Mâide Sûresi 41-50 ........................................................ 579
ilişkin bir ayrıntı olması da mümkündür. Çünkü bu, bir anlamda kitabı
koruma hususunda söz alma hükmündedir. Yani, kitabı koruma
hususunda onlardan söz aldık ve onları buna şahit tuttuk ki,
onu değiştirme-sinler, onun hükmünü açıklamak hususunda benden
başkasından kork-masınlar ve ayetlerimi az bir paraya satmasınlar.
Nitekim yüce Allah, başka ayetlerde şöyle buyurmuştur: "Allah
kendilerine kitap verilenlerden 'Onu insanlara mutlaka
açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diye söz almıştı. Onlar
ise, bunu arkalarına atıp terk ettiler; onun karşılıgında az bir
menfaat aldılar." (Âl-i Imrân, 187) "Onların ardından, yerlerine geçip
kitaba varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar şu alçak
dünyanın menfaatini alıyorlar ve 'Biz nasıl olsa bagışlanacagız'
diyorlar. Kendilerine benzer bir menfaat daha gelse onu da
alırlar. Peki, Allah hakkında, gerçek-ten başkasını söylememeleri
hususunda kendilerinden kitap mİsakı alınmamış mıydı?! Ve
onun içindekini okuyup ögrenmediler mi?! A-hiret yurdu
korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz? Onlar ki
kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar, elbette biz, iyili-ge
çalışanların ecrini zayi etmeyiz." (A'râf, 169-170)
Bu ikinci anlam, ayetin devamındaki "Kim Allah'ın indirdigiyle
hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." şeklindeki sert ve vurgulu
ifade-ye daha uygun ve daha yatkın görünmektedir.
"Onda onlara: Cana can... yaralara karşı kİsas yazdık." Ayetin akışı,
özellikle "yaralara karşı kİsas" ifadesi perspektifinden bakıldığında,
gösteriyor ki, maksat, adam öldürme, bir organı kesme ve yaralama
gibi suç türlerine ilişkin kİsas (ödeşme) hükmünü açıklamaktır.
"Cana can..." ifadesindeki ve diğer hususlarla ilişkili ifadelerdeki
karşılıklılık durumu, kİsas edilenle kendisi için kİsas edilen
arasında geçerlidir. Demek isteniyor ki, kİsas bazında canın dengi
yine bir candır, göz göze karşılıktır, burun buruna vs. Ifadenin orijinalindeki
"ba" harfi, mukabele anlamını içerir. "Bi'tu haza bi-haza=
Şu malı şu fiyat karşılığında sattım." örneğinde olduğu gibi.
580 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Dolayısıyla bir ahenk içinde akıp giden cümlelerin anlamı şu
sonuca götürüyor bizi: Öldürülen bir cana karşılık bir can öldürülür,
oyulan bir göze karşılık bir göz oyulur, kesilen bir buruna karşılık
bir burun kesilir, koparılan bir kulağa karşılık bir kulak koparılır,
sökülen bir dişe karşılık bir diş sökülür. Ve yaralamaların karşılığı
da yaralamadır. Kİsacası insanın canı ve bedeninin tüm organları
bazında kİsas, onların karşılıklarına uygulanır.
"Cana can..." ifadesi için -ayrıca diğer cümleler için de- 'Cana
karşılık bir can kİsas edilir veya öldürülür' şeklinde bir takdirî açılım
öngörenlerin maksadı da bu olsa gerektir. Yoksa böylesi bir
takdirî açılıma hiç gerek yoktur. Cümleler dil açısından tamdır ve
cümle içindeki zarf, takdirî açılıma gerek duymayan zarf-ı lağv
türündendir.
Tefsirini sunduğumuz şu ayet, şöyle bir imada da bulunmuyor
değildir: Burada zikredilen hüküm, onların başlarına gelen olay için
Peygamberden (s.a.a) bekledikleri ve önceki ayetlerde de işaret
edilen hüküm değildi. Çünkü ayetlerin akışı, "Gerçekten Tevrat-
'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." ifadesiyle yenileniyor.
Bundan sonraki rivayetler bölümünde değineceğimiz gibi, bu
hüküm bugün Israiloğullarının elinde bulunan Tevrat'ta da mevcuttur.
"Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur." Öldürülenin yasal
velisi olup kİsas hakkına sahip kişi veya saldırıya uğrayıp yaralanan
kimse suçluyu bağışlar, kİsas uygulamasından vazgeçerse,
yani affederse bu, bağışlayan kişinin günahlarının keffareti veya
suçlunun işlediği suçun keffareti olur. Konunun akışından
anlıyoruz ki, ayette kastedilen anlam şudur: Şayet kİsas hakkına
sahip olan kişi bağışlarsa, bu onun için keffaret olur. Eğer
bağışlamazsa, hükmetme yetkisine sahip olan kişi, Allah'ın indirdiği
kİsas hükmünü uygulamalıdır. Buna rağmen kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, zalimlerden olur.
Buradan hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: "ve men lem
Mâide Sûresi 41-50 ........................................................ 581
yahkum =kim hükmetmezse" ifadesinin başındaki "vav" harfi,
"men tesaddaka =kim bağışlarsa" ifadesine yönelik bir atıf işlevini
görüyor. Yeni bir cümleye başlanıldığını bildirmiyor. Nitekim
"men tesaddaka=kim bağışlarsa" ifadesinin başındaki "fa" harfi
de ayrıntılandırma amacına yö-neliktir. Mücmel anlatımdan sonra,
ayrıntılı açıklamaya geçiş yani. Kİsas ayetini de buna örnek gösterebiliriz:
"Ama öldüren kimse, kardeşi tarafından affedilirse, o
zaman örfe göre uygun olanı yapması ve güzelce (diyeti) ödemesi
gerekir." (Bakara, 178)
İkincisi: "Kim... hükmetmezse" ifadesi, nedenin sonucun yerine
konulmasının tipik bir örneğidir. Bu durumda takdirî açılımı
şöyle olur: Eğer bağışlamazsa, o zaman Allah'ın indirdiğine göre
hükmetsin. Çünkü Allah'ın indirdiğine göre hükmetmeyenler zalimlerdir.
"Onların izleri üzerine arkalarından, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı
olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik." Ayetin orijinalinde geçen
"kaffeyna" fiilinin mastarı olan "et-takfiye" kelimesi, bir şeyi başka
bir şeyin ardına koymak anlamına gelir ve "kafâ=başın ense kısmı
kelimesinden türemiştir. "el-Asâr" ise "eser"in çoğuludur. Bu da bir
şeyin varlığına delâlet etme niteliğine sahip ve ondan kaynaklanan
etkinlikler anlamına gelir. Daha çok yürüyen kimsenin geride
bıraktığı ayak izi anlamında kullanılır. "Onların izleri üzerines" ifadesindeki
zamir, peygamberlere dönüktür.
"Onların izleri üzerine arkalarından... Meryem oglu İsa'yı gönderdik."
ifadesi kinayeli istiare sanatına bir örnektir. Bununla demek
isteniyor ki: Hz. İsa (a.s) kendisinden önceki peygamberlerin
izlediği yolu izlemiştir. Bu, insanları tevhide ve Allah'a teslim olmaya
davet etme yoludur.
"Önündeki Tevrat'ı dogrulayıcı" ifadesi, "Onların izleri üzerine
arkalarından..." ifadesini açıklamakta ve İsa'nın davetinin Musa'-
nın davetinin aynısı olduğunu, temelde aralarında herhangi bir
fark bulunmadığını göstermektedir.
"...Ona, içinde yol gösterme ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğ-
582 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rulayıcı... olarak Incil'i verdik." Ayetlerin akışı, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'-
nın ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatlarının durumlarını açıklaması
ve onların kitapları hakkında inmiş olması bakımından, bunların
birbirleriyle uyumlu olduklarını göstermektedir.
Bundan sırasıyla şu sonuçlar çıkar:
Birincisi: Ayette sözü edilen ve müjde anlamına gelen- Incil,
Hz. İsa'ya (a.s) inen bir kitaptı, kitap dışında sırf bir müjde değildi.
Ne var ki yüce Allah, Tevrat ve Kur'ân hakkında ayrıntılı bilgi verdiği
gibi onun inişi hakkında ayrıntılı bilgi vermemiştir. Ulu Allah Tevrat'la
ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Allah buyurdu ki: 'Ey Musa,
ben, üzerine bıraktıgım görevlerle ve sözlerimle seni insanların
başına seçtim; artık sana verdigimi al ve şükredenlerden ol!' Ona
levhalarda her şeyden bir ögüt ve her şeyin bir açıklamasını
yazdık." (A'râf, 145) "...Musa levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden
korkanlar için yol gös-terme ve rahmet vardır." (A'râf, 154)
Kur'ân'la ilgili olarak da şöyle buyuruyor: "Onu Ruh-ul Emin indirdi,
senin kalbine, uyarıcılardan olman için, apaçık Arapça bir
dil-le." (Şuarâ, 195), "O, degerli bir elçinin sözüdür. Güçlüdür o elçi
arşın sahibi Allah katında yücedir. Orada kendisine itaat edilen,
güvenilendir." (Tekvîr, 21), "...sahifeler içindedir, deger verilen, saygı
ile yükseltilen, tertemiz sahifeler. Degerli, iyi yazıcıların ellerinde."
(Abese, 13-16)
Buna karşın yüce Allah, Incil'in inişi hakkında ayrıntılı bilgi vermemiş,
ayrıntılardan söz etmemiştir. Şu kadarı var ki, önceki
ayette Tevrat'ın Hz. Musa'ya (a.s) inişinden ve Kur'ân'ın Hz. Muhammed'e
(s.a.a) inişinden söz edildiği bir atmosferde, onun da
İsa'ya inişinden söz edilmesi, onun da sözü edilen iki kitap türünden
bir kitap olduğunu göstermektedir.
İkincisi: Aynı şekilde Tevrat'ın niteliğinden söz edilirken, "Gerçekten
Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." şeklinde
bir ifadenin kullanılmasının ardından, yüce Allah'ın Incil'i nitelerken,
"içinde yol gösterme ve nur bulunan" buyurması ile
kitabın içerdiği bilgi ve hükümleri kastetmiştir. Ancak yüce Allah,
Mâide Sûresi 41-50 ....................................................... 583
aynı ayette, ikinci kez "korunanlar için yol gösterici ve ögüt olarak"
buyurması gösteriyor ki, önceki yol gösterme, öğüt ifadesiyle
açıklanan "yol gösterme"den farklıdır. Dolayısıyla daha önce işaret
edilen "yol gösterme", inanç bazında doğru yola ulaşmayı sağlayan
bilgi türündendir. Dinde takvalı olmaya ulaştıran, günahlardan
korunmayı sağlayan bilgilerin yol göstericiliği ise, ikinci sözü edilen
'yol gösterme'nin kapsamı dâhilindedir.
Buna göre, "Nur" ifadesinin somut karşılığı olarak sadece
hükümler ve şer'î yasalar kalıyor. Ayetin üzerinde biraz düşünüldüğünde,
bunun böyle olduğu görülecektir. Çünkü hükümler ve şer'î
yasalar aydınlatıcı olgulardır. Onların ışığında ve aydınlığında hayat
yolunda ilerleme sağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse..." (En'âm, 122)
Böylece anlaşılıyor ki: Tevrat'ın niteliği bazında kullanılan "yol
gösterme" (hidayet) ile Incil'in niteliği bazında kullanılan ilk "yol
gösterme"den maksat tevhid ve ahiret inancı gibi itikadî bilgilerdir.
Yine her ikisi hakkında kullanılan "nur"dan maksat da, şer'î yasalar
ve hükümlerdir. Ikinci kez, Incil'in niteliği olarak geçen "yol gösterme"
ise, öğütler ve nasihatlar anlamında kullanılmıştır. Yine de
Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Bununla, "yol gösterme" kavramının ayette tekrarlanmasının
nedeni de anlaşılıyor. Buna göre, ikinci kez işaret edilen "yol gösterme",
birincisinden farklıdır. Dolayısıyla "öğüt" ifadesi de, açıklama
nitelikli atıf konumundadır.
Üçüncüsü: İncil'in ikinci kez nitelendirilmesi bazında
"önündeki Tevrat'ı dogrulayıcı" denilmesi, te'kit veya başka bir
amaca yönelik bir tekrar olarak algılanmamalıdır. Bilâkis, bu ifadenin
maksadı, Incil'in Tevrat'ın içerdiği şeriata tâbi olduğunu vurgulamaktır.
Çünkü Incil'de Tevrat'ın içerdiği şeriatı onaylayıcı, insanları
Tevrat'a uymaya davet edici ifadelerin dışında bir amaç
güdülmüyor. Hz. İsa'nın istisna ettiği bazı hususlar başka. Kur'ân-ı
Kerim bunu da şöyle dile getiriyor: "Size haram kılınan bazı şeyle-
584 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ri de size helâl yapayım diye." (Âl-i Imrân, 50)
Bunun kanıtı da, Kur'ân'ı incelemeye dönük bir sonraki ayetin
içeriğidir: "Sana da kendinden önceki kitapları dogrulayıcı ve
onlara egemen olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik."
"Korunanlar için yol gösterici ve öğüt olarak..." Daha önce bu ifadeyle
neyin anlatılmak istendiğini açıkladık. Bu ayet gösteriyor ki,
Hz. İsa'ya inen İncil'de, Tevrat'ın kapsadığı inançlarla ilgili bilgilerin
ve pratik hükümlerin yanı sıra, dinî takvaya, dinin yasaklarından
sakınıp korunmaya özel bir itina gösterilmiştir. Her ne kadar
bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ı Kur'ân tümüyle
onaylamıyorsa da, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'ya mal edilen
dört Incil de Kur'ân'ın İsa'ya indiğini söylediği Incil'den farklı ise de,
ancak bu halleriyle de bu anlamı doğrulamaktadır. Inşallah ileride
bu konuya detaylı bir şekilde değineceğiz.
"İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler." Hz. İsa'ya
indirilen Incil'de neshedildiği belirtilen kimi hükümlerin dışında,
Incil'de Tevrat'ın içerdiği şeriatın tümüyle onaylandığı bildirilmişti.
Incil Tevrat'ın içerdiği şeriatı onayladığına ve onda haram olan bazı
şeyleri helâl yaptığına göre, Incil'in helâl kıldığı bazı şeylerin dışında,
Tevrat'ın içeriğine göre amel etmenin, Allah'ın Incil'de indirdiği
şeylerle amel etmek anlamına geleceği açıktır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, bazı tefsir bilginlerinin, ayetin,
Incil'in Tevrat gibi ayrıntılı bir şeriat içerdiğini ifade ettiği yönündeki
çıkarsamaları zayıftır.
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fasıklar (yoldan
çıkmışlar)dır." Bu ifade, "hükmetsinler" ifadesinin içerdiği emri pekiştirmeye
yöneliktir. Yüce Allah, bu ifadeyi pekiştirme amacına
yönelik olarak üç kez tekrarlamıştır. Iki kez Yahudilerle, bir kez de
Hıristiyanlarla ilgili olarak ve küçük farklılıklarla, "Kim Al-lah'ın indirdigi
ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.", "...işte onlar zalimlerdir.",
"...işte onlar fasıklardır." buyurmuştur. Böylece onların
kâfirlikleri, zalimlikleri ve fasıklıkları hükme bağlanıyor.
Konu Hıristiyanlarla ilgiliyken "fasıklık, yoldan çıkmışlık"tan,
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 585
Yahudilerle ilgiliyken "kâfirlik"ten ve "zalimlik"ten söz edilmesi,
şundan olsa gerektir: Hıristiyanlar tevhidi (Allah'ın birliği ilkesini)
teslis (üçlü tanrı motifi) ile değiştirdiler. Tevrat'ın hükümlerini ellerinin
tersiyle iterek, Pavlos'un direktifleri doğrultusunda Hz. İsa'nın
(a.s) dinini, Hz. Musa'nın (a.s) dininden ayrı, bağımsız bir din hâline
getirdiler. İsa'nın kendini feda etmesi efsanesini uydurarak dinî
hükümleri ortadan kaldırdılar. Böylece Hıristiyanlar, tevillerle tevhitten
ve tevhid esaslı şeriattan uzaklaştılar. Allah'ın hak dininden
çıktılar. Bilindiği gibi fısk, bir şeyin yerleşik bulunduğu yerden çıkması
demektir. Hurma çekirdeğinin kabuğunun içinden çıkması
gibi.
Yahudilere gelince, onlar sahip oldukları Hz. Musa'nın (a.s) dini
hususunda bir kuşkuya, bir yanılgıya düşmediler. Yalnızca bildikleri
öğretileri ve hükümleri reddettiler. Bu ise, Allah'ın ayetlerini
inkâr etmek, onlara haksızlık etmek demektir.
"Kim Allah'ın indirdigi ile hükmetmezse işte onlar
kâfirlerdir.", "...işte onlar zalimlerdir.", "...işte onlar fasıklardır."
ayetleri mutlaktır. Dolayısıyla buradaki muhatapları Ehlikitap olmakla
birlikte belli bir topluluğa özgü kılınamazlar.
Tefsir bilginleri, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kimsenin
küfrünün anlamı hakkında: Allah'ın indirdiğinden başkasıyla yargılayan
yargıç, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden hâkim ve
sünnetin dışında bir gelenek uyduran bidatçi gibi, değişik görüşler
ileri sürmüşlerdir. Bu konu, fıkhî bir meseledir. Bize göre bu konudaki
doğru görüş de şudur: Sabit olduğunu bilerek şer'î bir hükme
veya dinin herhan-gi bir ilkesine karşı çıkıp onu reddetmek küfrü
gerektirir. Sabit olduğunu bilip reddetmeden karşı çıkmak fıskı gerektirir.
Sabit olduğunu bilmeden reddetmekse küfrü veya fıskı
gerektirmez. Çünkü bu bir kusurdur ve böyle bir kimse mazur sayılır.
Ancak bu kusurda kişinin ön ihmalinin olması başka. Daha ayrıntılı
bilgi için fıkıh kitaplarına bakmak gerekir.
"Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen
olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik." Ayetin orijinalinde geçen
586 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"müheymin" kelimesinin mastarı olan "heymene" kelimesi, bir şeyin
bir şeye egemen olması demektir. Bu ise, -kelime-nin anlam
kökünden anlaşıldığı kadarıyla- bir şeyin koruma, denetleme ve
üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunma açısından başka bir şey üzerinde
otorite sahibi olması anlamına gelir. Iþte Kur'ân'ın konumu
budur. Yüce Allah onu önceki semavî kitaplara karşın her şeyin
açıklaması olarak nitelendirir. Kur'ân kendisinden önceki semavî
kitapların içerdiği değişmez prensipleri korur, yürürlükten kaldırılması
gereken, değişime ve dönüşüme tâbi olma özelliğine sahip
olan ayrıntı nitelikli kuralları da nesheder. Böylece zamanın geçmesiyle
birlikte ilerleme ve olgunlaşma yolunda mesafe kaydeden
insanın durumuyla, uyum sağlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gerçekten bu Kur'ân en
dogru yola iletir." (Isrâ, 9), "Biz bir ayeti siler veya unutturursak,
ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz." (Bakara, 106), "Onlar
ki Tevrat ve Incil'de yanlarında yazılı olarak buldukları, o ümmi
peygambere uyarlar. O peygamber ki, kendilerine iyiligi emreder,
kendilerini kötülükten meneder, onlara güzel şeyleri helâl, çirkin
şeyleri haram kılar, üzerlerindeki agırlıkları, sırtlarındaki zincirleri
kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren,
ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte
felâha erenler onlardır." (A'râf, 157)
Buna göre tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "Onlara
egemen olarak" ifadesi, "kendinden önceki kitapları dogrulayıcı"
ifadesini bü-tünlemektedir. Bu, açıklama nitelikli bir bütünlemedir.
Öyle olmasaydı, Kur'ân'ın Tevrat ve Incil'i doğrulamasından, onun
adı geçen kitapların içerdiği yasaların ve hükümlerin tümünü, olduğu
gibi bırakmak suretiyle ve hiçbir değişikliğe uğratmaksızın
doğruladığı şeklinde bir anlam çıkarılabilirdi. Fakat Kur'ân'ın
"onlara egemen olarak" şeklinde nitelendirilmesi, onun söz konusu
iki kitabı doğrulamasının, onların Allah katından gelen gerçek
bilgiler ve şeriatlar olduklarını doğruladığı anlamında olduğunu açıklayıcı
niteliktedir. Dolayısıyla Allah, onlar hakkında dilediği ta-
Mâide Sûresi 41-50 ............................................................. 587
sarrufta bulunabilir, dilediğini yürürlükten kaldırır dilediğini olgunlaştırır.
Ayetin devamındaki şu ifade de buna yönelik bir işaret içermektedir:
"Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat
size ver-digi nimetler içinde sizi sınamak istedi."
Buna göre, "kendinden önceki kitapları dogrulayıcı" ifadesi,
söz konusu kitapların içerdiği bilgiler ve hükümler içinde bu ümmetin
durumuna uygun olanları onaylayıp yürürlükte kalmasını
sağlamak anlamına gelir. Dolayısıyla bu durumla, söz konusu kitapların
içerdiği bilgiler ve hükümlerin bir kısmını neshetmek, bir
kısmını olgunlaştırmak ve bir kısmına bir şeyler arttırmak arasında
bir çelişki yoktur. Nitekim Hz. İsa (a.s) ya da ona verilen kitap
olan Incil de, Tevrat'ın içerdiği bazı haramları helâl yapmasına
rağmen "Tevrat'ı doğrulayan" niteliğine sahiptir. Nitekim yüce Allah
bu hususta Hz. İsa'nın dilinden şöyle aktarmıştır: "Ben, benden
önce gelen Tevrat'ı dogrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı
şeyleri size helâl yapayım diye gönderildim." (Âl-i Imrân, 50)
"Şu hâlde insanlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen
gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma." Demek isteniyor ki:
Sana indirilen kitabın içerdiği şeriat hak olduğuna göre -ki o, kendisinden
önceki kitapların içeriğiyle örtüşen kısmıyla hak olduğu
gibi, onlara egemen olma özelliğine sahip olduğu için onların içeriğiyle
çelişen kısmıyla da haktır- sen -önceki ayetler-den
anlaşıldığı gibi- Ehlikitap arasında hükmederken veya -sonraki ayetlerden
anlaşıldığı gibi- insanlar arasında hükmederken, ancak
Allah'ın sana indirdikleriyle hükmedebilirsin, onların keyiflerine
uyup sa-na gelen haktan yüz çeviremezsin.
Bu nedenle, "Şu hâlde aralarında... hükmet." ifadesiyle,
Ehlikitap arasında hükmetmesi kadar, insanlar arasında hükmetmesi
de kastedil-miş olabilir. Ne var ki, ilk anlam, biraz uzak
bir ihtimal gibi görünmektedir. Çünkü bu anlam, şöyle bir takdirî
açılımı gerektirir: "Eğer hükmedersen, aralarında hükmet." Çünkü
yüce Allah, onu (s.a.a) Ehli-kitap arasında hüküm vermekle yü-
588 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
kümlü tutmamıştır. Tersine, hükmetmekle hükmetmekten kaçınmak
arasında serbest bırakmıştır: "Sana gelirlerse, ister aralarında
hüküm ver, ister onlardan yüz çevir."
Kaldı ki, yüce Allah, ayetlerin giriş kısmında Yahudilerle birlikte
münafıklardan da söz etmiştir. Dolayısıyla daha önce
Yahudilerden söz edildi diye, zamiri özellikle onlara döndürmeyi
gerektirecek bir ne-den yoktur. Çünkü daha önce, onlarla birlikte
başkalarından da söz edilmiştir. Bu açıdan, ayetlerin akışının bulunduğu
noktayı da göz önünde bulundurarak, zamirin "insanlar"a
döndürülmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz.
Şu da anlaşılıyor ki, "sana gelen gerçekten" ifadesi, sapma ve
yüz çevirme anlamlarını da içkin "uyma" ifadesiyle ilintilidir.
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik." Ragıp el-Isfahanî
"el-Müfredat" adlı eserinde şu açıklamada bulunur: "şŞer'u,
açık ve seçik olan yolda yürümek demektir. 'Şera'tu lehu
tari-ken' denildiği zaman, 'Onun için yürümeye elverişli açık bir yol
açtım.' anlamını ifade eder. 'eş-Şer'u' mastardır. Daha sonra
'izlenen yol' anlamında kullanılmıştır. Bunun 'şir'un', 'şer'un' ve
'şerîatun' şeklinde türev-leri vardır. Daha sonra 'ilâhî yol' anlamında
kullanılır olmuştur. Nitekim yüce Allah buyurmuştur: ...bir şeriat
ve bir yol..."
Ragıp, bazı açıklamalardan sonra şuna da yer vermiştir:
"Bazılarına göre, ilâhî yola 'şeriat' denilmesinin nedeni, 'şeriat-ul
mâ=suya giden yol'a benzetilmiş olmasıdır." (el-Mufredat'tan alınan
alıntı sona erdi.)
Büyük bir ihtimalle, şeriatın ikinci anlamı, ilk anlamından alınmış-
tır. Yani, gidip gelenin çokluğu nedeniyle açık ve belirgin
hale geldiği için suya giden yola da 'şeriat' denilmiştir. Ragıp devamla
der ki: "en-Nehc de açık yol anlamına gelir. 'Nehece'l-emru'
ve 'enhece' 'açık oldu' demektir. 'Menhec' ve 'minhac' da aynı anlamı
ifade eder."
Dostları ilə paylaş: |