Mâide Sûresi 1-3 ..............................................................
272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
1- Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin. Ihramlı iken
avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında
kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı. Allah şüphesiz,
dilediği hükmü verir.
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 273
2- Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine (hac ibadetlerine), ne
haram aya, ne (işaretsiz) kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne
de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Hara-m'a yönelenlere
saygısızlık etmeyin. Ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi
Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan
kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.
3- Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan
başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş,
boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş
olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-,
dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal
oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın,
benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim,
(istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan
yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Surenin girişi ve son bölümü, ayetlerinin geneli, bu ayetlerin
kapsadığı hükümler, öğütler ve kıssalar üzerinde durup düşündüğümüz
zaman, surenin kapsamlı hedefinin verilen sözlerin tutulmasına,
ne şekilde olursa olsun hakkın gözetildiği antlaşmalara
bağlı kalınmasına, bunları çiğnemekten, gereklerine aldırış etmemekten
azami ölçüde kaçınılmasına ilişkin bir çağrı olduğunu
görürüz. Bu çağrı bağlamında, ilâhî sünnetin sakınıp iman edenlerin,
daha sonra Allah'tan korkup da ihsanda bulunanların rahmete
kavuşmaları, işlerinin kolaylaştırılması ve yüklerinin hafifletilmesi,
buna karşılık azgınlaşanların, antlaşmaları çiğneyenlerin, sözlerinin
gereklerini yerine getirmeyip akitlerinin dışına çıkanların, din-
274 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
de sorumluluk gerektiren misakların sınırlarını çiğneyenlerin işlerinin
zorlaştırılması ve yüklerinin ağırlaştırılması şeklinde cereyan
ettiği ifade edilmektedir.
Bu yüzden surenin cezaî müeyyideler ve kısasla ilgili birçok
hükmü, Mâide (Sofra) kıssası, Mesih'in dileği ve Âdem'in iki oğlunun
kıssası gibi bölümler içerdiğini, İsrailoğullarınca işlenen birçok
zulme, kendilerinden alınan sözlere ve pekiştirilmiş akitlere aykırı
hareket edişlerine işaret edildiğini görüyoruz. Yine surenin, yüce
Allah'ın birta-kım lütuflarla insanları minnet altında bıraktığını dile
getiren ayetler içerdiğini görürüz. Örneğin: Dini kemale erdirmek,
nimeti tamamlamak, iyi ve temiz şeyleri helâl kılmak, onlara güçlük
ve zorluk çıkarmayı dilemeksizin insanları arındıracak yasalar
koymak gibi.
İşte bu tür uyarılar, surenin iniş zamanının atmosferiyle uygun
ve onunla örtüşmektedir. Çünkü nakil ehli, yani tarihçiler ve
muhaddİsler arasında, bu surenin Resulullah'a (s.a.a), hayatının
sonlarında inen en son uzun sure olduğu hususunda herhangi bir
ihtilaf yoktur. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî rivayetlerde bu surenin
mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilir. Dolayısıyla Allah'ın kullarından
almış olduğu sözlere bağlılığın tavsiye edilmesi ve akitlerinin
sağlam tutulmasının istenmesi, surenin bu özelliğine uygun
düşmektedir.
"Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin." Ayetin orijinalinde
geçen "ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. Iki şeyden
birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme
demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama
gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını
gerektirir.
Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak
kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da
kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama
vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma
ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavra-
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 275
mın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve
bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin
bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır.
Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel
misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri,
kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları
ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar
arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde
temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları
bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette,
"el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime
kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin
akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha
uygundur.
Dolayısıyla bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin birtakım yorumları
da dayanaksızdır. Bunlardan bazıları diyorlar ki: Ayette geçen
"akitler"den maksat, insanların aralarında gerçekleştirdikleri
alış veriş, nikâh ve ahitleşme gibi karşılıklı antlaşmalar ya da insanın
kendi üzerinde taahhüt ettiği yemin gibi akitlerdir.
Diğer bazıları da şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bundan
maksat, cahiliye halkının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere
ya da saldırıda bulunanlara karşı birbirlerine yardım etmek, destek
olmak üzere karşılıklı olarak verdikleri sözler ve ahitleşmelerdir.
Bu, işte cahi-liye döneminde yaygın bir ittifak türü olan kabileler
arasında yapılan "hilf" antlaşmasıdır.
Diğer bazı müfessirlerin değerlendirmeleri ise şöyledir: Burada,
Ehlikitap'tan Tevrat ve Incil'in içeriğine göre amel etmeleri hususunda
alınan misaklar kastedilmiştir.
Bu yorumların hiçbirini destekleyecek bir kanıtı, ifadenin lafzından
algılamak mümkün değildir. Ayrıca başında "el" takısı bulunan
çoğul kipinin ifade ettiği anlam [genellik] ve örf açısından
"akit" kavramının her türlü akdi ve hükmü kapsaması, bu değerlendirmelerle
uyuşmaz. Bu yüzden akdin anlamını yukarıdaki de-
276 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ğerlendirmelerle sınırlı tutmak yanlıştır. En doğru olanı, kavramın
genel tutulmasıdır.
AKDIN ANLAMI ÜZERINE
"Akitleri yerine getirin." ifadesinin zahirinden de anlaşılacağı
gibi, Kur'ân akitlere uymayı emretmektedir. Ifade, zahiri itibariyle
geneldir ve geleneksel olarak akit denilebilecek ve yerine getirilmesi
söz konusu olabilecek her muameleyi kapsar. Akit, bu kavramın
sözlük anlamını temsil eden her türlü eylem ve söze denir.
Sözlükte, bir şeyin diğer bir şeye yapışıp ayrılmayacak şekilde bir
çeşit bağlanması anlamına gelir.
Satış muamelesini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu akit
satılan şeyi satın alana mülk olmak suretiyle bağlar. Artık satın
alan satın alınan şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.
Satış işleminden sonra satıcının satılan şey üzerinde ne sahipliği,
ne de tasarruf yetkisi söz konusudur. Kadını erkeğe bağlayan nikâh
akdini de buna örnek gösterebiliriz. Bu akdin gerçekleşmesinden
sonra erkek nikâh bağı uyarınca kadından yararlanır. Kadın
bundan sonra, akit yaptığı kişiden başkasını kendinden
yararlandıramaz. Ahd=söz verme de bunun gibidir. Söz veren kişi,
üzerine aldığı sözle ilgili olarak söz verilen şahıs için kendi üzerinde
bir hak doğurur ve üzerine aldığı sözü çiğneme hakkına sahip
değildir.
Kur'ân bütün anlamlarıyla bütün akitlerin ve sözlerin tutulmasını,
her anlamıyla, her türüyle ve her objesiyle yerine getirilmesini
vurgulamıştır; büyük önem vermiştir. Antlaşmalarını çiğneyenleri
sert bir dille yermiş, onları sert bir şekilde tehdit etmiştir. Buna
karşılık, burada sıralama gereğini duymadığımız birçok ayette, söz
verdiklerinde ahitlerini yerine getirenleri ve ahitlerini tutanları övmüştür.
Konuyla ilgili ayetlerin ifade tarzları ve konunun doğal bir akıcılıkla
sunulması, insanların fıtrî akıllarıyla bunu kavrayabilecekleri-
Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 277
ni göstermektedir. Ki öyledir de.
Bunun nedeni şudur: Söz verme ve sözünü tutma, insanın yaşamı
boyunca onsuz edemeyeceği bir realitedir. Bu hususta birey
ve toplum arasında herhangi bir fark yoktur. Insanın toplumsal hayatı
üzerinde düşündüğümüz zaman, istifade ettiğimiz bütün meziyetlerin
ve güvenip dayandığımız bütün toplumsal hakların genel
toplumsal sözleşme, akitleşme esasına ve bu genel sözleşmeden
kaynaklanan ayrıntı nitelikli sözleşmeler esasına dayandığını görürüz.
Bizler topluma kendi üzerimizde bir hak verirsek veya kendimiz
toplum üzerinde bir hakka sahip olursak, bu, ancak sözlü olmasa
bile pratik bir akdin gereği olabilir. Sözlü ifade, açıklamaya
gerek duyulan yerde devreye girer. Bir insanın güç veya otorite sahibi
olması ya da zorbalık yapması yahut bir mazeretinin bulunması
durumunda, kendi serbest iradesiyle gerçekleştirdiği bu akdi
bozabilmesi ve çiğnemesi doğru olursa, onun akdini çiğnemesiyle
birlikte ilk önce zarar gören şey, sosyal adalet olacaktır. Fakat
sömürü ve emeğin çalınması karşısında insanın tek sığınağı da
sosyal adalet ilkesidir.
Bundan dolayıdır ki, yüce Allah verilen sözlerin tutulmasını,
yapılan akitlerin yerine getirilmesini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ahdi yerine getirin, çünkü ahitten
sorulacaktır." (Isrâ, 34) Bu ayet, ahde vefayı öven ve verilen sözden
dönmeyi (ahde vefasızlık etmeyi) yeren ayetlerin genelinde olduğu
gibi, bir bireyin diğer bir bireye verdiği sözü kapsadığı gibi, uluslar
ve ümmetler arası sözleşmeleri de kapsar. Hatta dinsel açıdan
toplumsal sözleşmelere uymak, bireysel sözleşmelere göre daha
önemlidir. Çünkü toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesi ile gerçekleşen
adalet daha kuşatıcı ve eksiksiz, böyle bir sözleşmenin
çiğnenmesinin doğurduğu felâket daha genel ve yıkıcı olur.
Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, göze gelmeyen en ufak ve çiğnenmesi
en kolay bir düzeyde olan ahitlerde bile son derece açık ve
kesin bir ifadeyle ahitlerin çiğnenmemesini emretmiş, bu tarz tutumları
yasaklamıştır:
278 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"(Bu,) Allah ve Elçisinden, antlaşma yaptıgınız müşriklere uzaklaşma
(ihtarı)dır. Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz,
Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kâfirleri rezil edecektir! En
büyük hac günü, Allah ve Elçisinden insanlara bir duyurudur: Allah
ve Elçisi puta tapanlardan uzaktır. Eger tövbe ederseniz bu
sizin için daha iyidir. Ve eger dönerseniz bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak
degilsiniz! Kâfirleri acı bir azap ile müjdele. Ancak antlaşma
yaptıgınız müşriklerden, antlaşma şartlarından hiçbir şeyi
size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlar
bu hükmün dışındadırlar. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye
kadar tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever. Haram
aylar çıkınca, Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün,
onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları
bekleyin..." (Tevbe, 1-5)
Bu ayetler, akışlarından da anlaşılacağı gibi Mekke'nin fethinden
sonra inmişlerdir. Allah müşrikleri alçaltmış, güçlerini yok etmiş,
otoritelerini ortadan kaldırmıştı. Bu arada Müslümanları egemen
oldukları ve ele geçirdikleri toprakları şirk pİsliğinden temizlemeye
teşvik ediyor. Iman etmeleri durumu dışında, hiçbir
kayda ve şarta bağlı olmaksızın müşriklerin kanlarını dökebileceklerini
dile getiriyor. Buna rağmen müşriklerden bir grubu bunun dışında
tutuyor. Bunlar, Müslümanlarla aralarında antlaşma ve
saldırmazlık sözleşmesi bulunan kimselerdir. Zayıf ve zelil düştüler
diye Müslümanların bunlara kötülük et-melerine izin vermiyor. Onların
caydırıcı ve savunucu bir güçleri yok-tur diye Müslümanlar onlara
zarar verici davranışlar içine giremezler. Bütün bunlar, ahitlerin
dokunulmazlığını koruma ve takvayı güçlendirme amaçlı önlemlerdir.
Kuşkusuz, karşı taraf yaptığı akdi bozarsa, Müslümanlar da bu
akitlerini bozar ve uğradıkları saldırıya mİsliyle karşılık verirler. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ortak koşanların, Allah'ın yanında ve elçisinin yanında nasıl
antlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da antlaştıklarınız
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 279
hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.
Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever... Bir mümine
karşı ne and, ne de antlaşma gözetmezler. Işte saldırganlar
onlardır. Eger tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse,
dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme ayetleri böyle
açıklıyoruz. Eger antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar ve
dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların
antları yoktur, belki vazgeçerler." (Tevbe, 7-12)
"Kim size saldırırsa, onun size saldırdıgı kadar siz de ona
saldırın ve Allah'tan korkun..." (Bakara, 194) "Sizi Mescid-i Haram'-
dan alıkoyduklarından dolayı bir topluma olan kininiz sizi haddi
aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah
ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun."
(Mâide, 2)
İşin özü şudur: İslâm'a göre ahdi gözetmek, gereğini yapmak
her zaman için bir zorunluluktur. Karşılıklı sözler verildikten sonra
bu ahdin taraflardan birine zarar veya yarar sağlıyor olması bir şey
değiştirmez. Çünkü ilişkilerde sosyal adaleti gözetmek, özel ya da
kişisel çıkarları gözetmekten daha geçerli ve daha zorunludur. Fakat
ahitleşen taraflardan birinin tek taraflı olarak antlaşmayı
bozması başka. Bu durumda diğer tarafın da antlaşmayı bozması,
uğradığı saldırıya mİsliyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Böyle
yapması zillete, tutsaklaştırılmaya ve yersiz büyüklenmeye karşı
bir başkaldırıdır. Ki dinî hareketin hedefi, özgürlük hareketini destekleyip
zorbalığı bertaraf etmektir.
Andolsun ki bu husus, İslâm dininin insanları öz yaratılışlarının
gerektirdiği hükme uygun davranmaya yöneltme bağlamında ve
yine toplumsal hayatın ancak onun uygulanışıyla düzene girdiği
zulmün, sömürünün ve emek istismarının ortadan kaldırılmasının
bağlı olduğu sosyal adaletin korunması bağlamında getirmiş olduğu
yüce öğretilerden ve temel ilkelerden biridir. Kur'ân-ı Kerim,
bu gereği açık bir dille vurgulamış ve Hz. Peygamber (s.a.a) de bunun
kusursuz uygulayıcısı olmuştur. Konu Kur'ân eksenli olmasay-
280 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
dı, Peygamberimizin (ona en üstün salat ve selam olsun) hayatında
yaşanan olayların bir kısmını örnek olarak sunacaktık.
Okuyucuların siyer kitaplarına ve Peygamberimizin (s.a.a) hayatına
ilişkin eserlere müracaat etmesini salık veririz.
Antlaşmalara bağlılık hususunda İslâm'ın fiilî uygulaması ile
uygar ya da geri kalmış ulusların uygulamalarını karşılaştırır, özellikle
her gün tanık olduğumuz ve duyduğumuz güçlü uluslarla zayıf
uluslar arasında gerçekleştirilen antlaşmaları, kurulan ilişkileri,
güçlü ulusların kendi lehlerine, devletlerinin çıkarına uygun olanları
korumada gösterdikleri duyarlılığı, buna karşın çıkarlarına uygun
olmayan antlaşmaları da sudan bahanelerle tek taraflı olarak feshettiklerini
göz önünde bulundurursak, bu iki uygulamanın hakkı
gözetme, hakkın hizmetinde olma açısından taşıdıkları farkı iyice
anlarız.
İslâm'a bu, sözde uygar uluslara da o tavır yakışır. Çünkü ortada
iki mantık vardır. Mantıklardan biri diyor ki: "Her ne şekilde olursa
olsun, hakkı gözetmek gerekir. Hakkın gözetilmesi toplumun
yararınadır." Diğer mantık ise diyor ki: "Hangi yöntemle olursa olsun,
hakkın zedelenmesi pahasına bile olsa, ulusun çıkarlarını gözetmek
gerekir." Bunların ilki dinin [İslâm'ın] mantığıdır. Ikincisi
ise, diktatörlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm gibi ilkel veya
uygar toplumsal ideolojilerin mantığıdır.
Şunu da biliyoruz ki, İslâm bu kararlılığı salt kavramsal olarak
ahit sayılan muameleler için göstermez. Bilâkis bu hükmünü herhangi
bir şeye dayanak oluşturan her olguyu kapsayacak şekilde
genelleştirir ve gözetilmesini tavsiye eder. Bu konunun devamı sayılabilecek
bazı açıklamaları, inşallah konunun akışı içinde sunacağız.
"İhramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar
dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." Ayetin
orijinalinde geçen "uhillet" fiilinin mas-tarı olan "el-ihlâl", bir
şeyi helâl kılma, mubah ve serbest bırakma demektir. Ayetin oriji-
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 281
nalinde geçen "behîme" kelimesi de, Mecma-ul Beyan tefsirinde
belirtildiği gibi, karada ve denizde yaşayan bütün dört ayaklı hayvanlar
için kullanılan bir isimdir. Buna göre "behîme" kelimesinin
"en'âm" kelimesine izafe edilişi, bir türün kendi cinsinden gruplara
izafe edilişine benzer. [Yani izafe, "min" edatı anlamına gelir.]
"Nev'ul insan=insan türü" ve "cins-ul hayvan=hayvan cinsi" deyişimiz
gibi. Bir görüşe göre, "behîme" dört ayaklı hayvanın cenini için
kullanılan bir kelimedir. Bu durumda [özgü olmayı ifade eden]
"lam" anlamında bir izafe söz konusudur [yani, sadece dört ayaklı
hayvanların cenini helâl kılınmıştır].
Her hâlükârda, "...hayvanlar size helâl kılındı." ifadesiyle sekiz
çift hayvan türünün, yani etlerinin yenmesinin helâl kılındığı kastediliyor.
"Size haram oldukları okunacaklar dışında" ifadesiyle
de üçüncü ayetin, yani "Size şunlar haram kılındı: Leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına bogazlanan..." ifadesinin içeriğine
işaret ediliyor.
"Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere..." ifadesi, "size helâl
kılındı." cümlesindeki ikinci çoğul şahıs zamirinden hâl konumundadır.
Bundan çıkan sonuç; helâl olduğu belirtilen bu hayvanların,
ihramlıyken avlanmalarının haram olduğudur. Geyik, yabanî sığır
ve yaban eşeği gibi. Bazılarına göre, bu ifade "baglı kalın..." sözünden,
diğer bazılarına göre de, "size okunacak..." ifadesindeki
ikinci çoğul şahıstan hâldır. Ayetin orijinalinde geçen "sayd" kelimesi
mef'ul anlamında ["avlanmış" anlamında] mastardır. "Hurum"
kelimesi "haram"ın çoğuludur ve ism-i fail, yani "ihramlı" anlamına
gelir.
"Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine [hac ibadetlerine], ne haram
aya, ne kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve
rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere saygısızlık etmeyin." Hitap
yeniden müminlere yöneltiliyor ve yüce Allah'ın
dokunulmazlığını belirttiği şiarlara ve hususlara azami özenin gösterilmesi,
en üst düzeyde saygının sunulması isteniyor.
İfadede geçen "la tuhillû=saygısızlık etmeyin" fiilinin mastarı
282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
olan "ihlâl" sözcüğü, "mubah sayma" anlamına gelir. Bu ise, olduğu
makamı ve saygın konumu dikkate almamayı gerektirir. Bu anlam,
ifadenin izafe edildiği cümle ile birlikte değerlendirilmesi hâlinde
belirginlik kazanır. Şu hâlde Allah'ın şiarlarını mubah saymak;
onlara saygı göstermemek, onları terk etmek demektir. Haram
ayı mubah saymaksa, dokunulmazlığına riayet etmemek ve
onda savaşmak... anlamına gelir.
"Şeâir" sözcüğü "şeîre"nin çoğuludur ve işaret, alamet anlamına
gelir. Bununla Hacca özgü sembol ve ibadetlerin kastedildiği
söylenebilir. Haram aydan maksat ise, yüce Allah'ın, Kamerî yılından
saygın kıldığı belirli aylardır. Onlar şu aylardır: Muharrem, recep,
zilkade ve zilhicce. "el-Hedyu" hacda kurban edilmek üzere
götürülen koyun, sığır ve deve demektir. "el-Kalâid" sözcüğü
"kalade"nin çoğuludur. Bununla kurbanlık hayvanın boynuna takılan
nal vb. gerdanlıklar kastedilmiştir ki, bu hayvanın hac için gönderilen
bir kurban olduğu bilinsin ve ona zarar verilmesin.
Ayette geçen "âmmîne" kelimesi, "âmm" kelimesinin çoğuludur.
Bu da "emme / yeummu=yöneldi, kastetti" fiilinin ism-i failidir.
Bu-nunla, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye yönelenler kastediliyor.
"lütuf ve rızasını arayarak..." ifadesi, "yönelenler"den hâldir.
Lütuftan maksat ise, mal veya malî kazançtır. Nitekim şu ayette,
kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Bunun üzerine, kendilerine
hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimet ve keremiyle geri
döndüler." (Âl-i Imrân, 174) [Bu ayette mealini "kerem" olarak aldığımız
"fazl"dan maksat, mal veya malî kazançtır.] Buna benzer
başka ayetler de vardır. Veya ahiret sevabı kastedilmiştir. Hem
dünyevî malı, hem de uhrevî ecri kapsaması da mümkündür.
Ayette geçen "şeâir" ve "kalâid" gibi kelimeler hakkında değişik
yorumlar ileri sürülmüştür. Ancak bizim yaptığımız açıklama,
ayetin akışına daha uygundur. Dolayısıyla değişik yorumların ayrıntılarına
dalmanın bir faydası yoktur.
Dostları ilə paylaş: |