Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnete göre Allah (c.c.)'ın insanlara yalancıyı göndermesi caizdir.”
Ey Râfizî!
Şüphesiz ki Allah (c.c.) yalancıyı gönderir. Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kâfirlerin üzerine onları kışkırtan şeytanlar gönderdiğimizi bilmiyor musun?” (Meryem: 19/83)
Yalnız bunların gönderilmesinde mutlak yalanlarını ortaya koyacak alâmetler vardır. Müseylimetül-kezzâb ve Esvedül Ansî gibi. Onların gönderilmesinde doğru ile yabancıyı birbirinden ayıracak alametlere hiçbir mani de yoktur. Bu yalancılarda sıdka delalet edecek alâmetlerin bulunması ittifak ile bâtıldır. Râfizîler taarruza geçerek:
Hayır Peygamberliği - doğruluk alâmetleri olmadan - mücerred olarak iddia etmekte bir zarar yoktur, diyecek olurlarsa onlara şöyle deriz:
Doktorluğuna delalet edecek herhangi bir işaret bulunmamasına rağmen biri kalkar ben doktorum derse, ona kimse iltifat eder mi? İltifat etmiyeceğine göre, sıdkına delâlet edecek bir alâmet olmadığı halde peygamberliği iddia edene nasıl iltifat edilebilir?
Râfizîler yine itirazlarına devam ederler ve “Siz Allah (c.c.)'ın yalanı yalancıda yaratmasını caiz gördüğünüze göre, yine o yalancının vasıtasıyla doğruluk alâmetlerini yaratabileceğini de caiz görürsünüz” derlerse, onlara şöyle deriz:
İşte bu mümteni'dir. Çünkü doğruluk alâmetten doğruluğu gerektirir. Zira delil, medlulünü gerektirir. Allah (c.c.)'ın yalancıda doğruluk alâmetleri yaratması Zâtı için mümteni'dir.
Râfizîler tekrar itirazlarına devam edip “Ehl-i sünnet Allah (c.c.)'ın yalancı vasıtasıyla hârika şeyleri yaratmasını caiz görüyorlar” diye iddia ederlerse, onlara şu cevabı veririz:
Evet biz bunu ilâhlık iddia edene - deccal gibi - caiz görüyoruz. Bunun gibi Peygamberliği iddia edenin de hârika şeyleri yapmasını da caiz görüyoruz. Fakat bu hârikalar, deccalın sıdkına delâlet edecek bir surette olmadıklarını ifade ediyoruz. Sihirbaz ve Müneccimin yaptıkları hareketler gibi.
Ey Râfizî!
Şunu da sana hatırlatmak isteriz ki, peygamberliğe delâlet eden alâmetler yalnız hârikalar değildir. Yalanın çeşitleri olduğu gibi bu alametler de oldukça çoktur.
2.2.16
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnetin iddiasına göre masiyetlere karşı cezaların tatbik edilmemesi gerekir. Çünkü zina ve hırsızlık Allah (c.c.)'ın müessir iradesiyle vuku bulmuştur. Buna göre devlet başkanının hırsızı muaheze etmesi caiz değildir. Onu muaheze ederse hırsızı Allah (c.c.)'ın iradesini gerçekleştirmesinden alıkoymuş olur. Halbuki bizden biri iradesinden alıkonursa üzülür. Binaenaleyh Allah (c.c.)'ın her iki mütenâkızı istemesi gerekir. Çünkü ma'siyet O'nun iradesiyle olduğu gibi, mâ'siyetten alıkoymak da O'nun iradesiyledir.”
Ey Râfizî!
Aslında bu konuyu daha önce açıklamıştık. Yine de açıklamaya devam ederek şöyle diyoruz:
Allah (c.c.)'ın takdir ettiği şeyler ancak vuku bulduktan sonra onların takdir edildiğini bilebiliriz. Vuku bulan bir şeyi de kimse reddedemez. Binaenaleyh vuku bulan ve cezayı gerektiren birşey vuku bulduğunda bir daha tekerrür etmemesi için sahibine ceza tatbik edilir. Allah (c.c.)'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.
“Hırsızı Allah (c.c.)'ın iradesinden alıkoyuyor” şeklindeki sözün yalandır. Çünkü hırsızı hırsızlıktan alıkoyan henüz meydana gelmemiş olan bir şeyden alıkoyuyor. Meydana gelmemiş olanı da Allah istememiştir. Bunun içindir ki birisi, “Allah dilerse şu malı çalacağım” diye yemin eder ve o malı çalmazsa icma' ile yeminini, bozmuş sayılmaz. Çünkü Allah hırsızlık etmesini istememiştir. Lâkin kaderiyyecilere göre “İrade” mutlaka “Emir” mânâsındadır. Onlar, hırsızlık irade ile oluyorsa, onunla da emredilmiştir, diye iddia ediyorlar. Halbuki biz yakınen biliyoruz ki, Allah (c.c.) asla hırsızlığı emretmemiştir. Kim emretmiştir, derse kâfirdir.
Takdir edilmiş fakat reddi ve izalesi güzel kabul edilmiş şeyler vardır. Hastalık gibi. Hastalık Allah (c.c.)'ın yaratması olmasına rağmen, Onu tedavi ve başka yollarla izale etmek ve onu önlemek, yine Allah tarafından bizim için güzel kabul edilmiştir. Yangına sebep olacak ateşi söndürmek, yıkılmak üzere olan duvarı yapmak, soğuğu sıcakla, sıcağı gölgeyle önlemek de bunlardandır. Görülüyor ki bir istek ile bir başka istek önleniyor. Ve bunda hiçbir beis yoktur.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a:
Ya Rasûlullah! İlaçlarla, okumalarla tedavi görerek korkudan korunmaya çalışırsak bu yaptıklarımız Allah (c.c.)'ın takdirinden herhangi birşeyi reddeder mi? diye sormaları üzerine:
“Bu tedbirler de Allah'ın takdiridir” şeklinde cevab verdiler.
Allah (c.c.), şöyle buyuruyor:
“Her insan, için, önünden ve arkasından takip eden Melekler vardır; Onu Allah'ın emriyle korurlar...” (Ra'd: 13/11)
“(Allah) iki mütenakızı da istemesi gerekir.” şeklindeki iddian hükümsüzdür. Çünkü mütenakız olan iki şey birbirinin zıddıdır.
Zecir ise, yalnız vuku bulan ve irade edilenlere mahsus değildir. Aksine geçmişte yapılan kötülüğe ceza tatbik edilir ve gelecekte olması muhtemel olan kötülüklere de zecir ile manî olunur.
Cezalandırmayı gerektiren şey meydana gelmemişse yasaklanan şey meydana gelmemiş demektir.
Bu takdirde yasaklama mutlak cezalandırma mânâsına değil, teorik bir yasaklamadan ibarettir.
2.2.17
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet: Daha önceden de anlaşıldığı gibi fiillerimizin bize isnadı ve irademiz dahilinde meydana gelmesi zaruridir. Şöyle ki:
“Sağa doğru hareket etmek istediğimizde bu hareket sola doğru tahakkuk etmez. Bunun tersi de böyledir. Bunda şüphe etmek safsatadır, diyorlar.”
Ey Râfizî!
Ehl-i sünnetin çoğunluğu bu görüştedirler. Gerçekten fiillerimiz bize dayanır ve onları biz meydana getiriyoruz. Buna dâir nasslar Kur'anda çoktur.
Şunu iyi bil ki, kişi, irade edip fiili işler durumda değilken, birşeyi isteyip onu yapmasıyla “hadis” birşey meydana gelmiş olur.
Binalenaleyh yapılan işin bir yaratıcısı ya vardır veya yoktur. Eğer yaratıcısı yoksa yaratılmışların Halik ile meydana gelmesi gerekir. Yaratıcı varsa, bu yaratıcı ya kul veya Allah'dır. Yaratıcının kul olduğunu kabul edersek teselsül meydana gelir ki, teselsül de batıldır. Öyleyse kul ve Onun yaptığı fiillerin yaratıcısı Allah'tır.
Onun için ehli sünnet:
Kul faildir, Allah da kulu işlerinin faili olarak yaratmıştır. İşlerini isteyen kul olup, Allah da onu bu istek kabiliyetinde yaratmıştır, diyorlar.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Fakat âlemlerin Rabbi olan Allah, dilemeyince, siz dileyemezsiniz.” (Tekvir: 81/29),
“Rabbim! Beni, gereği üzere namaza devam eden kıl.” (İbrahim: 14/40)
Dolayısıyla kulun iradesi vardır. Ancak Allah (c.c.)'ın isteği ile vücud bulabilir. Kul iradesinde tamamen serbest olup Allah (c.c.)'ın iradesine bağlı değildir; diyenlerin iddiaları asılsızdır. Çünkü kulun iradesi hadistir ve her hadisin bir muhdisi varır. Bunlar daha aşırı giderek:
Allah sebepsiz ve yersiz olarak iradeyi yaratır, demek suretiyle muhal olan şeyleri mümkün kılıyorlar.
Bu durumda üç şeyi söylemiş oluyorlar:
a - Allah (c.c.)'ın iradesi olmadan bir hadis meydana gelebilir,
b - Hiçbir sebep olmadan bir hadis zuhur edebilir,
c - Hiçbir mahal olmadan kendi kendine sıfat kaim olabilir.
Birisi: Bir hadisin iki muhdisi olur mu? diye soracak olursa, şöyle denir:
Allah (c.c.)'ın iradeyi meydana getirmesi Onu yaratması demektir. Kul ise o irade muvacehesinde daha onca kendisinde yaratılmış kudret ve isteğiyle bir şeyin faili olur. Dolayısıyla Allah (c.c.)'ın yaratmasıyla kulun fiili birbirinden ayrılmayan iki şey mesabesindedir. Allah (c.c.)'ın; kulun fiilini yaratması, fiilin meydana gelmesini gerektirir. Fiilin meydana gelebilmesi için de Allah (c.c.)'ın yaratması şarttır.
İmamî şöyle diyor:
“Kulun fiillerini kendisine isnad eden deliller, Kur'anda pek çoktur. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Yapmış olduğunuz güzel işlerin mükâfatı olarak girin cenete...” (Nahl : 16/32),
“Kim salih amel işlerse, (sevabı) kendine; kim de kötülük ederse, (cezası) yine kendinedir.” (Fussilet: 41/46)
Ve daha birçok ayetler zikretmiştir.”
Ey İmamî! Bütün bu söylediklerin doğrudur. Yine Kur'an işlerimizin Allah (c.c.)'ın meşieti - irade - ile meydana geldiğine dair delillerle doludur.
“Eğer Allah dileseydi, birbirinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediği şeyi yapar.” (Bakara: 2/253),
“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama Onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir.” (En'am: 6/125) mealindeki âyetler gibi.
Ey İmami! Kur'an'ın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmen caiz değildir. Eğer meşiet - istek - emir mânâsına gelseydi, “İnşâ Allah” diyerek yemin edenin, söylediğini yerine getirmediği taktirde yemininde hânis (yeminini bozmuş) olması gerekirdi.
Allah (c.c), şöyle buyuruyor:
“Allah, bu misalle bir çoğunu şaşırtıp saptırır ve yine onunla ancak fasıkları şaşırtır.” (Bakara: 2/26),
“Bilin ki Allah, gerçekten kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal: 8/24)
2.2.18
Râfizî şöyle diyor:
“Eş'ariler Allah (c.c.)'in gözle görüleceğini söylüyorlar. Halbuki O, cihetlerden münezzehtir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Gözler O'nu idrak edemez” (En'am: 6/103)
Eş'ariler, gözle görülebilen bir şeyin ya mukabil veya onun hükmünde olması gerekir, gerçeğine muhalefet ederek, karşımızda yüksek ve muhtelif renkte dağlar mevcut olup onları görmememiz, yüksek sesler bulunup onları işitmememiz, bizimle muharebe eden asker olup onların hareketlerini müşâhade etmememiz caizdir, diyorlar. Eş'ariler daha ileri giderek: Garpta olmamıza rağmen, şarkta bulunan ve zerre gibi en küçük bir cismi görmemiz mümkün diyorlar.”
Bu iddialara karşı şöyle diyoruz:
Allah (c.c.)'ın Aheritte gözle görülmesi selef ve müctehid imamların kavlidir. Bu hususta mutevatir hadisler de vardır. Allah (c.c.)'ın görüleceğine inananların cumhuru şöyle diyor:
“Allah (c.c.) aklen de bilinen bir müşahade ile yani bizzat gözle görülecektir.”
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor :
“Siz, kıyamet gününde Rabbinizi güneşi görür gibi göreceksiniz. Onu görmede zahmet çekmeyeceksiniz”. (Buhari Tefsir Sure: 4/8, Müslim İman: 302)
Başka bir hadiste:
“Açık bir havada güneş ve ayı gördüğünüz gibi... (göreceksiniz)”. (Tirmizi Cennet: 15, İbn Mce Zühd: 39)
Bir başka hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Önünde bulut bulunmayan ve açık bir havada güneşi görmede güçlük çekiyor musunuz?” diye sorunca ashab hayır cevabını verdiler. Rasulullah tekrar:
“Açık bir havada ve önünde bulut bulunmayan ay'ı görmekte güçlük çekiyor musunuz?” diye sordu. Ashab tekrar hayır cevabını vermeleri üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Muhakkak siz güneş ve ay'ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz” buyurdular. (Buhari Tevhid Sure: 24, Rikak: 52, Müslim İman: 299)
Allâh-u Taâlânın karşımızda olmaksızın görülebileceğine kail olanlar O'nun âlemin üstünde olmadığını söyleyenlerdir. Bunlar görmeyi isbat, yüksekliği inkâr edince bu iki ayrı görüşün arasını te'lif etmek mecburiyetinde kaldıkları için bu görüşü ileri sürdüler. Bu görüş Eş'arilerden bir gurubun görüşüdür. Halbuki Eş'arilerin imamları Allah'u Teâlâ'nın Arşın üstünde olduğunu söylüyorlar.
Mutezile ise hem Allahu Teala'nın arşın fevkinde olmasını hem de rü'yeti inkar etmişlerdir. Kendisine işaret edilmeyen, O'na çıkılmayan, O'ndan emir gelmeyen, ne âlemin içinde ve ne de hâricinde bulunmayan ve ellerin kendisine kaldırılmadığı ve haddi zâtında mevcut olan bir varlığı akıl ve fıtrata arzedecek olursak gerçekten akıl ve fıtrat bu durumu kabul etmeyecektir.
Eş'arilerin: Allah (c.c.) huzurumuzda göremediğimiz ve seslerini işitmediğimiz varlıkları yaratmaya ve bize çok uzak olan zerreleri göstermeğe kadirdir, şeklindeki sözlerine gelince doğrudur. Onlar bu durum vâkidir dememişler. Ancak vukuunu caiz görmüşlerdir. (İmam-i Eş'ari, “El-İbâne” adlı eserinde bunu söylemektedir. İmamü'l Haremeyn de aynı görüşe kaildir. )
2.3.1
Râfizî şöyle diyor:
“İmamîlerin ve İsmaililerin dışında kalanlar, Peygamber ve imamların ma'sum olmadıklarını, yalan söylemesi, unutması ve hırsızlık etmesi mümkün olanların peygamber olabileceklerini de caiz görmüşlerdir.”
Ey Râfizî!
Cumhurun şunu ve şunu peygamberlere caiz görmüştür diye iddia ettiğin şey cumhura yaptığın bir iftiradır. Aksine cumhur peygamberlerin risaleti tebliğ etmede ma'sum olduklarını ve onlara itaat etmenin vacip olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak haricîler bundan müstesnadırlar.
Yine cumhur peygamberlerin küçük günahları (zelle) işlemeleri câiz olduğunu fakat bunda israr etmediklerini söylüyorlar. Ama imamların ma'sumiyet meselesine gelince râfizînin dediği doğrudur. Yani İmamîler ve İsmâilîlerden başka hiçbir kimse imamların ma'sum olduğunu söylememiştir.
Ey râfizî! Delilsiz sözlerden vazgeç!
Râfizîler:
Maslahata binaen Allah (c.c.) âlemi ma'sum olan bir imamdan hâli kılmaz, diyorlar. Halbuki şu kayıp olan imam Muntazar'da âlem için hiçbir maslahat yoktur. İster bizce ölü (Yani doğmadan ölmüştür. Çünkü doğmamış ki.. ), imamîlere göre de hayatta kabul edilsin. Aynı şekilde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da hâsıl olan maslahat diğer imamlarda asla hasıl olmamıştır.
Ondan başka, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dan sonra Ali'nin (r.a.) dışında oniki imamdan hiçbirisinin gözle görülür bir gücü olmamıştır. Kesinlikle biliniyor ki ilk üç halife devrinde müslümanların durumu Ali (r.a.) zamanında vuku bulan fitne esnasındaki durumlarından daha iyi idi. Allah (c.c.)'da çekişme halinde bulunduğumuz takdirde işi Allah ve Resulüne havale etmemizi emretmiştir. Eğer insanlar arasında Rasulullah'tan başka ma'sum birisi olsaydı, Allah (c.c.) işin o kişiye havale edilmesini emredecekti.
Buharî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre Ebu Zer (r.a.), Rasulullah'ı kasdederek şöyle demiştir:
“Benim dostum, halifeyi dinleyip itaat etmemi bana vasiyet etti. Halife Habeşi bir köle olup burnu kesik olsa da.”
Müslimde rivayet edilen ve Ümm-ü Husayn'ın veda haccında işittiği bir hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar:
“Üzerinize siyah ve burnu kesik bir köle halife olsa dahi Allah'ın kitabıyla hükmettikten sonra O'nu dinleyin ve itaatta bulununuz.” (Müslim İmaret: 8, Hacc: 194 )
Buharî'de de Enes (r.a.)'in rivayet ettiği benzer bir hadis vardır.
İmamiler ve bazıları, İmam'ın; temsilcilerinden ma'sum olup olmadıklarını ve gene imamın, temsilcilerinin hatasız olup olmadıklarını bilmemesinin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Delil olarak da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın Velid b. Ukbe'yi temsilci olarak gönderdiği kavme savaş açmasını ve Onun bu durumu Rasulullah'a bildirmesini gösteriyorlar. Ali'nin (r.a.) bir çok temsilcileri de Ona ihanet etmiş ve Onu bırakarak kaçmışlardır. Binaenaleyh imamların ma'sumiyetini şart koşmak mümkün olmadığı gibi, bu durum, ne emredilmiş bir şeydir, ne de maslahatı celbedicidir.
2.3.2
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i sünnet, kıyas ve ferdî görüşün delil olduğunu kabul ederek, Allah (c.c.)'ın dininde olmayan bir şeyi Ona İdhâl ettiler. Ayrıca şerî ahkamı tahrif ve Rasulullah'ın zamanında olmayan dört mezhebi ihdas ederek Ashab-ı kiramın görüşlerini ihmal ettiler.”
Ey Râfizî!
Bu iddialar senin aleyhindedir. Çünkü Zeydîler Kıyası kabul ediyorlar. Ondan sonra kıyas, ilimde Mâlik, Sevrî, Şafiî ve Ahmed gibi müctehid imamların derecesine ulaşmayan birisini taklid etmekten daha hayırlıdır. Bu zatlar, el-askeriyeyin yani el-Hasan ve babası olan Ali b. Muhammed'den daha âlim ve daha fakihtirlar. Allah (c.c.)'ın dininde olmayanı idhal ederek şer'î ahkâmı tahrif etmek ise en çok râfizîlerde görülüyor. Çünkü onlar hiç kimsenin yapmadığı iftirayı Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapmışlar ve sayılmayacak kadar doğru olan hükümleri reddetmişlerdir.
“İki denizi mezcetmiştir” ayetiyle Ali (r.a.) ve Fâtıma'nın (r.a.),
“Her ikisinden Lü'lü' ve Mercan çıkıyor” ayetiyle Hasan (r.a.) ve Hüseyin'in (r.a.)
“Açık bir kitapta” ayetiyle Ali'nin (r.a.) kasdedildiğini ileri sürerek âyetleri tahrif etmişlerdir.
“Ali İmran-ı insanlara (tercih etti)” ayetiyle Ebu Talib'e İmran adını vermişlerdir.
“Mel'ûn ağaç” tan Ümeyve oğulları'nın,
“Bir inek kesmenizi (emretmiştir)” ayetiyle Aişe'nin (r.a.) kasdedildiğini iddia eden râfizîier, daha ileri giderek
“Şirk koşarsanız ameliniz boşuna gider” âyetini de “Eğer Ebubekir ile Ömer'in arasında münâsebet kurarsanız” şeklinde tahrif etmişlerdir. Kitaplarında bunun gibi daha nice misaller mevcuttur. Bu sebepledir ki, İsmaililer, vacip ve haramları da te'vil etmişlerdir. Çünkü onlar tahrif imamlarıdır.
Râfizînin
“Dört mezheb ihdas ederek, Ashab-ı Kiramın sözlerini ihmal ettiler” sözüne gelince;
Ona şu şekilde cevap verilir:
Ashabın sözlerine muhalefet etmek ne zamandan beri sizce kötü kabul edilmeye başlandı?
Ashabın icmâına muhalefet eden biz miyiz, siz misiniz?
Onları tekfir ve tadlil eden kimdir?
Ehl-i sünnetin, ashab-ı kiramın icmâına muhalefet etmede ittifak ettikleri asla tasavvur edilemez.
İmamiler ise şüphesiz ki Ashab ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in akrabalarının icmâına muhalefet etmekte ittifak etmişlerdir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebubekir (r.a.), Ömer (r.a.), Osman (r.a.) ve Ali (r.a.) devirlerinde haşim oğullarından hiç kimse oniki imamın imametini, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) den sonra herhangi birisinin ma'sumiyetini veya İlk üç halifenin küfrünü iddia etmemiştir.
Hatta ilk üç halifenin hilafetini zem, sıfatları inkar ve kaderi tekzib eden hiç kimse çıkmamıştır.
Aslında İmamiler ashabı kiramın icmâı ile beraber haşim oğullarına muhalefet etmede ittifak etmişlerdir. Ashab ve hâşim oğullarının icmâına muhalefet ettiler diye nasıl başkasını itham edebiliyorlar?
Mezhebler meselesine gelince, eğer râfizî, müctehid imamlarının ashab-ı kiramın icmâına muhalefet ederek mezhebleri ihdas etmekte ittifak ettiklerini söylüyorsa, onlara iftira etmiş olur.
Çünkü her dört müctehid aynı devirde yaşamadıkları gibi, biri diğerini taklid etmemiş ve onlardan hiçbiri insanlara kendisine ittiba etmelerini emretmemiştir.
Aksine hepsi Kitab ve Sünnet'e uymaya çağırmıştır.
Ama müslümanların dört mezhebe ittiba ettiklerini söylüyorsan bu doğrudur.
Şiîler ise cumhura muhalefet, ettikleri her meselede mutlaka hata etmişlerdir.
Dört mezheb imamı da hiçbir zaman olmayan bir şeyi uydurmuş değildirler. Aslında tedvin ettikleri ilmi insanlar daha sonra kendilerine nisbet etmişlerdir. Hadisleri tedvin eden bazı muhaddislere nisbette bulunulması gibi. Meselâ Buhârî, Müslim ve Ebu Davud...
Bazı kıraatleri seçen imamlara kıraatların nisbeti de böyledir. Nâfi' ve Âsim kıraati gibi.
Ondan sonra Ehl-i sünnet:
“Mezhep imamlarının icmâına ma'sum bir hüccettir” demedikleri gibi “Hak yalnız bu imamların sözlerine münhasırdır. Söylediklerinin dışında kalan her şey bâtıldır” dememişlerdir. Çünkü müctehidler hadisleri anlamada ve içinden hüküm çıkarmada ihtilafa düşebiliyorlar.
Ashab-ı kiramın rey ve kıyasla hareket ettikleri sabit olduğu gibi, bazı kıyasları zemmettikleri de vâkîdir. Kıyasın zemmedilen kısmı nassa muhâlif olanıdır. Şüphesiz ki fâsid olun kıyaslar vardır. Fakat bu demek değildir ki bütün kıyaslar fâsiddir. Mevzu hadislerin bulunması bütün hadisleri iptal edemediği gibi.
2.3.4
Râfizî şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet kıyas sebebiyle bazı çirkin şeyleri mubah kılmışlardır. Bu çirkin şeyler şunlardır:
Zinadan doğan kız nikah edilebilir. Haram olduğunu bilmesine rağmen annesini ve kızkardeşini nikahlayan hadd cezasına çarptırılmaz. Livata yapan öldürülmez. Nebîz mubahtır ve şarab cinsinden olmasına rağmen onunla abdest alınır. Köpek derisiyle namaz caizdir. Kuru pislik üzerine namaz caizdir. Gasp mubahtır. Çünkü biri bir değirmene girer oradaki buğdayı öğütürse o buğday onun olur. Buğday sahibi gelir davacı olursa zâlim olur. Kavga eder, hırsızı öldürürse hırsız şehid olur. Şâhidleri tekzib ettiği taktirde zâniye hadd vaciptir. Onları tasdik ettiği takdirde de hadden muaftır. Köpeği yemek mubahtır. Kölelerle livata mubahtır. Lehviyat mubahtır.”
Ey Râfizî!
Bu saydığın bütün meselelerde ehl-i sünnetin cumhuru, bunların hilafına hükmetmişlerdir. Kaldı ki, siz ey râfizîler! Sizde bu meselelerin kat katı vardır. Cuma ve cemaatı terketmek, camileri bırakarak mezarları imar etmek...
Hatta büyük âliminiz El-Müfîd “Menâsiku Hacci'l Meşahid” (Türbeleri haccetmenin menâsiki) adlı bir kitap te'lif etmiştir.
- Akşam namazını yatsıya te'hir etmek,
- ehl-i kitabın kestikleri ile bir balık çeşidini haram kılmak,
- Mirasın tümünü kıza verip amcayı terketmek,
- Mut'a nikâhını helâl kılmak.
- Talakın yazı ile vuku bulmadığını ve talakta şâhidlerin şart olduğunu iddia etmek gibi.
Bir kişinin zinadan doğan kız çocuğunu nikâh edebileceği ile ilgili görüş yalnız İmam-ı Şafiî (r.a.)'ye aittir.
Ahmed b. Hanbel (r.a.) ise bu işi yapanın katline kail olmuştur. Mahrem olanları nikahlama meselesinde ise Ebu Hanife (r.a.) akdin mevcudiyetinden dolayı hadleri şüphelerle defetme noktasından hareket ederek bu işi yapanların cezaya çarptırılmamaları gerekir demiştir.
Livatacılık yapanlar meselesine gelince, selefin çoğu bu gibi kimselerin öldürülmesine kail olmuşlardır. Bir görüşe göre bu hususta Ashabın icma'ı vardır. Bu da Mâlik (r.a.)'in mezhebi ile Ahmed (r.a.)den asab olan bir rivayet ve İmam-ı Şafiî (r.a.)'nin bir görüşüdür. Bazıları da:
Livatacılık yapan zânidir demişlerdir. Ebu Yusuf ve Muhammed de bu görüştedirler. Bu gibi kimselerden haddin düşmesi yalnız Ebu Hanife'ye ait bir ictihaddır.
Sonra Ey Râfizî! Sen biraz önce kıyası inkâr ediyordun. Şimdi ise Ebu Hanife (r.a.)'ye karşı onu delil olarak ileri sürerek nebizden bahsederken:
“Sarhoş etmede şarap gibidir” diyorsun. Neden nass ile O'na karşı gelip: “Her sarhoş edici şey şaraptır, her şarap da haramdır” demedin?
Tabaklanmış köpek derisine gelince bir gurup âlim:
“Tabaklanan her deri, temizlenmiştir” mealindeki hadisin umumî mânâsını nazar-ı dikkate alarak köpek derisini temiz görmüşlerdir. Haram olduğuna dair delil getir, denilecek olursa bakıp duracaksın. Gasp hırsızdan bahsederek ifade etmek istediğin hüküm ise yalandır. Ama kavga ederlerse hâkimin huzuruna çıkartılırlar.
2.3.5
Râfizî şöyle diyor:
“İmamî mezhebine ittiba etmenin vücûbuna delâlet eden delillerden biri de büyük üstadımız Nasîruddin Muhammed b. Hasan et-Tûsî (Allah ruhunu yüceltsin)'nin şu söylediğidir:
“Bütün mezhepler ve “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır...” mealindeki hadisi araştırdık, kurtuluşa eren fırkanın imamî fırkası olduğunu müşâhade ettik. Çünkü İmamîler, bütün mezheblere muhalefet etmişlerdir.”
Ey Râfizî!
Hiç unutma ki sen “Allah mûcibün bizzattır” diyeni tekfir etmiştin. Senin bahsettiğin bu üstadın da “Allah mûcibün bizzattır” diyor. Ayrıca üstadın âlemin ezelî olduğunu iddia ederek bu fikrini de “Şerhül İşârât” adlı eserinde beyan etmiştir. Daha önceleri Elmut'ta mülhid İsmaililerin vezirliğini yapan üstadın bilahare Hülâgû'nun müneccimliğini yaparak onunla aynı istikamette yürümüştür. Halife ve âlimleri öldürmek ve müslümanların başına daha başka fitne ve belâları indirmek için Hülâgü'ya fikir veren o'dur. Nusayr (Nasîruddin et-Tûsî) ve yoldaşlarının yaptıkları fenalıklar bütün müslümanlarca malumdur. Bazıları O'nun ömrünün son günlerinde tevbe edip namaza devam ettiğini, Beğavî tefsiri ve fıkıhla meşgul olduğunu söylemişlerdir.
(Nasiruddîn (Nusayr) et-Tûsî'nin tevbe ettiği doğru ise, onun hayat sahifelerini dolduran küfür ve ilhâddan, Allah (c.c.)'a Rasulüne ve müminlere yaptığı düşmanlıktan pişmanlık duyduğunu alenen beyan etmesi gerekirdi. Böyle yaptığı takdirde tevbesinin sahih olduğu kabul edilebilir. Eğer İbnül Mutahhar el-Hillî gibi müslümanlara büyük kötülükler yapmağa devam etmiş olmasaydı bütün müslümanlar tevbesinden haberdar olacaktı. )
Râfizînin:
“İmamîler bütün mezheblere muhalefet etmişlerdir” şeklindeki sözleri hezeyandır.
Haricîler, Mutezile ve başkaları da bütün mezheblere muhalefet etmişlerdir. Eğer Râfizî, İmamilerin bütün görüşlerinde herkesten ayrı ve başlı başına olduklarını kasdediyorsa asla öyle değildir. Nitekim Tevhid ve kader meselelerinde Mutezile'ye, bazı konularda da Cehmiyye'e muvafakat etmişlerdir. Ondan sonra kendi aralarında da pekçok ihtilaflar mevcuttur.
Râfizînin şaşılacak hallerinden birisi de Onun Ebubekir, Ömer,Osman (r.a.) ve ümmetin diğer büyük âlimlerini kendisinin onlara yaptığı iftiralarla zikrederek; öte yandan müslümanlarca Allah ve Resulüne karşı muharebe etmekle iştihar bulan üstadı Nasîruddin et-Tûsî'den “Üstadımız şöyle buyurdu”, “Allah O'nun ruhunu yüceltsin” diye bahsetmesidir. Bununla birlikte farkında olmadan üstadına küfürle şehâdette bulunmaktadır. (Râfizî “Allah mûcibün bizzâttır.” diyenleri tekfir ediyor. Halbuki Üstadı da “Alah mûcibün bizzâttır.” diyor. )
Aslında üstadı o Kadar ileriye gitmişti ki, müslümanların en hayırlı neslini (hâşâ!) lanetle anmıştır. Haddi zatında kendisine reddiyye yazdığımız müellif İbnül Mutahhar, et-Tûsî ve benzerleri; Allah-ı Teâlâ'nın şu âyetindeki hükme dâhildirler.
“Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tağuta iman ediyorlar. Sonra da kafirler için: “Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadırlar” diyorlar.
Bunlar Allah’ın lanetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lanetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa: 4/51-52)
Ayrıca İmâmilerin bütün mezheblere muhalefet etmeleri onların görüşlerinde doğru değil yanlış olduklarını gösteriyor. Çünkü bir gurubun delilsiz ve mücerred olarak bütün guruplara muhalefet etmesi, o gurubun görüşünde isabetli olduğuna delâlet etmez. Diğer gurupların bir görüşte ittifak etmeleri de onların o görüşlerinin bâtıl olmasını gerektirmez.