da mı indirmedi?' dediler. O, 'Allah hiçbir beşere bir
şey indirmedi.' dedi. Bu olay üzerine, 'Allah'ı, şanına yaraşır biçimde
ululamadılar.' ayeti indi." [c.3, s.39]

Aynı eserde İbn-i Mürdeveyh Büreyde'den şöyle rivayet eder: Resulullah


buyurdu ki: "Ümm'ül-Kura (kentlerin anası) Mekke'dir." [c.3,
s.39-40]

478 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ali b. Esbat'tan şöyle rivayet edilir: İmam Bâkır'a
(a.s) sordum: "Hz. Peygamber'e (s.a.a) neden 'ümmî' adı verildi?" Buyurdu
ki: Bu ifade onun Mekke'ye (Ümm'ül-Kura) mensubiyetini göstermeye
yöneliktir. Çünkü yüce Allah, 'kentlerin anası ve çevresindeki
insanları uyarman için' buyurmuştur. Ümm'ül-Kura Mekke'dir; çevresi
de Taif'tir." [c.2, s.31, h:76]

Ben derim ki: Bu rivayeti esas aldığımız zaman, "kentlerin anası ve


çevresindeki insanları uyarman için" ayetini, "En yakın akrabanı
uyar." (Şuarâ, 214) ayetiyle aynı mesajı vurgulamaya yönelik olarak
algılamamız gerekir. Belli bir grubun uyarılmasına ilişkin emir ile
mesajın tüm insanlara yönelik olması arasında bir çelişki yoktur.
Bu gerçeğe birçok ayette işaret edilmiştir: "ki onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım..." (En'âm, 19) "O sadece âlemlere bir öğüttür."
(En'âm, 90) "De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize gönderilen... bir elçiyim."
(A'râf, 158)

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir: "İmam


Cafer'den (a.s), 'De ki: 'Öyleyse... kitabı kim indirdi?'...Siz onu parça
parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da
gizliyorsunuz.' ayetini sordum. Buyurdu ki: Yahudiler Tevrat'tan dilediklerini
gizliyor, dilediklerini de insanlara açıklıyorlardı."
İmam'dan (a.s) aktarılan diğer bir rivayette de şöyle deniyor: "Yahudiler
Tevrat'ı kâğıtlara yazıyor, sonra dilediklerini insanlara açıklı-yor,
dilediklerini gizliyorlardı." İmam devamla şöyle buyurdu: "İndirilen
her kitap ilim ehlinin yanındadır." [c.1, s.369, h: 98 ve 59]
Ben derim ki: İlim ehlinden maksat, Ehlibeyt İmamlarıdır (hepsine
selâm olsun).

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, "Allah'a karşı yalan uydurandan...


daha zalim kim olabilir?!" ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Hâkim
el-Müstedrek adlı eserinde Şurahbil b. Sad'dan şöyle rivayet eder: "Abdullah
b. Ebî Sarah hakkında, 'Allah'a karşı yalan uydurandan ya da
kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden
yahut, 'Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden
daha zalim kim olabilir!' ayeti inmiştir. Resulullah (s.a.a) Mek

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 479

ke'ye girince bu adam süt kardeşi Osman'ın yanına kaçtı. Osman da
Mekkeliler güvene kavuşuncaya kadar onu yanında sakladı, sonra
gelip onun için Peygamber'den eman istedi." [c.3, s.30]
Aynı eserde İbn-i Cerir ve Ebu'ş-Şeyh İkrime'den, "Allah'a karşı yalan
uydurandan ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana
vahyolundu.' diyenden... daha zalim kim olabilir?!" ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Bu ayet secili sözler söyleyip kehanette bulunan
yalancı peygamber Müseyleme hakkında inmiştir. 'Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' ifadesi de Abdullah
b. Sa'd b. Ebî Sarah hakkında inmiştir. Bu adam Peygamberimizin
(s.a.a) vahiy katipliğini yapıyordu. Kendisine 'Azîzun hakîm' olarak
yazması söylenen ifadeleri, 'Gafûrun rahîm' şeklinde değiştirerek
yazıyordu. Sonra halk kendisine ayeti yanlış yazdığını söylediğinde,
'Ne fark eder, ikisi de aynıdır.' diyordu. Derken İslâm'dan döndü ve
Kureyşlilere katıldı." [c.3, s.30]

Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz rivayetin dışında başka kanallardan


da aynı anlamı içeren birçok rivayet aktarılmıştır.

Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: Bize babam anlattı, o da Safvan-dan


duymuş, ona İbn-i Meskan anlatmış, o da Ebu Basir'den İmam Cafer'in
(a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş: "Abdullah b. Sa'd b.
Ebî Sarah Osman'ın süt kardeşiydi. Medine'ye geldi, Müslüman oldu.
Güzel yazı yazardı. Peygamberimize (s.a.a) vahiy indiğinde,
Peygamber onu çağırır, indirilen ayetleri yazmasını isterdi.
Resulullah (s.a.a) ona, 'Allah işitendir, görendir.' dediğinde o, 'Allah
işitendir, bilendir.' şeklinde, 'Allah yaptıklarınızdan haberdardır.'
dediğinde o, 'Allah yaptıklarınızı görendir.' şeklinde yazardı. Ayrıca
'ta' ve 'ya' harflerini farklı yazardı. Resulullah (s.a.a) ise ona, bunların
fark etmediğini söylerdi."
"Derken dinden dönüp kâfir oldu ve Mekke'ye geri döndü. Kureyşlilere
şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim, Muhammed ne dediğini bilmiyor.
Ben onun dediklerinin benzerlerini söylüyorum, buna rağmen
benim yazdıklarıma itiraz etmiyor. O hâlde ben de Allah'ın indirdiği
gibi indiriyorum.' Bunun üzerine yüce Allah Peygamberi'ne (s.a.a) şu
ayeti indirdi: Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir

480 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden yahut, 'Ben de
ya-kında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden daha
zalim kim olabilir?!"

"Resulullah (s.a.a) Mekke'yi fethettiği zaman onun öldürülmesini emretti.


Osman elinden tutarak mescitte bulunan Resulullah'ın (s.a.a)
yanına getirdi ve dedi ki: 'Ya Resulallah, onu affet.' Resulullah (s.a.a)
sustu. Osman isteğini tekrarladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a),
'Onu sana bağışlıyorum.' dedi. Adam çekip gidince Resulullah (s.a.a),
'Ben size, kim onu görürse öldürsün demedim mi?' Bunu duyan bir
adam dedi ki: 'Ya Resullah, benim gözüm sendeydi, onu öldürmek için
bir işaretini bekliyordum.' Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu:
'Peygamberler işaretle adam öldürtmezler.' Böylece adı geçen
adam Mekke fethinden sonra azatlılardan, canları bağışlananlardan
oldu." [c. 1, s.210-211]

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka rivayetler el-Kâfi'de, Tefsir'ul-


Ayyâşî'de1 ve Mecma'ul-Beyan'da2 çeşitli kanallarla İmam Bâkır ve
İmam Sadık'tan (her ikisine selâm olsun) rivayet edilmiştir.
Bazı tefsir bilginleri, bu hikâyeyi İkrime ve Süddî kanalıyla aktardıktan
sonra şöyle demişlerdir: "Bu iki rivayet asılsızdır. Çünkü Mekke
döneminde inen hiçbir surede, 'semîen alîmen=duyan ve bilen', 'alîmen
hakîmen=ilim ve hikmet sahibi' ve 'azîzun hakîmun=güç ve
hikmet sahibi' ifadeleri geçmez. Sadece İbn-i Abbas'tan, En'âm suresinden
sonra [Mekke'de] inen Lokmân suresinin Medine'de indiği rivayet
edilen ayetlerinden 'azîzun hakîmun' ifadesini içeren ayetle
ondan sonraki iki ayeti bu genellemenin dışında tutmak gerekir. Nitekim
el-İtkan adlı eserde de aynı görüşe yer verilmiştir."
Mezkur müfessir bunların ardından, "Bazılarının, 'Bu ayetin Medine'-
de indiği ihtimali vardır.' görüşüne ihtiyaç olmadığı gibi buna ilişkin
rivayet sahih de değildir." dedikten sonra devamla şöyle der:
"Rivayet edilir ki: 'Abdullah b. Sa'd dinden döndükten sonra Kur'-ân'a
eleştiriler getirmeye başladı.' Belki de o, rivayette kendisine izafe edi-
---------------------
1- [c.1, s.369, h: 60]
2- [c.4, s.335]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 481

len sözlerin bir kısmını sırf yalan ve iftira olarak söylemiştir. Çünkü
onun vahiy katipliği yaptığı dönemlerde inen surelerin hiçbirinde onun
üzerinde oynadığını söylediği ifadelere benzer ifadeler yer almaz.
Kaldı ki o, Mekke'nin fethinden önce yeniden İslâm'a dönmüştü. Eğer
söy-lediği gibi Kur'ân ifadeleri üzerinde tasarrufta bulunmuş, Peygamberimiz
(s.a.a) de onun bu söylediklerini onaylamış olsaydı ve bu
nedenle Peygamber'e indirilenlerin vahiy olmasından şüpheye düşseydi,
artık tekrar İslâm'a dönüş yapmazdı." (Adı geçen müfessirden
yaptığımız alıntı burada sona erdi.)1

Daha önce İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (her ikisine selâm olsun)


aktarılan muteber rivayetlerde Abdullah b. Ebî Sarah kıssasının Mekke'de
değil, hicretten sonra Medine'de gerçekleştiği belirtilmişti. Ehlisünnet
kanallarından aktarılan rivayetlerden ise, olayın Mekke'de
gerçekleştiği net olarak anlaşılmıyor. Hatta bu rivayetlerin zahirinden
hareketle olayın Medine'de gerçekleştiği sonucuna varmak da mümkündür.
Kur'ân surelerinin tertibi hususunda dayanak olarak kabul
edilen İbn-i Abbas rivayeti ise, adı geçen müfessirin reddettiği rivayetlerden
daha güçlü değildir.

İbn-i Ebî Sarah'ın Mekke'nin fethinden önce kendi rızasıyla Müslüman


olduğuna ilişkin ifadesine gelince, gerek Şiî ve gerekse Sünnî
kanallardan aktarılan rivayetlerde onun Mekke'nin fethine kadar
Müslüman olmadığı belirtilmektedir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onun
kanını helâl bilmiş, öldürülmesini emretmişti. Fakat Osman onun
canının bağışlanması için şefaatçi olunca Peygamberimiz onu
bağışlamıştı.

Fakat rivayetlerin zahiri açısından bir problem kalıyor. Tefsirini sunduğumuz


ayette geçen, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim, diyenden." ifadesiyle, İbn-i Ebî Sarah'ın söylediği rivayet
edilen, "Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indiriyorum." ifadesi
arasında belirgin bir örtüşme söz konusu değildir.
Kaldı ki, "Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, 'Bana da vahyolundu.' diyenden yahut, 'Ben de
1- [el-Menâr, c.7, s.625]

482 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden daha
zalim kim olabilir?!" ifadesinin Medine'de inmiş olması, bu ifadeyle,
bundan sonraki ayet arasındaki belirgin bağlantı ile bağdaşmıyor.
Eğer bu ifade Medine'de inmişse, o zaman iki ayetin birlikte Medine'de
inmiş olmaları daha uygun olurdu.

Başka bir rivayet daha var. Bu rivayette ayete ilişkin başka bir iniş


sebebinden söz ediliyor. Bunu Abd b. Humeyd, İkrime'den şöyle rivayet
etmiştir: "Ve'l-mürselâti urfen. Fe'l-âsifâti asfen ('Andolsun, birbiri
ardınca gönderilenlere. Esip savuranlara' -Mürselât Suresi-) ayetleri
inince, Abduddaroğulları'ndan Nazr, 'Fe't-tâhinâti tahnen, fe'l-âcinâti
acnen' ('Andolsun; un öğütenlere, hamur yoğuranlara...') diyerek ayetle
alay eder biçimde kafiyeli sözler sıraladı. Bunun üzerine yüce Allah,
'Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir şey
vahyedil-memişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden... daha zalim kim
olabilir?!' ayetini indirdi." [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.30]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Selâm'dan, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "bugün alçaklık
azabıyla cezalandırılacaksınız." ayetiyle ilgili olarak şu açıklama
rivayet edilir: "Burada kastedilen kıyamet günü çekilen susuzluktur."
[Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.370, h: 63]

Ben derim ki: Aynı hadis, Tefsir'ul-Ayyâşî'de Fuzayl'den, o da İmam


Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. Orada, "Kastedilen, susuzluktur."
şeklinde bir açıklama getirilmiştir. [c.1, s.370, h: 63]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle İbrahim'den, o da İmam Cafer'den


(a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Âdem'i yaratmak isteyince
Cebrail'i cuma gününün ilk saatlerinde gönderdi. Cebrail sağ elini
yedinci gökten (yere) en yakın (olan) göğe kadar uzattı ve her gökten
bir toprak parçası aldı. Sonra (sol elini) yedinci yerden uzak yedinci
yere kadar uzattı ve her birinden bir avuç (toprak) aldı. Sonra yüce Allah
emredeceği kelimeyi emretti. Bunun üzerine Cebrail, ilk aldığını
sağ elinde, ikinci aldığını da sol elinde tuttu. Sonra avucundaki çamuru
iki kısma ayırdı. Sonra yerden yerden aldığı çamurun yarısından
birtakım zürriyetler yarattı, gökten aldığı çamurun yarısından da
birtakım zürriyetler yarattı. Sağında olanlara dedi ki: 'Elçiler, nebiler,
vasiler, sıddıklar, müminler, şehitler ve onurlandırmak istediğim

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 483

kimseler senden olacaktır.' Böylece onlar için söyledikleri, söylediği gibi
gerekli oldu. Solunda olanlara da şöyle dedi: 'Zorbalar, müşrikler,
münafıklar, ta-ğutlar ve alçaltmak veya mutsuz etmek istediklerim de
senden olacaktır.' Böylece onlar için de Allah'ın dedikleri, dediği gibi
gerekli oldu."

"Sonra her iki çamurun diğer yarıları birbirine karıştırıldı. İşte şu ayette


buna işaret edilmiştir: 'Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'-
tır.' 'el-Habb=tane' müminlerin tıynetidir, yaratılış hamurudur. Allah
bu tıyneti, bu hamuru kendi sevgi ve muhabbeti ile yoğurmuştur.
[Çünkü 'muhabbet' kelimesinin kökü, 'h b b'dir.] 'en-Neva=çekirdek'
ise kâfirlerin tıynetidir, yaratılış hamurudur. O kâfirler ki, her türlü hayırdan
uzaktırlar. 'en-Neva' diye isimlendirilmesi, [sözlük anlamı itibariyle]
haktan yüz çevirip uzaklaşmasından dolayıdır."

"Yine ulu Allah şöyle buyurmuştur: 'Ölüden diriyi çıkaran, diriden de


ölüyü çıkarandır.' Bu ayette geçen diriden maksat, kâfirin yaratılış
hamurundan, tıynetinden çıkarılan mümindir. Diriden çıkarılan ölüden
maksat da müminin tıynetinden, yaratılış hamurundan çıkarılan
kâfirdir. O hâlde diri mümindir, ölü de kâfirdir. Şu ayette buna işaret
edilmiştir: 'Yoksa ölü iken dirilttiğimiz...' Ölü olması, yaratılış hamurunun
kâfirin yaratılış hamuruyla karışık olması hâlidir. Diriltilmesi
ise, yüce Allah'ın ezelî kelimesiyle onları birbirinden ayırmasıdır. Yüce
Allah, mümini karanlığa girdikten sonra doğum aracılığıyla aydınlığa
çıkarır. Kâfiri de [doğum aracılığıyla] içinde bulunduğu aydınlıktan
karanlığa sokar. İşte şu ayette buna işaret edilmiştir: 'Diri olanı uyarsın
ve kâfirlere azap hak olsun diye...'" [c.2, s.5-6, h: 7]

Ben derim ki: Bu rivayet, insanların yaratılış hamurlarına, tıynetlerine


ilişkin hadislerden biridir. İnşaallah yeri gelince bu tür rivayetler üzerinde
duracağız. Yukarıda sunduğumuz rivayette "el-habb=tane" ve
"en-neva=çekirdek" kelimelerinin bilinen anlamlarına rağmen mümin
ve kâfirin tıyneti şeklinde yorumlanması, batinî anlama bir örnektir;
yoksa zahirî anlam açısından böyle sonuç elde edilmez. Bundan başka
rivayetlerde de bu tür anlamları ifade eden cümleler yer almıştır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "geceyi dinlenme zamanı... kılan O'dur." ifadesiyle
ilgili olarak Hasan b. Ali b. bint-i İlyas'tan şöyle rivayet edilir: İ-

484 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mam Rıza'dan (a.s) şunları dinledim: "Allah geceyi dinlenme zamanı
yapmıştır. Kadınları da dinlenme aracı kılmıştır. Geceleyin evlenmek
ve yemek yedirmek sünnettir." [c.1, s.371, h: 67]

Aynı eserde Ali b. Ukbe babasından, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)


şöyle rivayet eder: "Eşlerinizle geceleri birleşin. Çünkü Allah geceyi
dinlenme, rahat etme zamanı kılmıştır. İhtiyaçlarınızı gece vakti temin
etmeye kalkışmayın." [c.1, s.371, h: 68]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Yunus'tan, o da bizim mezhebimize


mensup bazı âlimlerden, onlar da İmam Ebu'l-Hasan'dan
(a.s) şöyle rivayet eder: "Allah peygamberleri nübüvvet üzere (peygamberlik
hamurundan) yaratmıştır. Onlar peygamberden başkası
olamazlar. Müminleri iman üzere yaratmıştır; onlar da ancak mümin
olurlar. Bazı kimselere de imanı ödünç olarak verir. Dilerse onların
imanlarını tamamlar, dilerse onu tamamen onlardan alır. 'Kiminiz istikrara
kavuşmuş, kalış yerine yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak
konulmuştur." ifadesi bu anlama yorumlanır. İşte falan adam, [ikinci
kısımdandı,] emanet bırakılan biriydi. Fakat bizim (Ehlibeyt) aleyhimize
yalan sözler söyleyince Allah imanı ondan aldı." [c.2, s. 418, h: 4]

Ben derim ki: "Müstevda'=emanet bırakılan yer" ve "mustakarr= konulan


yer" ifadelerinin imanın iki kısmı şeklinde yorumlanmasına ilişkin
olarak Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet vardır. Bunları
Tefsir'ul-Ayyâşî [c.1, s.371, h: 69] ve Tefsir'ul-Kummî'de [c.1, s.212]
bulmak mümkündür. Yukarıda sunduğumuz rivayet ise, genel bir ifadenin
özel bir duruma uyarlanması, tatbik edilmesi şeklinde izah edilebilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Sa'd b. Said Ebu'l-Esbağ'dan şöyle rivayet edilir:
İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Mustakarr ve müstevda'" ifadeleriyle ilgili
olarak şöyle dediğini duydum: "Mustakarr'dan maksat, ana rahmi;
müstevda'dan maksat da babanın sulbüdür. Bazen de bir insana
iman emanet olarak verilir, ama daha sonra bu iman ondan alınabilir."
[c.1, s.371, h: 71]

Aynı eserde Südeyr'den şöyle rivayet edilir: Hamran'ın İmam Bâkır'a,


"O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır." ayetinin anlamını
sorduğunu duydum. İmam ona şu karşılığı verdi: "Allah, bütün
eşyayı önceden bir örnek olmaksızın yoktan var etti. Gökleri ve

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 485

yerleri de bir örnek edinmeksizin yoktan var etti. Oysa onlardan önce
gökler ve yerler yoktu. Şu ayeti duymadın mı: 'Onun arşı su üzerindeydi.'"
[c.1, s.373, h: 77]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da


İmam Cafer'den (a.s), "Gözler O'nu görmez..." ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet eder: "Burada insanın tasavvur gücünün O'nu kuşatması
kastedilmiştir. Şu ayeti görmediniz mi: 'Size Rabbinizden basiretler
geldi.' Burada basiret göz anlamında kullanılmamıştır. 'kim de kör
olursa zararı kendisinedir.' Burada da gözlerin körlüğü kastedilmemiştir;
tam tersine insanın tasavvur gücünün kuşatması kastedilmiştir.
Me-selâ Araplar, 'Fulanun basîrun bi'ş-ş'iri (falan adam şiirde uzmandır),
Fulanun basîrun bi'l-fıkhi (falan fıkıhta uzmandır), Fulanun
basîrun bi'd-derahim (falan adam para uzmanıdır), Fulanun basîrun
bi's-siyabi (falan adam giysi uzmanıdır)' derler. Yoksa Allah gözle görülmekten
münezzehtir." [c.1, s.98, h: 9]

Ben derim ki: et-Tevhid adlı eserde, Şeyh Saduk başka bir kanaldan


aynı hadisi İmam Sadık'tan (a.s), ayrıca kendi rivayet zinciriyle Ebu
Haşim el-Caferî kanalıyla İmam Rıza'dan (a.s) aktarmıştır. [s.112, h:
10-11]

Yine el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Safvan b.


Yahya'dan şöyle rivayet eder: "Hadisçilerden Ebu Karra, kendisini
İmam Rıza (a.s) ile görüştürmemi istedi. Bunun için İmamdan izin istedim.
İmam onunla görüşmeyi kabul etti. Ebu Karra İmamın yanına
gitti ve ona helâlden, haramdan ve hükümlerden sordu. Derken tevhitle
(kelâm ilmi) ilgili sorular sormaya başladı. Ebu Karra dedi ki:
'Biz (Ehlisünnet) şöyle rivayet ederiz: Allah konuşma ve görüşmeyi
iki peygamber arasında paylaştırmıştır. Konuşmayı Musa'nın (a.s),
görüşmeyi de Muhammed'in (s.a.a) payı olarak öngörmüştür. (Musa
peygamberle konuşmuş, Hz. Muhammed'le de görüşmüştür.)' Bunun
üzerine İmam şöyle buyurdu: 'İki ağırlıklı topluluğa, cinlere ve insanlara,
'Gözler O'nu görmez.', 'O bilgice kuşatılmaz.', 'Hiçbir şey O'nun
benzeri değildir.' diye tebliğ eden kimdir? Hz. Muhammed değil mi?'
Ebu Karra, 'Evet.' dedi. İmam dedi ki: Bir insan bütün halka gelip Allah
katından gönderildiğini söylese, onları Allah'ın emri doğrultu-

486 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sunda Allah'a kulluk sunmaya davet ettiğini belirtse, ardından gözlerin
Allah'ı göremeyeceklerini, O'nun bilgice kuşatılamayacağını, hiçbir
şeyin O'na benzemediğini vurgulasa, sonra da kalkıp; 'Ben O'nu
gözlerimle gördüm, O'nu bilgice kuşattım, O insan suretindedir.' dese,
bu bir çelişki olmaz mı? Böyle şeyler söylemekten utanmıyor
musunuz? Zındıklar bile Peygamberimizi, Allah katından geldiğini
iddia edip de söylediklerinin aksini iddia eden biri olarak suçlamaya
cesaret edememişlerdi!"

"Bunun üzerine Ebu Karra dedi ki: 'Ama Allah; 'O'nu bir diğer inişte de


gördü." [Necm, 13] demiyor mu?' İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: 'Bu
ayetten hemen sonra Peygamber'in neyi gördüğü belirtiliyor. [Çünkü
bu ayetten önce şöyle buyurmuştur:] 'Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.'
[Necm, 11] Bu ayette deniliyor ki: Muhammed'in kalbi, gözlerinin
gördüğünü yalanlamadı. Ardından da gözlerinin neyi gördüğüne
işaret ediliyor: 'Andolsun, Rabbinin en büyük ayetlerinin bazılarını
gördü.' [Necm, 18] Allah'ın ayetleri, Allah'tan ayrıdır. Nitekim diğer bir
ayette şöyle buyurulmuştur: 'Onu bilgice kuşatamazlar.' Gözler O'nu
görürse, bilgice de kuşatılmış olur, dolayısıyla O'nun kesin olarak bilinmesi
gerçekleşir."

"Bu cevap karşısında Ebu Karra dedi ki: 'Sen rivayetleri yalanlıyor


musun?' İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: Eğer rivayetler Kur'ân'la çelişiyorlarsa,
onları yalanlarım. Müslümanların üzerinde ittifakla birleştikleri
husus; Allah'ın bilgice kuşatılamayacağı, gözlerin O'nu göremeyeceği
ve hiçbir şeyin O'nun benzeri olamayacağıdır." [c.1, s.95, h: 2]

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka rivayetler de Ehlibeyt İmamlarından


(hepsine selâm olsun) aktarılmıştır. Bir de Allah'ı görmeyi
olumlayan başka rivayetler de vardır. Ama bu rivayetlerde görme,
son derece ince bir anlamda ve Allah'ın kutsal zatına yaraşır biçimde
ele alınmaktadır. İnşaallah A'râf suresini tefsir ederken bu rivayetler
üzerinde duracağız. Bu rivayette İmamın (a.s) Allah'ın görülmesini
şiddetle olumsuzlamasının sebebi ise, Allah'ın görülmesi meselesinin
o dönemde ele alınış tarzıdır. Çünkü o çağda yaygın olan kanaat, Allah'ın
cismanî gözlerle cismanî olarak görüldüğü şeklindeydi. Bu ise
ne akılla, ne de Kur'ân'ın açık nassıyla bağdaşır.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 487

Meselâ Taberî Tefsirinde İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet
eder: "Peygamberimiz Rabbini görmüştür." Bunu duyan bir adam,
"Allah, 'Gözler O'nu görmez.' demiyor mu?' dedi. İkrime ona şu karşılığı
verdi: "Sen göğü görmüyor musun?" Adam, "Evet, görüyorum."
dedi. İkrime, "Sen göğün tümünü mü görüyorsun?"1
Bunun gibi konuyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan birçok rivayet
vardır.
Öyle anlaşılıyor ki İkrime, Allah'ın cismanî gözle cismanî olarak görülmesini
olumluyor. Oysa akıl da, nakil de bunu olumsuzlamaktadır.
Oysa İkrime şunu gözden kaçırmış bulunuyor: Eğer "Gözler O'nu
görmez."den maksat, bir şeyin bütün yönleriyle kuşatılmasının olumsuzlanması
ise, bunu sırf Allah'a özgü kılmanın bir anlamı olmaz.
Çünkü insan ve hayvan gibi yer cisimleri ve gök cisimleri gibi değişik
yüzeylere sahip maddî varlıklar, ancak görenle görünen arasında gidip
gelen ışınların isabet ettiği kısımları itibariyle görülürler. Burada
belirleyici olan mercek ve aynalar üzerinde yapılan araştırmalarda
tespit edilen optik yasalar geçerlidir.
Örneğin bir insanı gördüğümüzde, onun bedenini üstten, alttan, arkadan,
önden, sağdan ve soldan kuşatan birçok yüzeyleri arasında
sadece bir yüzeyi itibariyle görmüş oluruz. Gözün, karşısındaki insanı
bütün yüzeyleri itibariyle görmesi, kuşatması imkânsızdır. Dolayısıyla,
eğer, "Gözler O'nu görmez." ifadesinden maksat, bu tür bir algılayışın
hem yüce Allah, hem de diğer varlıklar açısından imkânsızlığının belirtilmesi
ise, bu durumda hiçbir sonuca matuf olmayan gereksiz ve
anlamsız bir ifadeyle karşı karşıyayız demektir.

et-Tevhid adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İsmail b. Fazl'dan


şöyle rivayet eder: "İmam Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed Sadık'a
(a.s) yüce Allah'ın ahirette görülüp görülemeyeceğini sordum. Buyurdu
ki: Allah bundan yücedir, münezzehtir. Ey Fazl'ın oğlu, gözler an-
-------------------
1- [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.37]

488 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

cak renk ve nicelik sahibi olan varlıkları görürler. Oysa renkleri ve nicelikleri
yaratan yüce Allah'ın kendisidir."
En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 489


Yüklə 2,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin