AYETLERİN AÇIKLAMASI
Gördüğünüz gibi bu ayetler, "Ey müminler..." ifadesi ile başlayan bir önceki ayetlerin tamamlayıcısı niteliğindedir. Nitekim bir önceki ayetler grubu, emirleri ve yasakları ile bu ayetlere geçiş ve hazırlık özelliği taşıyor. Bu ayetler ise emirleri, yasakları, övgüleri ve yergileri ile maksadın özünü kapsıyor.
"Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer mümin iseniz, üstün olan sizsiniz." Ayette geçen "vehn" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, yaratılışça veya ahlâkça zayıflık de-mektir. Burada bu kelimden kastedilen anlam, Müslümanların dinlerinin gereklerini yerine getirmek ve bu dinin düşmanları ile savaşmak konusunda girişim ve ihtimam bakımından zaaf göstermeleridir. Yine ayette geçen "hüzün" kelimesi, sevincin tersi bir anlam taşır. İnsan sahip olduğu veya sahip olduğunu sandığı ve sevdiği bir şeyi kaybetmekle bu duyguya, yani hüzne kapılır.
"Eğer mümin iseniz, üstün olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır." Bu ifadeler şunu kanıtlıyor: Müminlerin gevşemelerinin ve üzüntüye kapılmalarının sebebi, yara almaları ve müşriklerin kendilerine karşı üstün gelmelerini görmeleridir. Gerçi müşrikler müminleri tam anlamı ile yenemediler, onlara karşı kesin bir zafer kazanmadılar ve savaş müminlerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmadı. Fakat müminler son derece ağır ve acı bir yara aldılar. Bu ağır yara, ileri gelenlerinden ve yiğit askerlerinden yet-miş kişinin şehit olması ve bu başarısızlığa kendi bölgelerinde uğramaları idi. İşte gevşemelerinin ve hayal kırıklığına uğramalarının sebebi buydu. "Üstün olan sizsiniz" ifadesinin sebep olarak zikredilmesi şunu gösteriyor ki, burada gevşeme ve üzüntüye kapılmaya yönelik yasaklama, farazî veya beklenen bir gevşeme ve üzüntüye değil, fiilen gerçekleşmiş olan bir gevşeme ve hüzne yöneliktir.
Ayetteki "üstün olan sizsiniz" ifadesi, hiçbir kayıtla sınırlanmamakla birlikte mümin olma şartına bağlanmıştır. Buna göre ayetten elde edilen anlam şudur: Eğer sizde iman varsa azminizde gevşemeniz, düşmanınıza karşı zaferi kaçırmanıza, onları yenememiş olmanıza üzülmeniz size yakışmaz. Çünkü iman, fethin ve zaferin dayanağı olan takva ve sabırdan asla ayrılmadığı için, kesinlikle üstünlüğü beraberinde getirir. Aldığınız yaraya gelince, bu olay sadece sizin başınıza gelmiş değildir. Tersine, müşriklerin başına da benzeri gelmiştir. Buna göre onlar hiçbir konuda sizi geride bırakmış değiller ki, bu durum gevşemenize ve üzülmenize yol açmış olsun.
Ayetteki hitap müminlere yönelik olduğu hâlde onların üstün gelmelerinin mümin olma şartına bağlanmasının sebebine gelince, Müslüman cemaat her ne kadar imandan yoksun değildiyse de, bu imanın gerektirdiği takva ve sabır gibi sıfatlara uygun davranmamışlardı. Aksi takdirde iman etkisini gösterirdi.
Bu durum, aralarında hem gerçek müminlerin, hem zayıf imanlıların ve hem de hasta kalplilerin bulunduğu, iman bakımından birbirinden farklı düzeyde fertlerden oluşmuş her toplum için söz konusudur. Bu durumda bu tür sözler, o toplumun gerçek müminleri için teşvik, zayıf imanlıları için öğüt, hasta kalplileri için azarlama ve paylama olur.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır..." Ayette geçen "karh" kelimesi, Ragıp el-İsfaha-nî'nin açıklamasına göre, vücut dışından isabet eden bir şeyin yol açtığı yara izi anlamına gelir. "Kurh" ise sivilce, çıban gibi vücut içinden kaynaklanan bir yara izi demektir. Bu kelime, Müslüman cemaatin U-hud Savaşında aldığı darbeyi kinaye yolu ile ifade ediyor. İfade, Müslüman cemaati düşmanından yara alan bir tek fert gibi farz ediyor. Söz konusu yara, onların öldürülenlerinin öldürülmeleri, yaralılarının yaralanmaları ve eşiğine geldikleri zaferin ve galibiyetin ellerinden kaçmasıdır.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınızsa..." cümlesi ile arkasından gelen; "Bir de (böylece)... kâfirleri yok etmek ister." ifadesine kadar devam eden aynı üslûplu cümleler, daha önce belirttiğimiz gibi, "Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın." ifadesinin sebebi niteliğindedir. Nitekim "üstün olan sizsiniz." ifadesi de başka bir sebeptir.
Bu iki tür sebep arasındaki fark şudur: İlk sebep, yani "üstün olan sizsiniz" ifadesi, Müslümanların düşünce yanlışına düştüklerini vurgulama yolu ile gösterilen bir sebeptir. Çünkü Müslümanlar müşriklerin kendilerinden üstün olduklarını sandıkları için gevşediler ve üzün-tüye kapıldılar. Allah da, "Eğer mümin iseniz üstünlük gerekçesi müşriklerin değil, sizinle beraberdir." diyerek müminlerin yanlış düşündüklerini vurgulamıştır. Nitekim yüce Allah başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Müminlere yardım etmek, üzerimize bir borçtur." (Rum, 47)
İkinci sebep ise, iki grubun -müminler ile müşriklerin- durumlarını veya aynı temel ilkeye dayalı hükmü ve genel maslahatları anlatma yolu ile gösterilen sebeptir. Bu temel ilke, günlerin insanlar arasında dolaştırılması yolundaki geçerli ilâhî gelenektir.
"Biz bu günleri insanlar arasında dolaştırırız." Ayette geçen "yevm" kelimesi, olayların meydana gelmesi için gerekli olan, itina edilir miktardaki zaman demektir. Bu miktar olayların değişmesine göre değişir. Bu kelime yaygın olarak Güneş'in doğması ile batması arasında geçen zaman için kullanılır. Yine bu kelime, zarf ile mazruf arasındaki ilişkiye dayanılarak, bazen egemenlik, saltanat ve üstünlük kurma anlamında da kullanılır. Bu anlamda, "falân cemaatin günü, filân oğullarının günü" denir. Böyle demekle onların başkalarından önde olmaları, başkalarına egemen olmaları kastedilir. Aynı kelime, kimi zaman bu tür olayların içinde meydana geldikleri zamanın kendisi için de kullanılır. Ayetteki "günler" ile bu anlam kastediliyor.
Ayetin orijinalinde geçen "nüdavilu" kelimesinin kökü olan "mü-davele" kelimesi, bir şeyin elden ele dolaşması demektir. Buna göre ayetin anlamı şudur: İlâhî gelenek, önemli günlerin insanlar arasında dolaşması ilkesine göre cereyan eder. Bu günler bir toplumun tekeline verilip de başka bir toplum onlardan mahrum bırakılmaz. Bunun sebebi, bu geleneğe bağlı genel maslahatlardır. Sizin zihinleriniz bu menfaatlerin sadece bir kısmını kavrayabilir, hepsini kavrayamaz.
"Bu, Allah'ın kimlerin mümin olduğunu belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler edinmesi içindir." Bu cümle hazfedilmiş bir cümleye bağlıdır. O cümle, zihinlerin onu idrak edemeyeceğine, akılların onun ancak bazı yönlerini kavrayabileceğine işaret etmek için hazfedilmiştir. Bize denmek isteniyor ki, bu konuda müminlere yarayacak olan bilgi şudur: "Bu, Allah'ın kimlerin mümin olduğunu belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler edinmesi içindir. Bir de (böylece) Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister."
Şimdi, "Allah'ın, kimlerin mümin olduğunu belirlemesi için..." ifadesine gelelim. Bundan maksat müminlerin gizli, saklı kalmış imanlarının açığa çıkmasıdır. Çünkü yüce Allah'ın olaylara ve eşyaya yönelik bilgisi onların varolmaları ile özdeştir. Yani yüce Allah eşyayı salt varoluşları ile bilir. Yoksa onun bilgisi bizim bilgilerimiz ve algılarımız gibi eşyadan taslak almakla olmaz. Bu nokta açıktır. Bunun gereği, yüce Allah'ın bir şeyi bilmeye yönelik iradesinin, onun gerçekleşmesine, ortaya çıkmasına yönelik iradesi olmasıdır. Yüce Allah bu ayette, "Allah'ın, kimlerin mümin olduğunu belirlemesi için..." buyurarak müminlerin varlığını gerçekleşmiş olarak aldığına göre, onların ortaya çıkarmasına yönelik iradesini ifade ediyor demektir. Bu da sebep-sonuç ilişkisine göre olduğu için müminlerin saklı imanlarının or-taya çıkmasını gerektirecek durumların gerçekleşmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.
"Ve aranızdan bazı şahitler edinmesi içindir." ifadesine gelince, buradaki "şüheda" kelimesi amellerin şahitleri demektir. Bu kelimenin "savaş alanında öldürülenler" anlamında kullanıldığına Kur'an'da rast-lanmaz. Bu sonradan geliştirilmiş İslâmî terimlerden biridir. Nitekim aşağıdaki ayette bu kelime, vurguladığımız anlamda kullanılmıştır: "Böylece biz sizi orta yolda bir toplum yaptık ki, insanlara şahit olasınız..." (Bakara, 143) Üstelik ayetteki "yettehize=edinmesi" kelimesi, "savaş alanında öldürülenler" anlamına gelen "şüheda" kelimesi ile de pek uyuşmaz. Yani "Allah, İbrahim'i dost edindi. Allah, Musa'yı sözdaş edindi. Allah, Peygamberimizi kıyamet günü ümmeti için tanıklık etmek üzere şahit edindi." dendiği gibi, "Allah, falanca kişiyi kendi yolunda öldürülmüş ve şehit edindi." denmez.
Yüce Allah niçin "ve aranızdan bazı şahitler edinmesi için..." diyerek cümlenin akışını ikinci şahıs zamiri ile değiştir de "ve onları şahitler edinmesi için..." diyerek üçüncü şahıs zamiri kullanmadı? Çünkü her ne kadar "Böylece biz sizi orta yolda bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız..." (Bakara, 143) ayetinde şahitlik ümmetin tümüne isnat edilmiş ise de bu, bir kısmın vasfının tüme isnat edilmesi kabilindendir. Bunu Bakara Suresinde açıklamıştık. Bu açıklamamızı, bu cümlenin arkasından gelen "Allah zalimleri sevmez." cümlesi ile teyit etmek mümkündür.
Şimdi de "Bir de (böylece) Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." ayetini ele alalım. Ayette geçen "yumahhısa" fiilinin kökü olan "temhis", bir şeyi yabancı katıklardan arındırıp saflaştırmak demektir. Yine ayette geçen "yemhaka" fiilinin kökü olan "mahk", bir şeyi yavaş yavaş bitirmek, azar azar yok etmek anlamına gelir. Bu arındırma, günlerin insanlar arasında dolaştırılmasının gereği ve faydalarındandır. Bu, yine günlerin insanlar arasında dolaştırılmasının gereği olan iman edenlerin bilinmesi ve ortaya çıkmasından başka bir şeydir. Çünkü müminin mümin olmayandan ayırt edilmesi başka, ayırt edildikten sonra onun imanının küfür, münafıklık ve fasıklık katıklarından arındırılarak saflaştırılması ise başka bir konudur. Bu yüzden kâfirlerin yok edilmesi, müminlerin mümin olmayanlardan ayrıt edilmesinin karşısında zikredilmiştir. Buna göre yüce Allah küfrün ve benzerinin kalıntılarını müminden parça parça giderir, sonunda sadece imanı kalır ve bu iman sırf Allah için olur. Buna karşılık, kâfirdeki küfür, şirk ve hile elementlerini parça parça giderir ve sonunda ortada hiçbir şey kalmaz.
Bunlar, yüce Allah'ın günleri insanlar arasında dolaştırmasının, üstünlüğün belirli bir toplumda devam etmemesinin hikmetinin çeşitli şekilleridir. Yetki, tümü ile Allah'ındır; O, dilediğini yapar. O, şu ayette belirttiği gibi en yararlı olanı, en faydalı olanı yapar: "Allah, hak ile batılı bu örnek aracılığı ile anlatır: Köpük havaya uçup gider, fakat insanlara yararlı olan kısım yerde kalır." (Ra'd, 17) Bu ayetlerin benzerlerine bu surenin daha önceki ayetlerinde karşılaşmıştık. Şöyle ki; "Kâfirlerin bir kısmını kessin veya onları perişan etsin de umutsuz olarak geri dönüp gitsinler diye (Allah Bedir'de sizi zafere ulaştırdı). Bu konuda senin elinde bir şey yok. Ya da onların tövbelerini kabul etsin veya zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırsın diye (Allah Bedir'de sizi zafere ulaştırdı)." (Âl-i İmrân, 127-128) Yüce Allah bu ayette Peygamberinin elinde bir şey olmadığını belirtiyor ve yetkinin kendi tekelinde olduğunu, yaratıklarına dilediği gibi hükmettiğini vurguluyor.
Bu söz, mümini kâfirden ayırmak, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek maksadı ve imtihan amacı ile günlerin insanlar arasında bölüştürüldüğünün açıklanması, yukarıda vurgulanan Peygamberimizin elinde bu konuda bir yetki olmadığı gerçeği ile birlikte şu gerçeği açığa vuruyor: Müminlerin çoğu sanıyorlardı ki, hak dine mensup olmaları, nerede savaşırlarsa galip gelmelerinin ve nasıl olurlarsa olsunlar batıla karşı üstün gelmelerinin yeterli sebebidir; iplerin ucu onların elindedir, onu kaçırmaları söz konusu değildir. Onların bu zanna kapılmalarına sebep olan olay, Bedir Savaşında gördükleri gelişmelerdir. O savaşta düşmanlarına karşı şaşırtıcı bir üstünlük sağlamışlar, yardımcı meleklerin inmesine şahit olmuşlardı. Bu kanaat, imtihan ve arındırma düzeninin geçersizliğini gerektiren yanlış bir kanaattir. Bu kanaat; emirden, yasaktan, sevaptan ve cezadan beklenen faydanın da geçersizliğini beraberinde getirir. Bu da dinin esasının yıkılmasına yol açar. Çünkü bu din fıtrat dinidir, geçerli yasaların ve yürürlükteki ilâhî geleneğin çiğnenmesine dayalı değildir. Bu doğal düzene göre galibiyet ve hezimet, normal sebeplerine bağlıdır.
Yüce Allah, imtihan ve deneme maksadı ile günlerin insanlar arasında dolaştırıldığını açıkladıktan sonra, müminleri bu asılsız zanları yüzünden kınamaya ve "Yoksa siz... cennete girebileceğinizi mi sandınız?" diye başlayan ayetle gerçek durumu açıklamaya başlıyor.
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayrıt etmeden ve sabırlıları belirlemeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyor-dunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." Müslümanların imtihan edilmeden cennete girecekleri yolundaki zanları az önce anlatılan zanlarının ayrılmaz bir parçasıdır. O zan şuydu: Onlar hak üzere oldukları için ve hak hiç yenilmeyeceği için zafer ve galibiyet hep onların olacaktı. Onlar hiç yenilmeyecek, hiç bozguna uğramayacaklardı. Bilindiği gibi bu zannın gerekli sonucuna göre, Peygamberimize inanıp müminler topluluğuna katılan herkes galibiyet ve ganimet elde etmek suretiyle dünyasında, af ve cennet elde etmek suretiyle de ahiretinde mutlu olacaktı. Böylece zahirî imanla gerçek iman arasındaki fark ortadan kalkacak, dereceler arasındaki fark silinecekti. Normal mücahidin imanı ile sabırlı mücahidin imanı bir olacaktı. Yine o takdirde bir iyiliği dileyip de zamanı gelince onu yapan kimse, o iyiliği dileyip de karşısına çıktığında yan çizen kimse gibi olacaktı.
Buna göre "Yoksa siz... cennete girebileceğinizi mi sandınız?" ifadesi, sonucu sebep yerine koyma kabilinden bir ifadedir. Yani üstünlüğün size yazılı olduğunu mu sandınız? Buna göre siz imtihan edilmeyeceğinizi, hak edeniniz hak etmeyeninizden ayırt edilmeksizin, aranızdaki yüksek dereceliler öbürlerinden ayırt edilmeksizin cennete gireceğinizi mi sandınız?
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz..." Bu ayette müminlerin bu zannın asılsız olduğunun tespiti vardır. Çünkü onlar savaşa katılmadan önce ölümü temenni ediyorlardı. Fakat sonunda savaşa katılarak ölümü gözleri ile gördüklerinde ileri atılmaktan ve temenni ettikleri şeyi kucaklamaktan kaçındılar. Gevşekliğe kapılarak savaştan yüz çevirdiler. Şimdi sırf bu temenni ile, imtihan edilmeksizin, arınmaksızın cennete girmeleri caiz olur muydu? Denemeden geçirilmeleri gerekli olmuyor mu?
Bu söylediklerimizden, bu sözün söylenmemiş bir bölümünün olduğu ortaya çıkıyor. Buna göre bu ayetin son bölümünün anlamı şöyledir: "İşte ölümü gördünüz; ama bakıp duruyorsunuz, ona doğru adım atmıyorsunuz." Buradaki "bakıp duruyorsunuz" ifadesi, onların hiçbir girişimde bulunmamalarından, ileri doğru hiçbir adım atmamalarından kinaye de olabilir. Yani "Hiçbir girişimde bulunmaksızın, sırf bakmakla yetiniyorsunuz." Her nasıl olursa olsun, ifadede kınama ve azarlama vardır.
Dostları ilə paylaş: |