El-Mizân Tefsiri Allame Muhammed Hüseyin tabatabai(r a) Cilt: 7



Yüklə 2,31 Mb.
səhifə6/33
tarix27.12.2018
ölçüsü2,31 Mb.
#86984
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33

EN'ÂM SURESİ


                             ( Tamamı:1-165)

En'âm Sûresi / 1-3 ............................


Ayetlerin Meâli 1-3




Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla

1- Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var


etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.
2- O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş
süre de O'nun katındadır. Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.
3- O, göklerde de, yerde de Allah'tır. Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve
ne kazandığınızı da bilir.




AYETLERİN AÇIKLAMASI


En'âm Suresi'nin amacı, en genel anlamıyla tevhidi, yüce Allah'ın birliğini
duyurmaktır. Yani, insanların bir Rabbi vardır ve bu Rab aynı zamanda
bütün âlemlerin de Rabbidir. Her şey O'ndan başlar, O'nda biter
ve O'na döner. O, müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler göndermiş,
rububiyetinin egemenliği altında bulunan kullarını onlar aracılığıyla
hak esaslı dinine yöneltmek istemiştir. Bu yüzden surenin içerdiği ayetlerin
büyük bir kısmı, tevhit, ahiret günü ve peygamberlik misyonu çerçevesinde
müşriklerle girişilen tartışma ortamına sürülen kanıt nitelikli
materyaller olma özellikleriyle belirginleşmektedirler. Bunun yanı sıra,
şer'î görevler ve dinsel yasaklar bazında genel açıklamalar kapsamaktadırlar.

Surenin akışı üzerinde düşünüldüğü zaman görüleceği gibi- bütünlük


arz etmektedir. Surenin bölümler hâlinde indiğini kanıtlayacak şekilde,
bölümler arası farklı ifade tarzı söz konusu değildir. Bu, surenin
bir kerede ve bir bütün olarak indiğini gösterir. Ve yine surenin bu özelliği,
onun Mekke inişli olduğunun da kanıtıdır. Büyük bir kısmında
ve hatta bütününde hitabın müşriklere yöneltildiği akışın belirgin özelliği,
bunu gösterir mahiyettedir.

Tefsir bilginleri ve raviler, surenin Mekke döneminde indiği hususunda
görüş birliği içindedirler. Bu görüş birliği sadece bazı ayetlerde söz
konusu değildir. Örneğin, bazılarına göre şu altı ayet Medine inişlidir:

8 .... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7




"Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)..."
(Mâide, 91) ayeti ile sonrasındaki iki ayet ve "De ki: Gelin, Rabbinizin
size neleri haram kıldığını okuyayım..." (Mâide, 151) ayeti ile sonrasındaki
iki ayet.

Bir görüşe göre de, surenin tamamı Mekke döneminde inmiştir, sadece


"De ki: Gelin..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki ayet Medine
döneminde inmiştir.

Bazılarına göre de, En'âm Suresi'nin tamamı Mekke döneminde inmiştir;


yalnızca iki ayeti Medine'de ve bir Yahudi hakkında inmiştir.
Söz konusu Yahudi, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi..." [En'âm,
91] demişti.

Bir diğer görüşe göre ise, surenin tamamı Mekke inişlidir; sadece bir


ayeti Medine döneminde inmiştir. O da şu ayettir: "Eğer biz onlara
melekleri indirseydik..."

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, surenin akışının bütünlüğünü ve aynı


üslûba sahip oluşunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu görüşleri
kanıtlayacak bir ipucu bulmak mümkün değildir. İleride bu
hususu, elimizden geldiğince açıklayacağız. Ehlibeyt İmamlarından,
ayrıca Übey, İkrime ve Katade'den, surenin bir bütün olarak bir kerede
Mekke'de indiği rivayet edilmiştir.

1) Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var
etti.

Sure, yüce Allah'a yönelik bir övgüyle başlıyor. Bu açılış, surenin akışı
içinde açıklanması amaçlanan tevhidin anlamına ilişkin bir giriş, bir
mukaddime niteliğindedir. Bu nedenle söz konusu övgü, surenin ana
hedefinin özünü içermekte ve böylece bu konudaki ayrıntılı açıklamaların
ön hazırlığı yapılmaktadır. Yine bu nedenle müşriklerin tutumları
karşısında bir şaşkınlık, tevhit yerine şirki tercih edişlerinden dolayı
kınanmaları, Allah'ın birliği hususunda kuşkuya düşmelerinin yadırganması
dile getirilmekte ve böylece surenin akışı içinde geniş biçimde
sunulacak öğüt, uyarı ve korkutma nitelikli ifadelere bir hazırlık
yapılmaktadır.

İlk üç ayetin kapsadığı bu övgüyle şeriatın özünü oluşturan gerçek


bilgiler noktasında dinî davetin dayandığı üç temel düzene işaret eEn'âm

Sûresi / 1-3 ............................ 9

dilmektedir:

Bunların ilki, genel evrensel düzendir ki, ilk ayette buna işaret ediliyor.

İkincisi, insanın varoluş düzenidir ki, ikinci ayette buna işaret ediliyor.

Üçüncüsü de, insanın davranışlarına egemen olan düzendir ki,


üçüncü ayette buna işaret ediliyor.

Dolayısıyla üç ayetin bütününden şu anlam özetlenmektedir: İnsanın


da içinde yaşadığı büyük evreni yarattığı, insanın balçıktan başlayıp
belirli bir süre ile son bulan sınırlı varoluşundan ibaret olan küçük âlemi
yarattığı ve insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını
bildiği için övgü yüce Allah'ındır.

Üçüncü ayetin başındaki, "O, göklerde de, yerde de Allah'tır." ifadesi,


önceki iki ayetin içeriğinin açıklaması niteliğinde olmasının yanı sıra,
yüce Allah'ın insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını
bilmesine ilişkin açıklamaya da bir hazırlık mahiyetindedir.

Dolayısıyla, "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti."


ifadesi, evrene egemen olan genel düzene işaret etmektedir. Sayısız
varlık, onca farklılıklarıyla bu düzenin kapsamında idare edilmektedir.
Şu, yürürlükteki sağlam düzeniyle bizim âlemimiz, yer âlemidir ki,
onca genişliğiyle gök âlemince kuşatılmıştır. Sonra bu âlemimiz üzerinde
aydınlığın ve karanlığın etkinliği geçerlidir. Gözlemlenen âlemin
yaşadığı dönüşüm ve olgunlaşım sürecinin ruhunu da aydınlık ve karanlık
fenomenleri oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, an
geçmiyor ki, bir şeyden başka bir şey doğmasın, bir şey başka bir şeye
dönüşmesin, bir şey açığa çıkarken bir başka şey gizlenmesin, yeni
oluşup eski çürümesin. Birbirinden farklı özellikler arz eden bu hareketlerin
buluşmasından da büyük evrensel hareket meydana gelmektedir.
Varlıkların ağırlıklarını taşıyan ve onları kendi yörüngelerinde
yürüten de bu evrensel hareket sistemidir.

"...karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesinin orijinalinde geçen
"ca'l" sözcüğü "yaratma" anlamına gelir. Ne var ki, yaratma anlamına
gelen "halk" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle, elbisenin yıpranması
anlamını içerdiğinden, çeşitli ögelerin bileşiminden bir şey meydana
getirmek anlamını ifade eder. "Ca'l" için ise böyle bir ayrıntı söz
konusu değildir. Belki de, göklerin ve yerin yaratılışından söz edilir-

10 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ken "halk" sözcüğünün kullanılması, buna karşın, karanlığın ve aydınlığın
yaratılmasından söz edilirken de "ca'l" sözcüğünün kullanılması,
karanlık ve aydınlığın aksine, göklerin ve yerin varoluşunda terkip olgusunun
söz konusu olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu yüzden
karanlık ve aydınlığın yaratılışından söz edilirken "ca'l" sözcüğü kullanılmıştır.

Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.


İfadede "karanlıklar" çoğul, buna karşın "aydınlık" tekil olarak geçiyor.
Bunun nedeni, belki karanlığın aydınlığa kıyasla oluşan bir kavram
olmasıdır. Çünkü karanlık, aydınlığın olabileceği bir yerde aydınlığın
yokluğundan ibarettir. Dolayısıyla aydınlığa yakınlığı veya uzaklığı
açısından karanlığın çoğalması söz konusudur. Aydınlıksa, bundan
farklıdır. Çünkü aydınlık, varoluşsal bir olgudur; varoluşsal bir
olgunun yokluğundan ibaret olan karanlığa kıyasla oluşmaz. Karanlıkla
düşünsel olarak mukayesesi sonucu aydınlığın düşünsel olarak
çoğalması, gerçek olarak da çoğalmasını gerektirmez.

Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

Kınamayla karışık bir hayret ifadesidir. Yani, gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden yüce Allah, tek ilâh ve tek rab-dir.
Hiçbir şey O'na benzemez, hiçbir şey O'na ortak olmaz. Hâl böyleyken,
egemenliğin gerçek anlamıyla, yaratma ve yönetme yetkisinin
tanrı edindikleri putlara değil, sırf Allah'a ait olduğunu itiraf eden kâfirlerin,
putları başta olmak üzere başkalarını Allah'a denk tutmaları,
kulluk sundukları heykelleri Allah'a eşit görmeleri şaşılacak bir şeydir.
Tutup bunları O'na eş biliyorlar! Allah, onların bu yakıştırmalarından
münezzehtir. Gerçekten kâfirler, bu korkunç tutarsızlıklarıyla kınanmayı
hak ediyorlar.

Buradan hareketle, ifadenin akışı içinde, erteleme ve gecikme anlamını


ifade eden "sümme=sonra" edatının kullanılmasının hikmetini
de kavrıyoruz. Sanki konuşmacı, yüce Allah'ın tekliğini yaratma ve
var etme nitelikleriyle, ulûhuyet ve rububiyet alanındaki birliğiyle
pekiştirirken, müşriklerin ve putperestlerin, "Şu ağaçtan ve taştan
yontul-muş heykeller, âlemlerin Rabbine denktirler." şeklindeki iddialarını
hatırlamış da, bundan duyduğu şaşkınlıktan ötürü bir süre
duraklamış, konuşmaya ara vermiş, ardından tekrar konuşmasına

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 11

devam etmiş, bu arada bir süre duraksamasının nedenini açıklarcasına,
onların bu tür asılsız iddiaları karşısında duyduğu şaşkınlıktan
dolayı bir süre konuşmaya ara vereme durumunda kaldığını ima ederek,
"Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar."
demiştir.

2) O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu.

Büyük âlemin yaratılışına işaret edildikten sonra, şimdi de insanın
varoluşunu temsil eden küçük âlemin yaratılışına işaret ediliyor. Bu
çerçevede, insanı yaratanın ve yönetenin yüce Allah olduğu belirtiliyor,
yüce Allah'ın insanın dünyadaki zahirî varlığı için belli bir süre
öngördüğü bildiriliyor. Şu hâlde insan, sınırlı bir varlıktır. Buna göre
insan, "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir
özden, bir hakir suyun özünden yaptı." (Secde, 7-8) ayetinde işaret edildiği
gibi, neslinin varlığını üreme yasasına göre devam ettirse de,
ilk varlığı itibariyle türünün başlangıcını oluşturan balçık ile ölümle
birlikte baş gösteren ecel arasında sınırlandırılmış varlıktır. Yüce Allah,
ecelin, insanın dünyevî varlığının sonu olduğuna şu ayette işaret
ediyor: "Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz."
(An-kebût, 57)

Ecel kavramıyla, insanların, ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'ın


huzuruna döndürüldükleri an da kastedilmiş olabilir. Çünkü, Kur'-
ân'da yer alan bazı ifadelerden, ölümle haşir arasındaki ara dönemin
(berzah) dünya hayatının bir devamı gibi görüldüğü sezinlenmektedir.
Şu ayetlerden böyle bir çıkarsamada bulunmak mümkündür: "Buyurdu
ki: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?' 'Herhâlde
bir gün, yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayanlara sor.' dediler.
Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız; keşke bilseydiniz."
(Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular, dünyada bir saatten
fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, böyle çevriliyorlardı.
Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: Andolsun siz, Allah'ın
kitabında belirtildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız.
İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)

"Sonra da hayatınıza bir süre (ecel) koydu." ifadesinde "ecel" sözcüğü


belirsiz kullanılmıştır. Bununla ecelin, insan açısından bir meçhul ol-

12 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

duğuna, insanın normal bilgiler aracılığıyla onu bilmesinin mümkün
olmadığına işaret ediliyor.

Belirlenmiş süre de O'nun katındadır.

Bu ifadede geçen orijinal anlatım, "adı konulmuş ecel" şeklinde anlamlandırılabilir.
Bununla sürenin belirlendiği anlatılıyor. İnsanlar arası
ilişkilerin dayandığı geleneğe göre, sözleşme ve borç mukavelelerinde
süre belirlenir ve bu sürenin tamamı veya sonu, adıyla zikredilir.
İşte adı konulmuş süre derken, bu kastediliyor. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç
verdiğiniz zaman onu yazın."
(Bakara, 282) Burada, "ecel" sözcüğü, belirlenen
sürenin sonu anlamında kullanılmıştır. Bir diğer ayette de
şöyle buyuruluyor: "Kim Allah ile buluşmayı umarsa, Allah'ın belirlediği
sürenin sonu gelmektedir."
(Ankebût, 5) Yüce Allah, Musa Peygamber
ve Şuayb Peygamber kıssasının bir yerinde şöyle buyuruyor:
"Dedi ki: 'Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini
sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıl olarak tamamlarsan,
artık o senin tarafından bir iyiliktir...' Dedi ki: Bu, seninle benim aramda
bir sözleşmedir; hangi süreyi tamamlarsam, bana düşmanlık
yok." (Kasas, 27-28) Bu ayetlerde de "ecel" sözcüğü belirlenen sürenin
tamamı anlamında kullanılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, sürenin sonu anlamına gelen "ecel" sözcüğü, kullanım


itibariyle, sürenin tamamı anlamına gelen "ecel" sözcüğünün
bir ayrıntısı mahiyetindedir. Yani sürenin sonu anlamındaki "ecel",
ön-celeri "biten, tamamlanan süre" anlamında "ecel-i makziy" şeklinde
kullanılmış, daha sonra nitelik hazfedilerek nitelenenle
yetinilmiştir. Dolayısıyla "ecel" (süre) dendiğinde akla "biten süre"
anlamı gelmiştir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki:
"İnsanın hayatı için öngörülen süreye 'ecel' denir. Dolayısıyla, 'Eceli
geldi' dendiğinde, bunun anlamı, 'Ölümü yaklaştı'dır. Sözcüğün asıl
anlamı, sürenin tamamlanmasıdır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada
son buldu.)

Her hâlükârda, ayetin akışından anladığımız kadarıyla, ayette geçen


"süre" ve "belirlenmiş süre"den maksat, insan hayatının sonudur, sü

En'âm Sûresi / 1-3 ................................ 13

renin tamamı değil. "Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir..."
ifadesinden de bunu algılamak mümkündür.

Bununla da anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş,


müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi
Allah katındadır. Bu ecel, "O'nun katında" ifadesiyle kayıtlı olduğu için,
kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96) Allah'ın katındaki
ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu
hususa şöyle işaret etmektedir: "Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar,
ne de ileri giderler." (Yûnus, 49)

Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz


ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım
koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer.
Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı,
koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin
ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi
diye bir şey düşünülemez.

Tefsirini sunduğumuz ayetleri, "Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini


siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır."

(Ra'd, 38-39) ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı
konulmuş kesin ecel, "kitabın aslı"na konulandır; adı konulmamış
belirsiz ecel ise, "silme ve silmeden bırakma levhi"nde yazılı olan eceldir.
İleride İnşaallah, "kitabın aslı"nın, etkisini göstermekten hiçbir
zaman geri durmayan genel sebeplere dayanmaları açısından gerçekleşmesi
kaçınılmaz olan olaylara, "silme ve silmeden bırakma
levhi"nin ise, "gerektirici sebepler" de dediğimiz eksik sebeplere dayanmaları
açısından herhangi bir engele takılarak gerçekleşmeme
ihtimali de bulunan olaylara uyarlanabileceğini açıklamaya çalışacağız.
Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin
yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz
ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize
güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır.
Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay'ın girmesi nedeniyle

14 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden
herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi
ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü
zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz
olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.

Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması,


"silme ve silmeden bırakma levhi" konumundadır. Vakti geldiğinde
doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin
bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, "levh-i mahfuz"
adı verilen "kitabın aslı" konumundadır.

Aynı şekilde insanın özel yapısı, bunun yanında sınırlı etkinliklere sahip


temel fonksiyonları, doğal bir ömür sürdürmesini gerektirmektedir.
Ki bunun yüz veya yüz yirmi yıl dolaylarında olduğu söylenmektedir.
İşte sözgelimi bu süre, "silme ve bırakma levhi"nde yazılıdır. Ne
var ki, evrenin bütün unsurları, insanın varlığıyla bağlantılı ve onun
üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla sayısını bilemediğimiz bu sebepler
ve engeller, zihnî kapasitemizle kuşatamadığımız etkileşimlerle
insanın doğal ömrü tamamlanmadan ecelinin dolmasına neden
olabilirler. Ki biz buna "beklenmedik ölüm" diyoruz.

Bu durum, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı düzeni çerçevesinde,


varlık için "adı konulmuş ecel" ve "adı konulmamış ecel" belirlemesine
yönelik ihtiyacı zihinsel olarak tasavvur etmemizi kolaylaştırmaktadır.
Dolayısıyla adı konulmamış ecelin müphemliği, adı konulmuş
ecelin belirlenmişliğiyle çelişmemektedir. Adı konulmamış
ecel ile, adı konulmuş ecel kimi zaman denk gelebilecekleri gibi, kimi
zaman da birbirinden ayrılabilirler. Ki bu durumda gerçekleşen
ecel, kesinlikle "adı konulmuş, belirlenmiş ecel" olur.

"Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır."

Ayeti üzerinde düşündüğümüz zaman varacağımız sonuç budur.
Bu arada tefsir bilginleri, ayette işaret edilen iki ecel ile ilgili olarak
garip yorumlarda bulunmuşlardır.

Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğüyle yaratılış ile ölüm arasındaki


süre, ikinci "ecel" sözcüğü ile de ölümle diriliş arasındaki süre

En'âm Sûresi / 1-3 .................................. 15

kastedilmiştir. İlk kuşak müfessirlerden birçoğu bu görüştedir. Benzeri
bir görüş İbn-i Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Birine göre: İlki, dünya ehlinin ölünceye kadar geçirdikleri süre; ikincisi


ise, sonu olmayan ahiret hayatının süresi anlamında kullanılmıştır.
Bu görüş Mücahid, Cübbaî ve diğer bazı kişilere atfedilmiştir.
Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğü, geçmişlerin yaşadıkları
süre; ikincisi ise, geride kalan kuşakların yaşayacakları süre anlamında
kullanılmıştır. Bu görüş de Ebu Müslim'e atfedilmiştir.

Bir diğerine göre: Biricisiyle uyku, ikincisiyle de ölüm kastedilmiştir.


Diğer birisi ise şu görüşü savunmuştur: Aslında ayette geçen iki "ecel"
sözcüğüyle de aynı anlam kastedilmiştir. Buna göre ayetin anlamı
şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Sonra bir ecel öngördü.
Bu, O'nun katında adı konulmuş, belirlenmiş eceldir.
Bu görüşlerin doğru olup olmadıklarını araştırma gereğini duymuyorum.
Bu hem sınırlı olan vaktimize sığmaz, hem de son derece kısa
olan ömrü böylesine gereksiz bir şeyle harcamaya değmez.

Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.

İfadenin orijinalinde geçen "temterûn" kelimesi, "mirye" kökünden
türemiştir ve kuşku, şüphe anlamına gelir. Ayetlerin akışında, üçüncü
şahsa yönelik hitap tarzından ikinci çoğul şahsa yönelik hitap tarzına
doğru bir geçiş yapılıyor. Bu şekilde, edebî sanatlardan "iltifat sanatı"
nın bir örneğinin sergilenmesinin gerisindeki gerekçe şu olsa gerektir:
İlk ayet, genel yaratma ve yönetmeden söz ediyordu. Bu, kâfirlerin
yüce Allah'a başkalarını denk tutmamalarını gerektiren bir olguydu.
Dolayısıyla, bu noktaya dikkat çekmek için, onlara üçüncü
şahıs sıygasıyla hitap edilmesi yeterliydi. Buna karşın ikinci ayette,
özellikle insan varlığında somutlaşan yaratma ve yönetmeden söz
ediliyor. Bu ise, muhataplarının tutumlarına hayret eden, onları bundan
dolayı kınayan konuşmacının, hitabı doğrudan onlara yöneltmesini
ve değerlendirmelerini onların yüzüne karşı bir yanıt gibi sunmasını
gerektirmektedir. Âdeta şöyle der gibi: Hadi şu göklerin ve yerin
yaratılması, karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi hususuyla ilgili
gafletinizi mazur gördük, genel olgular oldukları için sonuçlarını, ge-

16 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rektirdiklerini fark etmemiş olmanızı normal karşıladık; ya sizi yaratan,
sizin için bir yaşama süresi, bir de adı konulmuş ecel belirleyen
Rabbinizden kuşku duymanıza ne demeli?!

3) O, göklerde de, yerde de Allah'tır.

Önceki iki ayette, genel olarak âlemlere, özel olarak da insana yönelik
yaratma ve yönetmeden söz edildi. Bu, yüce Allah'ın yaratma ve
yönetme hususunda ortağı olmayan tek ilâh olduğunun farkına varılması
için yeterli idi.

Buna rağmen, insanlar başka ilâhlar edindiler, değişik niteliklere sahip


şefaatçilerin varlığından söz ettiler. Her birine evrensel yönlendirmede
bir misyon biçtiler. Hayat tanrısı, rızk tanrısı, kara tanrısı,
deniz tanrısı gibi... Yine varlık türlerine, uluslara ve kavimlere ayrı ayrı
tanrılar öngördüler. Göklerin tanrısı, falan topluluğun tanrısı, feşmekân
milletin tanrısı gibi... İşte bu tür asılsız iddialar, şu kesin ifadeyle
olumsuzlanıyor: "O, göklerde de, yerde de Allah'tır."

Bu açıdan ayeti, "O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hikmet sahibidir,


bilendir." (Zuhruf, 84) ayetine benzetebiliriz. Burada, yüce Allah-
'ın gökleri ve yeri kapsayan, aşılmaz ve sınırlandırılmaz ulûhiye-tinin
egemenliğinin evrenselliğine işaret ediliyor. Dolayısıyla bu ifade,
kendisinden önceki ifadelerin açıklaması ve kendisinden sonraki ifadenin
de hazırlık nitelikli ön açıklaması konumundadır.

Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.

Gizlilik ve açıklık, karşıt iki kavramdırlar ve insanların davranışlarını
niteleme amacıyla kullanılırlar. Dolayısıyla, insanların gizlisi, gizlice
yaptıkları amelleri; açığı ise, örtme gereği duymadan açıktan yaptıkları
amelleri ifade eder.

İnsanların kazandıklarına gelince; bu, ruhsal bir durumdur. İnsan, gizli


ve açık olarak işlediği amellerle, bu ruhsal durumu edinir. Amellerinin
iyi veya kötü nitelikli olması bu açıdan fark etmez. Şu hâlde, -
yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi- sözü edilen gizlilik ve
açıklık kavramları, objeler dünyasında sergilenen amellerin özlerinin
şekilsel nitelikleri konumundadırlar. İnsanların kazandıkları şey ise,
ruhsal ve soyut bir durumdur ve insanların nefisleriyle kaimdir. Dola

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 17

yısıyla insanların gizlide ve açıkta sergiledikleri ameller, şekilsel bir
olgu iken, bu amellerle kazanılan şeyler, manasal bir gerçektir. Belki
de yüce Allah tarafından bilinen bu iki şeyin özleri itibariyle farklı oluşları,
"Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir." ayetinde
"bilme" ifadesinin tekrarlanmasını gerektirmiştir.

Bu bakımdan ayet, biraz sonra üzerinde durulacak risalet (peygamberlik)


misyonu ve ahiret ile ilgili ayetlere bir giriş, bir hazırlık işlevini
görmektedir. Buna göre yüce Allah insanların gizli ya da açıktan yaptıkları
amelleri ve hayır ve şer nitelikli amelleri sonucu kazandıkları
ruhsal durumu bildiğinden, ayrıca terbiye, eğitim, yönetim ve yönlendirme
yetkisi O'nun elinde olduğundan, putperestlerin peygamberlik
misyonuna ihtiyaç duymadıkları yönündeki çırpınışlarına rağmen insanları
doğru yola iletme amacına yönelik olarak hükme bağladığı,
yasalaştırdığı din desteğinde resuller göndermek de O'nun yetkisi
dahilindedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Doğru yola iletmek
bize aittir." (Leyl, 12)

Aynı şekilde yüce Allah, amelleri ve bu amellerin insan nefsi üzerindeki


etkilerini bildiğinden, hiç kimsenin gözden kaçırılmayacağı bir
günde onları sorguya çekmek de O'nun yetkisi içindedir. Nitekim bu
hususa şöyle işaret etmiştir: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları
yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28)

Yüklə 2,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin