ayetlerİn Açıklaması
Zemin hazırlayıcı bazı ön açıklamalardan sonra bu ayetler ile miras hükümlerinin ortaya konmasına başlanıyor. İlkönce miras hükümleri ile ilgili yasa niteliğinde genel mahiyette bir açıklama yapılıyor. Bunun sebebi ise, doğum ve akrabalık sabit olduktan sonra bazı akrabaların ve yakınların sürekli biçimde mirastan mahrum tutulamayacağını belirtmektir. Meselâ küçük yaştaki mirasçıların ve kadınların mirastan uzak tutulamayacakları vurgulanıyor. Buna ek olarak yetimlerin mirastan mahrum edilmesine ilişkin sakındırmaya yer veriliyor. Çünkü yetimi mirastan mahrum etmek, diğer mirasçıların onların mallarını haksızlıkla yemeleri sonucunu verir ki, yüce Allah bunu şiddetle yasaklıyor. Bunların yanı sıra ölünün mirası bölüşülürken orada bulunan ancak miras hakkına sahip olmayan akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir şeylerin ikram edilmesine değiniliyor.
"Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır..." Ayetin orijinalinde geçen "nasib" kelimesi, pay ve hisse anlamına gelir. Kelimenin kökü, "ayakta tutmak" anlamına gelen "nasb" kelimesidir. Hisseye bu adın verilmesi, bölüşülen her payın, diğerine karışmaması için ayrılıp bir köşeye bırakılması itibarıyladır. Yine ayette geçen "tereke" ölünün arkasından kalan malı demektir. Sanki ölü onu bırakıyor ve ondan ayrılıyor. Dolayısıyla bu kelimenin bu anlamda kullanılması, istiare türü bir kullanımdır; ancak git gide bu anlamda kullanılması normalleşmiştir.
Yine ayetteki "ekrebûn" kelimesi, yakın akrabalar demektir. "Ekri-ba" ve "ululkurba" kelimeleri yerine bu kelimenin tercih edilmesi, bir şekilde mirasta ölçünün ölüye yakınlık derecesi olduğunu göstermeye delâlet etmesi içindir. Bu konu "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." (Nisâ, 11) ayeti incelenirken ele alınacaktır. Yine ayette geçen "farz" kelimesi katı bir şeyi kesmek, parçalarını birbirinden ayırmaktır. Dolayısıyla vacip anlamında kullanılır. Çünkü yerine getirilmesi ve ona boyun eğilmesi, tereddüde yer verilmeden belirlenmiş ve kesinlik kazanmıştır. 'Nasib-en mefruz' ise, kesinleşmiş, belirlenmiş pay demektir.
Bu ayette küllî bir hüküm veriliyor. Yükümlülerin zihinlerinde alışılmış olmayan yeni bir sistem ortaya konuyor. Çünkü İslâm'daki biçimi ile miras hükümleri, daha önce benzeri görülmemiş bir nitelik taşır. Daha önceki âdetlere ve geleneklere göre bazı mirasçılar mirastan mahrum edilirdi. Bu âdet insanlar arasında ikinci bir tabiat gibi kökleştiği için bunun tersine hükümler işitildiği zaman nefisler kabarır ve yalancı duygular harekete geçer.
İslâm buna hazırlık için ilk aşamada müminler arasında Allah için sevmeyi ve müminler arasında din için fedakârlığı pekiştirdi. Müminler arasında kardeşlik bağları kurdu. Sonra kardeşleri birbirine mirasçı yaparak eski miras geleneğini yürürlükten kaldırdı. Böylece müminlerin eski sisteme bağlılıkları gevşetildi, bu konudaki taassuptan sıyrılmaları sağlandı. Arkasından din güçlenip pekişince ululerham'ın (yakın akrabaların) mirasçı olabilmelerini yasallaştırdı. Bunu yaptığı zaman bu düzenlemeyi gayet olumlu biçimde kabul edecek sayıda mümin cemaat oluşmuştu.
Bu giriş nitelikli açıklamamızdan anlaşılıyor ki, bu ayetin geldiği nokta açıkça ifade etme ve her türlü tereddüdü ve şüpheyi ortadan kaldırma noktasıdır. Bu maksatla "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır." ayetiyle genel kuralı ortaya koyuyor. Buna göre hüküm mutlaktır. Hiçbir durumla, sıfatla veya baş-ka bir şeyle asla kayıtlı değildir. Tıpkı bunun gibi hükmün konusu olan erkekler kelimesi de geneldir, hiçbir bitişik kelime ile sınırlandırılmış değildir. Buna göre küçükler de büyükler gibi pay sahibidirler.
Yüce Allah arkasından "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır." buyuruyor. Bu ifade de bir önceki cümle gibi geneldir, hiçbir sınırlama gölgesi taşımaz. Buna göre hiçbir sınırlama ve kayıtlama olmaksızın bütün kadınları içerir. "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından..." ifadesinde zamir kullanılabileceği hâlde böyle yapılmayıp açık ifade tarzının seçilmesi, sarih ifadenin ve belirginleştirmenin hakkını tam olarak vermek içindir. Sonra "Gerek azından, gerek çoğundan (fark etmez)." denmekle hem açıklık amacı pekiştiriliyor, hem de miras payında azlık ve küçüklük yüzünden göz yummaya yer verilmemesi gerektiği vurgulanıyor. Sonunda "nasîb-en mefrûzen=onlar için belli bir hisse vardır." deniliyor. Bu, önceki "nasîb" kelimesinden hâldir, nasib pay anlamına gelse bile, onda mastar anlamı yatıyor. Bu ifade vurgulamayı pekiştirme ve belirginleştirmeyi artırma amacı taşır. Maksat miras paylarının kesin ve belirli olduklarını, karışıklığı ve belirsizliği kabul etmediklerini belirtmektir.
Bu ayet miras hükmünün, Peygamberimizin mirasını da içerecek şekilde genel olduğuna ve yine miras paylaşımında ta'sib yönteminin, yani paylarda eksilmeyi bütün paylara eşit şekilde dağıtım yapmanın doğru olmadığına delil gösterilmiştir.
"Miras taksiminde (mirastan payı olmayan fakir) yakınlar, yetimler ve düşkünler hazır bulunursa..." Ayetten anlaşıldığına göre pay sahibi olmayan kimselerin bölüşüm sırasında hazır bulunmaları demek, bazı tefsircilerin dedikleri gibi ölünün vasiyeti sırasında hazır bulunmaları değil, mirasçıların mirası bölüşmeye başladıkları sırada hazır bulunmaları demektir. Bu açıktır.
Buna göre buradaki akrabalardan maksat bu akrabaların fakir olanlarıdır. Onların yetimlerle ve yoksullarla bir arada sayılmaları da bunu gösterir. Ayrıca "bundan onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin." ifadesinin üslûbundan anlaşılan da budur. Bu üslûpta merhamet ve yumuşaklık çağrısı vardır. Buna göre bu ifadedeki hitap, ölünün velilerine ve mirasçılara yöneliktir.
Ayette sözü edilen 'rızk verme' zorunluluk mu, yoksa mendupluk mu ifade ettiği tartışma konusu olmuştur. Bu mesele bu kitabın çerçevesi dışında kalan bir fıkıh konusudur. Ayrıca bu ayet muhkem midir, yoksa miras ayeti ile neshedilmiş midir konusu da tartışılmıştır. Oysa bu iki ayet arasında çelişki yoktur. Çünkü miras ayeti mirasçıların pay-larını belirlerken bu ayet başkaları hakkında farz veya mendup olan başka ve belirsiz ödemeye işaret ediyor. Buna göre ortada neshin gerekçesi yok. Özellikle bu verilecek malın, verilmesi, mendup kabul edilirse. Zaten ayetin zahirinden az çok bu ihtimal ortaya çıkıyor.
"Kendileri, geriye zayıf çocuklar bırakmış oldukları takdirde, onların durumundan korkacak olanlar..." Ayette geçen "velyahşe" kelimesinin kökü olan "haşyet" kelimesi, olmasından korkulan şeyin kalpte bıraktığı etkidir. Kelimede saygı ve yüceltme anlamı da vardır. [Korkulacak şey büyük bilinir.] Ayette geçen "sedid" kelimesinin aslı olan "sedad" söz hakkında kullanıldığında sözün doğru ve dürüst olması anlamına gelir.
Bu ayetle "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır." ayeti arasında belirli bir bağlantının olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü genel olması ciheti ile küçük yaştaki yetimlerin miraslarını da içerir. O zaman küçük yaştaki vârisleri mirastan mahrum etme yolunu tutanlara yönelik bir tehdit amacı taşır. O takdirde "doğru söz söylesinler" ifadesi, mirastan mahrum etme tutum ve uygulamasından, yetimlere ve küçük yaştaki mirasçılara haksızlık etmekten uzak durmayı telkin eden kinayeli bir ifadedir. Söz deyip de bununla eylemi kastetmek Kur'an dilinde yaygın bir üslûptur. Çünkü söz ile eylem arasında ayrılmaz bir bütünlük vardır. Nitekim yüce Allah başka bir ayette "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) buyuruyor. Burada sözün yumuşaklık, güzellik gibi sıfatlarla değil de doğruluk ile sıfatlandırılmış olması da bu yorumu teyit eder. Çünkü sözün doğru olması demek, onun inanmaya ve ona göre hareket etmeye elverişli olmasıdır, yoksa insan onurunu ve şerefini korumaya elverişli olması değildir. [Nitekim bu, yumuşak ve maruf sözde geçerlidir.]
Her neyse, "Kendileri, geriye zayıf çocuklar bırakmış oldukları takdirde, onların durumundan korkacak olanlar..." ifadesi, bakımlarını üstlenerek zillete ve perişanlığa düşmelerini önleyecek velileri olmayan zayıf çocuklara merhamet ve şefkat etmeye yönlendirici temsili bir ifadedir. Ayetteki korkutma ve tehdit, sadece gerçekten güçsüz durumda çocukları olanlara mahsus değildir. Bunun delili "eğer geriye zayıf çocuklar bırakmış olsalar" ifadesindeki "lev=eğer" edatının yer alması ve ayette 'güçsüz çocuklarını bıraksalar' denmemiş olmasıdır. Tersine bu ifade durumu anlatan bir temsil, bir varsayım niteliğindedir. Maksat şudur: O kimseler ki, sıfatları arasında şu nitelikler vardır. Yani ana-babaları ölmüş yetimlere yönelik kalplerinde merhamet ve şefkat olanlar ve şu şu sıfatları taşıyanlar, işte onlar gerçek insanlardır, özellikle Allah'ın edebi ile edeplenmiş, O'nun ahlâkı ile ahlâklanmış Müslümanlardır. Bu ifade anlam bakımından şu demektir: İnsanlar yetimler konusunda çekinsinler, Allah'tan korksunlar. Çünkü bu yetimler üzerlerinde titrenmesi, durumları ile ilgilenilmesi ve kendilerine haksızlık edilmemesi bakımından kendi yetimleri gibidir. Bu ifade bizim 'Kim zilletten ve aşağılanmaktan korkuyor ise, çalışmakla meşgul olsun' dememiz gibidir ki herkes bu duruma düşmekten korkar.
Ayette insanlara merhamet ve şefkat göstermek değil, bunun yerine korkmak, Allah'tan çekinmek emrediliyor. Bunun tek sebebi, bu ifadenin tehdit amaçlı olmasıdır. Başkalarının yetimlerinin başlarına gelen haklarının çiğnenmesi ve mallarının haksız biçimde yenmesi gibi hâllerin öldükten sonra kendi yetimlerinin başlarına da geleceği, başkalarının yetimlerine yaptıkları haksızlıkların, arkada bırakacakları yetimlere geçeceği hatırlatılıyor.
"O hâlde Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler (doğru bir yöntem izlesinler)." Daha önce söylediğimiz gibi ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla buradaki sözden maksat fiilî uygulamadır. Ama görüş anlamında olması da mümkündür.
Dostları ilə paylaş: |