İLMÎ İNCELEME
Doğum ve rahim ortaklığı yolu ile fertleri birbirine bağlayan nesep bağı, aslında doğal ve tekvinî yani varoluşsal bir bağdır; milletleri ve kabileleri oluşturur; kandan kaynaklanan nitelikleri taşır ve bu nitelikleri kanın yaygınlığı oranında yayar. Bu, diğer etkili sebepler ve fak-törlerle sentezler oluşturmak suretiyle milletlerin âdetlerini, göreneklerini ve geleneklerini oluşturan temel faktördür.
Gelişmiş ve gelişmemiş insan toplumları, sosyal geleneklerinde ve kanunlarında şu veya bu oranda bu faktöre önem verirler. Evlenme, miras ve diğer alanlarda bu önem somut biçimde görülür. Bununla birlikte toplumlar, özelliklerinden kaynaklanan kamu yararı değerlendirmelerine bağlı olarak bu bağın alanının genişliğini ve darlığını farklı biçimde ayarlarlar. Meselâ daha önceki incelemelerde görüldüğü gibi, eski milletlerin çoğu kadına resmen akrabalık statüsü vermezlerken evlatlığa oğulluk statüsü tanıyorlardı. Yine meselâ İslâm'ın muharip kâfirin Müslüman'a akraba olmasını kabul etmemesi, çocuğun nesebini, ancak meşru ilişkilerin sonucuna dayandırması ve benzeri gibi.
Daha önceki incelemelerde belirtildiği üzere İslâm kadınlara mallarda tam ortaklık ve irade ile çalışma özgürlüğü vererek onlara akrabalık hakkı tanıdı. Böylece oğul ile kız resmi akrabalık ve rahim ortaklığı yönünden aynı derecede oldu. Baba ile anne, erkek kardeş ile kız kardeş, dede ile nine, amca ile hala, dayı ile teyze de aynı konuma geldi. Böylece resmi soy bağı oğlan yolu ile olduğu gibi kız yolu ile de kurulur oldu. Bunun sonucu olarak oğlun oğlu gibi kızın oğlu da kişinin oğlu sıfatını kazandığı gibi kızın kızı, oğlun kızı gibi kişinin eşit seviyeli kızları oldu. Evlenme ve miras hükümleri bu ilkeye göre belirlendi. Daha önce incelediğimiz evlenilmesi yasak kadınlara ilişkin ayet bu söylediklerimizin delilidir.
Eski araştırmacılarımız sosyal ve hukukî nitelik taşıyan bu ve benzeri meselelere dar bir açıdan bakarak onları bir kelime, bir terim meselesi saymışlar ve bu meselelerin çözümünü lügatların yargısına havale edince işin çözüleceğini düşünmüşlerdir. Bu yüzden meselâ oğul kelimesinin içeriği konusunda şiddetli tartışmalara giriştiler. Kimi buna geniş kapsamlı, kimi ise dar kapsamlı bir anlam verdi. Bunların hepsi hatalı idi.
Bu araştırmacılardan birine göre lügat ilminin tarif ettiği oğulluk ilişkisi oğul kanalı ile oluşan ilişkidir. Kızın oğlu ile onun kanalına dayanan bütün akrabalar, analarının dedelerine değil babalarına bağlanır. Araplar kız kanalı ile doğanları kişinin oğulları saymazlar. Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki; "Benim bu iki oğlum, kıyam etseler de, otursalar da bu ümmetin imamlarıdır." sözleri ile bunların benzerleri onurlandırma amaçlı kullanış türleridir. Söz konusu araştırmacı sözlerini destekleyen şu beyitleri de delil göstermiştir:
"Oğullarımız, oğullarımızın oğullarıdır. / Kızlarımızın oğulları ise uzaktakilerin oğullarıdırlar."
Bunun bir benzeri de şu şiirdir:
"Analar insanların koruyucu kaplarıdır. / Nesep ise babalara dayanır."
Ben derim ki: Bu araştırmacı, inceleme yöntemini karıştırmış ve bu meseleyi bir dil ve terim araştırma konusu saymıştır. Eğer Araplar oğul kelimesini kızın oğlu anlamında kullanmış olsalar da bu yüzden inceleme sonucunun değişeceğini sanmıştır. Böyle sanmak, çeşitli top-lumlarda oğulluğa, babalığa ve benzer soy bağlarına dayalı olarak ortaya çıkan sonuçların ve hükümlerin kelimelere ve terimlere bağlı olmadığı gerçeğinden habersiz olmaktır. Bu sonuçlar ve hükümler, toplum yapısının türüne ve o toplumda geçerli olan geleneklere bağlıdır. Nitekim kimi zaman kelimeler ve terimler oldukları gibi kaldıkları hâlde, bu sonuçlar ve hükümler toplumsal geleneklerin değişmesine bağlı olarak değişirler. Bu da gösterir ki bu inceleme, bir sözel ve terim meselesi değil; sosyal veya sosyal bağlantılı bir incelemedir.
Sözünü ettiğimiz araştırmacı tezini iki beyitle desteklemeye çalıştı. Hayalî bir süslemeden ve vehimlerin bezenmesinden başka bir şey olmayan şiir gerçekler pazarında bir değer taşımaz. Bu yüzden boş sözler düzen bir şairin sözlerini, mesajları boş söz olmayıp kesin hüküm niteliği taşıyan Kur'an'ın müdahale alanına giren konularda delil olarak öne sürmek yersizdir.
Oğulların ana tarafından dedelerine değil de babalarına bağlanmalarına gelince, bu konu kelimelere dayalı bir dil meselesi olmamakla birlikte nesep konusunun bir ayrıntısı da değildir ki, oğlun ve kızın babaya bağlanmaları onların ana tarafından olan nesep bağlarının kesilmesini gerektirsin. Oğulların ve kızların babalarına bağlı olmaları erkeğin aile reisi olarak evin geçiminden sorumlu olmasının, evlatları yetiştirmesi gereğinin ve diğer yükümlerin uzantısıdır. [Kız, babasının evinde olduğu sürece babanın sorumluluğu altındadır. Evlenince, eşi onun sorumululuğunu üstlenir. Kendisi böyle olunca, doğurmuş olduğu çocuklar da erkeğinin ve babalarının sorumluluğu altında olurlar. Evlatların babalarına bağlanmaları bu açıdandır. Yoksa anne tarafından hiçbir akrabalık bağının olmadığı söz konusu değildir.]
Kısacası, nesep bağı erkek ve kız evlatlarda babadan olduğu gibi anadan da geçer. Bu ilkenin İslâm'daki en bariz sonuçlarından ikisi, miras ve evlenme yasaklarıdır. Evet. Bu arada özel gerekçelere dayanan başka hükümler ve meseleler vardır. Erkek çocuğun nesep bağı, nafaka ve Peygamber yakınlarının payları gibi. Bu meselelerin her biri kendi özel gerekçesine bağlıdır.
BAŞKA BİR İLMÎ İNCELEME
Günümüze kadar elde edilen tarihi belgelerin kanıtladığına göre, nikâh ve evlilik her çeşit toplumda sürekli geçerli olan sosyal gelenekler arasındadır. Bu da bu geleneğin fıtrî olduğunu gösterir.
Ayrıca bunun en güçlü delili, daha önce tekrarladığımız gibi, erkek ile kadının yapısal olarak üretme ve doğurma organları ile donanmış olmalarıdır. Erkek ile kadın bu hedefe yönelik arzu bakımından eşittirler. Yalnız kadında fazla olarak emzirme cihazı ile çocuk yetiştirmeye elverişli fıtrî duygular vardır.
Bunların yanı sıra insan yapısında başka içgüdüler de vardır. Bu içgüdüler evlatları sevmeyi özendirirler, insana soyunun devamlılığı oranında kendi varlığının devam edeceği duygusunu bir doğal kanun olarak kabul ettirirler, erkek ile kadının birbirleri için huzur kaynağı olduklarının bilincine vardırırlar, mülkiyet ve iş bölümü ilkesinden sonra miras ilkesine de saygı duymayı sağlarlar ve aile yuvası kurmanın gereğini aşılarlar.
Genel anlamda bu fıtrî ilkelere ve hükümlere saygı duyan toplumların şu ya da bu şekilde evlilik sünnetini ve özel bir evlilik geleneğini benimsemeleri kaçınılmazdır. Şu anlamda ki, kadın ile erkek arasındaki cinsel ilişkiler nesepleri karıştıracak bir belirsizliğe yol açmamalıdır. Zinanın ve fuhşun yaygın hâle gelmesinin yol açacağı kamu sağlığı ve çocuk edinme gücünün bozulmasının tıp alanındaki tedbirlerle önlenebileceği farz edilse bile nesep karışıklığının önüne geçilebilmesi cinsel ilişkilerin evlilik disiplinine bağlanmasına ihtiyacı vardır.
Bunlar, genel anlamda evlilik geleneğini yürürlükte tutan bütün milletlerin gözettiği ilkelerdir. Bu milletler ister tek eşliliği, ister bir erkeğin çok sayıda kadınla evlenebilmesini, ister bir kadının çok sayıda erkekle ve ister birden çok erkeğin birden çok kadınla evlenmelerini benimsemiş olsunlar fark etmez. Bu milletler gelenekleri arasındaki bu farklılıklara rağmen evlilik müessesesini, eşler arası bağlılık ve birliktelikten ibaret olan temel özelliği ile kabul ederler.
Evliliği öneren insan fıtratının ilk nefret ettiği şey, soyu kurutan ve nesepleri karmakarışık hâle getiren fuhuş ve zinadır. Bu nefretin belirtileri farklı milletlerde ve değişik toplumlarda görülmektedir. Kadın-erkek ilişkilerinde tam bir başı boşluk yaşayan milletlerde bile bu nefretin izleri vardır. Bu milletler bu sınırsız cinsel başı boşlukları endişe ile karşılıyorlar. Bu gerekçe ile nesep hükümlerini düzenleyen kanunlar sayesinde yaşadıklarını görüyoruz.
İnsanoğlu evlenme geleneğini benimsemekle birlikte doğal dürtülerinin etkisi ile bu geleneğin sınırları içinde kalmıyor. Kendine ne yabancıyı ne de akrabayı yasaklıyor. Erkekler şehvet dürtüsü ile kız, kız kardeş, ana ve diğer yakınlarla yatağa girmeme yasağını tanımadıkları gibi kadınlar da babalarla, erkek kardeşlerle, oğullarla cinsel ilişkiye girmekten sakınmıyor. Tarih bize gerek gelişmiş büyük milletlerde, gerekse ilkel milletlerde analarla, kız kardeşlerle, kızlarla ve diğer yakınlarla cinsel ilişkiler kurulduğunu ispat ediyor. Günümüzde de uygar milletlerde kardeşler arasında, babalar ile kızlar arasında ve diğer aile içi fertler arasında zinanın yaygın olduğuna dair kesin bilgiler alıyoruz. Demek ki, şehvet dürtüsünün önünde hiçbir şey duramıyor. Eğer bu milletlerde analarla, kız kardeşlerle, kızlar ile ve diğer aile içi fertlerle yatağa girmekten kaçınılıyorsa, bu kaçınma duygusu, eski bazı millî edep ve gelenek kurallarından miras kalmıştır.
Eğer İslâm'ın evliliği düzenleyen kuralları, dünyada bu konuda geçerli olan diğer kanunlarla ve geleneklerle karşılaştırılırsa ve üzerlerinde insafla düşünülürse, bu kuralların nesepleri ve diğer fıtrî faydaları korumada en ince ve en güvenceli titizliği gösterdikleri görülür. İslâm'ın evliliğe ve onun uzantılarına ilişkin bütün hükümleri, nesepleri koruma ve zina yolunu kapatma amacına dönüktür.
Bu hükümlerin içinde doğrudan doğruya nesep temizliğini koruyan hüküm, evli kadınların evlenme yasağıdır. Böylece bir kadının aynı anda birden çok erkekle evlenmesi önlenmiş oluyor. Çünkü böyle bir evlilik, nesep temizliğini yok eder. Boşanmış kadınların iddet beklemeleri yolundaki kuralın gerekçesi de budur. Boşanan kadınlar kendilerini üç ay boyunca gözlem altında tutarak menilerin rahimlerinde birbirine karışmasına meydan vermemiş olurlar.
Yukarda okuduğumuz evlilik yasağı ayetinde on dört zümre olarak sayılan diğer evlenilmesi yasak kadınların evlilik yasaklarının gerekçesi ise, zina kapısını kapatmaktır. Çünkü aile içinde yaşayan insanın en çok birlikte olduğu, bir arada yaşadığı, sürekli ve sınırsız yakınlıkta yaşadığı kadınlar, bu on dört zümredir. Devamlı birliktelik ve sıkı beraberlik, nefsin o kadınlara tam anlamı ile yönelmesini, erkek düşüncesinin onların üzerinde yoğunlaşmasını gerektirir. Bu da hayvani duyguların ve şehvet içgüdüsünün uyanmasına yol açar, insanı canının arzu ettiğine doğru iter ve nefsinin bu arzu karşısındaki direncini kırar. Yasak bir koru etrafında dolaşan kimsenin her an o koruya dalması muhtemeldir.
Bundan dolayı bu kadınlar hakkında sadece zina yasağı ile ye-tinilmemesi gerekmiştir. Çünkü devamlı birliktelik, nefsin ardarda tekrarlanan kışkırtmaları, arka arkaya bastıran arzular insana, bir kerelik zina yasağı ile korunma imkanı vermez.
Bunun yerine bu aile içi yakınlarla cinsel ilişkiye girişmenin temelli yasaklanması ve bunun dinî terbiye ile pekiştirmesi gerekli idi. Maksat bu kadınlara ulaşıp onları ele geçirmeye yönelik ümitsizlik kalplere yerleşsin, bu ümitsizlik onlara yönelecek şehveti öldürsün, kökünü kessin, kaynağını kurutsun. Nitekim Müslümanların ezici bir çoğunluğunda bu hedefin gerçekleştiğini görüyoruz. Fuhuş düşkünü ve kötülüklere batmış Müslümanların bile aile içi yakınları ile fuhuş yapmanın, anaları ve kızları ile yatağa girmenin akıllarına bile gelmediğini müşahede ediyoruz. Eğer böyle olmasaydı hiçbir ev zinadan, fuhuştan ve diğer cinsel sapıklıklardan kurtulamazdı.
Öte yandan İslâm aile içi yakınlar dışındaki kadınlara yönelik zinanın da önünü kapattı. Bunun için kadına kapalı giyinme zorunluluğu getirdi ve kadın ile erkeğin karışık yaşamasını yasakladı. Eğer bu önlemler getirilmeseydi, sırf zinayı yasaklamakla insanla bu iğrenç kötülük arasına engel konamazdı. Ortada iki şıktan biri var: Ya kadınlarla erkeklerin karışık yaşamaları yasaklanır. Nasıl ki kadınların bir kesimi için bu tedbire başvurulmuştur. Ya da kadına ulaşmaktan ümit kestirilir ve bu ümitsizlik kalplere temelli bir yasaklama ile yerleştirilir, insanlar bu anlayışla terbiye edilerek bu inancı içlerine sindirmeleri sağlanır. Öyle ki insan, bu inancın çiğnendiğini çevresinde görmez, kulakları böyle bir rezillik işitmez ve böyle bir şey yapmak aklının ucundan geçmez.
Bunun pratik doğrulanması, Batı toplumlarının gözlerimizin önünde duran durumudur. Bu Hıristiyan toplumlar, zinanın haram olduğuna inanıyorlar ve birden fazla kadınla evlenmeyi zinaya yakın bir suç sayıyorlar. İşte bu Hıristiyanlar, kadınlar ile erkeklerin karışık yaşamasını serbest bıraktılar. Bunun sonucunda zina kısa zamanda toplumlarında öylesine yaygınlaştı ki, aralarında bin kişide bir kişi bile bu hastalıktan yakayı kurtaramıyor. Yine oralardaki bin kişiden biri bile, evlatlarının kendi sulbünden olduğuna kesin olarak inanamıyor. Arkasından bu hastalık alanını genişleterek erkekler ile kız kardeşleri, kızları, anaları arasında ilişkilere yayıldı. Sonra erkekler arasında, erkekler ile oğulları arasında, delikanlılar arasında ilişkiler aldı yürüdü. Sonra... Sonra... İş o raddeye vardı ki, Yüce Allah'ın huzur kaynağı, insanlığın omurgasını dik tutan bir nimet ve hayatın neşesi olarak yarattığı kadınlar, her türlü siyaset, ekonomi ve sosyal entrikalarda yem olarak kullanılan bir tuzak, ferdî ve sosyal hayatı dejenere eden her türlü kirli maksadın aracı hâline geldiler. Bunların sonucu olarak insan hayatı hayalî bir arzuya dönüştü, kelimenin tam anlamı ile oyun ve eğlence hâline geldi. Açılan yırtığı kapatacak yama bulunmaz oldu.
İşte İslâm'ın, evlenilmesi kesinlikle veya şarta bağlı olarak yasaklanan kadınların evlilik yasaklarını dayandırdığı ve sadece iffetli kadınlarla evlenmeyi caiz görürken gözettiği ilke budur.
Bu hükmün aile içi zinanın engellenmesindeki etkisi, hicabın zinanın toplumda yaygınlaşmasını engellemedeki etkisi gibidir.
Daha önce değindiğimiz gibi, "Evlerinizde ve himayeniz altında bulunan üvey kızlarınız..." ayeti belli oranda bu hikmete işaret etmiyor değildir. Yasaklama ayetinin sonundaki "Allah sizden hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır." ifadesinin de bu hikmete işaret sayılması mümkündür. Çünkü bu on dört kadın zümresinin kesinlikle evlilik yasağı kapsamına alınmaları, onlara yönelik arzuya, meyle ve imkân olduğu takdirde elde etme girişimine karşı direnme yükünü insanın omuzlarından indirmektedir. İnsan nefsanî eğilimler ve şehevi arzular karşısında zayıf yaratılmıştır. Nitekim bir ayette kadınlar için "Sizin hileleriniz yamandır." (Yûsuf, 28) buyruluyor.
En zor ve acı sabırlardan biri insanın bir veya daha çok sayıda yabancı kadınla bir arada yaşaması, tenhada ve kalabalık içinde onlarla yan yana bulunması, gece gündüz onlarla birlikte olarak zaman zaman onların ince işaretleri ve tatlı hareketleri ile gözleri ve kulakları dolduktan sonra nefsinin onlara yönelik kışkırtmalarına karşı direnmesi ve içinden gelen arzuya cevap vermemesidir. Söz konusu olan ihtiyaç iki temel ihtiyacın, yani yemek ihtiyacı ile cinsel tatmin ihtiyaçlarının biridir. Diğer ihtiyaçlar bunlara indirgenen, ikinci dereceden ihtiyaçlardır.
Peygamberimiz (s.a.a); "Kim evlenirse dininin yarısını koruma altına almış olur. Diğer yarısı hakkında Allah'tan korksun."[36] buyururken galiba bu gerçeğe işaret etmek istemiştir.
29- Ey inananlar! Karşılıklı rızayla yapılan ticaret müstesna, aranızda mallarınızı batıl (haksız ve haram yol) ile yemeyin ve kendinizi öldürmeyin. Allah, hiç şüphesiz size karşı merhametlidir.
30- Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, yakın zamanda onu ateşte yakarız; bu Allah'a çok kolaydır.
Dostları ilə paylaş: |