El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi


El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə45/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48

640 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lıdırlar. Onlar açıktan mümin olduklarını söyler, buna karşın içlerinde



salt küfrü gizlerler. Bunu yaparken de amaçları dünyevî çıkarlarını

korumaktır. Dış görünümleriyle müminlerden, iç dünyalarıyla

da kâfirlerden ya-rarlanmaya çalışırlar.

 

Evet, Kur'ân-ı Kerim'de, kalplerinde hastalık bulunanlar için de



"münafıklar" niteliğinin kullanıldığını görüyoruz. Bu, onların iç dünyalarının

da tıpkı münafıklar gibi iman letafetinden yoksun olduğunu

vurgulamaya dönük bir analizdir. Bu ise, içinde iman bulunmadığı

hâlde mümin gibi görünenlere ilişkin olarak kullanılan

"kalplerinde hastalık bulunanlar" niteliğinden ayrıdır. Aşağıdaki

ayeti buna örnek gösterebiliriz: "Münafıklara, kendileri için acı bir



azap oldugunu müjdele! Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost

edinirler. Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar?

Dogrusu izzet bütünüyle Allah'ındır. O, kitapta size şöyle indirmiştir

ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini yahut alaya alındıgını işittiginizde,

bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle bir

arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Dogrusu Allah,

münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır."

(Nisâ, 138-140)

Bakara suresinde yer alan, "İnsanlardan öyleleri vardır ki,

inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler...

Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı...

Onlara, 'İnsanların inandıkları gibi siz de inanın.' dense, o

beyinsizlerin inandıkları gibi inanır mıyız? derler..." (Bakara, 8-20)

ayetlere gelince; burada, onların kalplerinin haktan şüphe ederek

sonunda hakkı inkâra kadar vardığı anlatılıyor. Bunlar, başlangıçta

kalplerinde hastalık bulunan kimselerdi. Çünkü henüz tam olarak

inanmadıkları hâlde, yalan söyleyerek iman ettiklerini ileri sürmüşlerdi.

Oysa başlangıçta kuşku içindeydiler. Allah da hastalıklarını

artırdı. Böylece hakkı inkâr etmelerinden ve alaya almalarından

dolayı helâk olup gittiler.

Yüce Allah, kalp hastalığının fiziki bir hastalık gibi arttığından

ve hatta süreğenleşerek kişiyi helâke sürüklediğinden söz ediyor.

 

Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 641

 

Bunun nedeni de, hastalığı esnasında, hasta olan insanın doğasını



bozacak günahlarla hastalığa sürekli katkıda bulunmasıdır. Bu

hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinde hastalık



vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Yüce Allah

bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ne zaman bir sure indirilse...



Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince bu, onların

pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler. Kendilerinin

her yıl bir iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tövbe

etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe, 124-126) Bir diğer yerde -genel bir

açıklama niteliğinde- şöyle buyuruyor: "Sonra kötülük edenlerin



sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla

alay ediyorlardı." (Rûm, 10)

 

Daha sonra yüce Allah, kendisine yönelik imanın, bu hastalığın



tedavisi olduğunu açıklıyor ve -genel bir duyuru olarak- şöyle buyuru-

yor: "Imanlarından dolayı Rableri onları hidayete erdirir." (Yûnus,

9) Konuyla ilgili olarak bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

"Güzel söz O'na çıkar, iyi amel de onu yükseltir." (Fâtır, 10) Şu hâlde,

kalbinde hastalık bulunan kimse, eğer bu hastalıktan kurtulmak

istiyorsa, Allah'a tövbe etsin ki bu, O'na iman etmek demektir.

Salih düşüncelerle ve salih amellerle düşünüp öğüt almaya çalışsın.

Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayetlerin birinde bu husus

vurgulanmıştır: "Yine de tövbe etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe,

126)

Bu konuyla ilgili en kapsamlı açıklamayı ise, şu ayet içermektedir:



"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.

Alla-h'a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Şüphe yok ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar. Artık

onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tövbe edenler, durumlarını

düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf

Allah için yapanlar başka. İşte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler;

Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir."

(Nisâ, 144-146) Daha önce, ayetlerde sözü edilen Allah'a

dönmekten maksadın, O'na inanmak, bu iman üzere dosdoğru ha-

 

642 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

reket etmek, kitap ve sünnet doğrultusunda hareket etmek ve



ihlâs yani tevhit inancına hiçbir şirk şaibesini karıştırmamak olduğunu

belirtmiştik.

 

"Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." [Ayetin orijinalinde



geçen "yertedde" kelimesinin mazi fiili "irtedde"dir.] "Irted-de an

dinihi" ise dininden döndü, anlamına gelir. Dindarların literatüründe

"irtidat" kelimesi, imandan küfre dönmeyi ifade eder. Bu imanından

önce küfrün olması ile olmaması arasında, bu nitelikle anılma

açısından herhangi bir fark yoktur. Bir kâfirin inanması, ardından

tekrar küfre dönmesi gibi.

 

Önceden kâfirken Müslüman olan, ardından tekrar küfre dönen



insanın irtidadı, "Millî irtidat"; Müslüman bir aileden dünyaya

geldiği için önceden küfre sapması söz konusu olmayan bir kimsenin

dinden dönüşü de "Fıtrî irtidat" olarak isimlendirilir. [Bu anlamlar,

bu kelimenin asıl anlamları durumuna gelmişlerdir. Mecazî

bir kullanım söz konusu değildir. Ancak bu kullanım, ya İslâm'ın

getirdiği bir olgudur -ha-kikat-ı şer'iye- veyahut Müslümanlar arasında

yaygınlaşan bir kullanımdır -hakikat-ı müteşerria-.]

 

Ayette geçen "irtidat" kelimesi ile, dindarların literatüründe



dinden dönme anlamına gelen irtidadın kastedildiği şeklinde bir

düşünce zihinlerde uyanabilir. Bu takdirde, ayetin öncesiyle bir

bağlantısı olmaz. Yani, bağımsız bir ayet gibi algılanır. Buna göre,

yüce Allah ayette mü-minlerden bir grubun imanına ihtiyacının olmadığını,

nasıl olsa bir baş-ka grubun imanın yükümlülüklerini yerine

getireceğini anlatmaktadır.

 

Ancak bu ayet ve bundan önceki diğer ayetler üzerinde



düşündüğümüz zaman, bu ihtimalin geçersiz olduğunu görürüz.

Çünkü ayet bu anlatımıyla, müminlere yüce Allah'ın, kendi arzında

insanları kendisine taptırma gücüne sahip olduğunu vurgulama

amacına yöneliktir. De-mek isteniyor ki, ileride Allah, öyle

topluluklar ortaya çıkaracaktır ki bunlar, Allah'ın dininden dönmek

şöyle dursun, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Şu ayetleri de bu açıdan ele

alabiliriz: "Şimdi şunlar, bunları in-kâr ederse, bilsinler ki, bunları

inkâr etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm,

 

Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 643

 

etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm, 89)

"Kim de küfre saparsa, şüphesiz Allah âlemlerden müstagnidir."

(Âl-i Imrân, 97) "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep inkâr etseniz, iyi



bilin ki, Allah zengindir, övülmüştür." (Ibrâhim, 8)

Bu aşamada, asıl amacın ötesinde fazladan bir açıklama

yapma gereği duyulmaz. Ayetin asıl maksadı, Allah'ın dininden

dönmeyen mümin bir kavmin getirileceğinin haber verilmesidir.

Onların Allah'ı, Allah'ın da onları sevdiği, onların müminlere karşı

alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu oluşları gibi ayette işaret edilen

niteliklerine gelince; bunlar asıl amaca ilişkin ek olgulardır ve

söz konusu edilmelerini gerektirecek bir durum ve ortamın gerçekleşmesi

zorunludur.

 

Diğer bir açıdan baktığımızda, ayette işaret edilen niteliklerin,



önceki ayette sözü edilen Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme durumuyla

irtibatlı olduklarını görürüz. Çünkü onların Yahudi ve Hıristiyanları

dost edinmiş olmaları, kalben sevgi ve sempatiyle onlara

ilgi duymalarından kaynaklanan bir sonuçtur. Bu nitelikteki bir

kalbin Allah sevgisini taşıması mümkün müdür? Yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah, bir insanın gögüs boşlugunda iki kalp yaratmadı."

(Ahzâb, 4)

 

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmenin kaçınılmaz bir sonucu



da müminlerin kâfirler karşısında ezilmeleri ve müminlere karşı

da tepeden bakan ekabir bir konumda olmalarıdır. Nitekim yüce

Allah, bu psikolojik sapmaya şu şekilde işaret etmiştir: "Onların

yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Dogrusu izzet bütünüyle

Allah'ındır." (Nisâ, 139)

 

Bu dostluğun bir gereği de, onlara karşı cihat etme yükümlülüğünü



ağırdan almadır, onlarla savaşmaktan kaçınmadır, onlarla

sosyal ilişkileri kesme hususunda kendilerine yöneltilen her türlü

kınamaya göğüs germemektir ve bu husustaki mahrumiyet ve zorluklara

katlanmaya yanaşmamaktır. Nitekim yüce Allah bu hususa

şöyle işaret etmiştir: "Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin

de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen

 

644 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

gerçegi inkâr ettikleri... hâlde, siz onlara sevgi iletiyorsunuz...

Benim yolumda cihat etmek ve benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan

çıktıgınız hâlde içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz?

(Mümtehine, 1)

Diğer bir ayette konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir

örnek vardır; onlar kavimlerine 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka

taptıklarınızdan uzagız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir

tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir

düşmanlık ve nefret belirmiştir.' demişlerdi." (Mümtehine, 4)

Aynı şekilde, sözlük anlamı açısından veya analitik olarak ele

alırsak, irtidat kelimesi, kâfirleri dost edinme durumunu da

kapsamına alır. Nitekim yüce Allah, önceki ayetlerin birinde şöyle

buyurmaktadır: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır."

(Mâide, 51) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Kim



böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." (Âl-i

Imrân, 28) Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Siz de onlar



gibi olursunuz." (Nisâ, 140)

 

Bu açıklamaların ışığında anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz



ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı vardır ve ayet Allah'ın dininin,

topluluklarına yavaş yavaş nifakın sızmasından ve topluluklarında

dünyalık çıkar karşılığında dini satmaya aldırış etmeyen, Allah'ın,

Elçisinin ve müminlerin yanında olan gerçek onura, dünya ve

ahiret hayatını kuşatan mutluluğa karşılık din düşmanlarının yanındaki

sahte ve geçici üstünlüğü, düzmece onuru tercih eden

kalpleri hasta insanlar bulunduğundan dolayı Allah'a karşı gelme,

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme uçurumuna düşeceklerinden

endişe duyulan bu adamlardan müstağni olduğunu, onlara ihtiyacının

olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.

 

Ayet, aslında bununla Kur'ân'ın gayba ilişkin bir öngörüsünü



de haber vermektedir. Buna göre, yüce Allah, dinin şu zayıf

imanlılardan görmüş olduğu iki yüzlülük ve çeşitli kılıklara bürünmesi,

Allah'tan başkasının sevgisini Allah'ın sevgisine tercih ediş-

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 645

 

leri, onuru Allah'ın düşmanlarının yanında aramaları, Allah yolunda



cihat yükümlülüğü karşısında ağırdan alıcı, ayak sürtücü bir tavır

takınmaları, bu konuda kınayanların kınamasından korkmaları

karşısında, ileride bir kavim getirecektir. Bunlar Allah'ı sevecek, Allah

da onları sevecektir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere

karşı onurlu olacaklardır. Allah yolunda cihat edecek ve kınayan

hiç kimsenin kınamasından korkmayacaklardır.

 

Tefsir bilginlerinin bir çoğusu, ayetin gaybî bir mesaj taşıdığını



fark etmelerine ve bu ayette işaret edilen niteliklerin hangi kavmin

durumuyla örtüştüğü hususunda uzun değerlendirmeler yapmalarına

karşın, ayetin lafızlarını açıklama hususunda alabildiğine

müsamahalı davranmışlardır. Dolayısıyla ayetin içerdiği niteliklere

gerekli açıklamalar getirememişlerdir. Sonuçta yüce Allah'ın sözünü

herhangi bir insanın sözü gibi ele alıp, insanların sözlerinde

olduğu gibi, O'nun ayetlerinde de örfte gösterilen müsamahaların

ve dikkatsizliklerin olabileceğini kabul eder bir tutum içinde olmuşlardır.

Gerçi Kur'ân belâgat açısından, uyduruk ve türedi bir yöntem

izlememiştir. Sözcüklerin kullanımında, cümlelerin yapımında ve

anlamlarına karşılık sözcükler bırakılması hususunda, yeni ve alışık

olunmayan bir metot geliştirmemiştir. Bu hususta, insanların

normal ko-nuşmalarında izlenilen yöntemi esas almıştır.

Ancak Kur'ân, başka bir açıdan insanların sözlerinden ayrı bir

özellik arz eder. Şöyle ki; bizler, belâgatçiler ve normal insanlar olarak

konuştuğumuz zaman, sözlerimizi aklımızda yer edinen anlamlara

dayalı olarak söyleriz. Bizim tarafımızdan algılanan anlamlar,

insanî- sosyal fıtratımız aracılığıyla oluşturduğumuz sosyal

hayatımızın bir kazanımı olan anlayışımız aracılığıyla zihnimizde

yer edinirler. Bu niteliklere sahip kavrama yeteneğimizin bir özelliği

de, algıladığı olgular arasında karşılaştırma yaparak bir yargıya

varmasıdır.

 

Bu aşamadan sonra, tolerans ve müsamaha kapıları açılır zihnimize.



Örneğin çoğu, tümün yerine kabul ederiz. Geneli, sürekli

 

646 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olan konumunda görürüz. Nispi olguları mutlak olgular gibi algılarız.



Her az bulunanı (nadir olanı), yok olanlar kategorisine sokarız.

Sıklıkla rastlanmayan her olguyu varolmayan şeyler kapsamına alırız.

Bizden biri çıkar, "Şu güzeldir veya çirkindir. Şu sevimlidir veya

sevimsizdir. Şu övülendir veya yerilendir. Şu yararlıdır veya zararlıdır.

Falan iyidir veya kötüdür." der. Bizler bu bağlamda, bir toplulukla

ilgili olarak mutlak bir nitelemeye gideriz. Oysa söz konusu

topluluk bazı durumlarda, bazı değerlendirmeler bağlamında, bazı

insanlara göre ve bazı olgular açısından bu niteliklere sahiptir, yani

mutlak olarak böyle bir durumu söz konusu değildir. Ne var ki,

niteliği dile getiren kişi, bazı karşı değerlendirmeleri yok saymıştır.

Bunu yaparken algılayışın da ve yargısı hususunda gösterdiği

müsamahaya dayanmıştır.

 

Bu, insanın objeler dünyasına ilişkin somut olgulara dayalı



algılarının durumudur. Algılama kapasitesinin sınırlı olmasından

dolayı, varlık âleminin onun kendisiyle ilintili yönlerinden farkında

olmadığı şeyler bir öncekine oranla daha fazladır. Buna göre, insanın

haber verdiği bütün şeyler, dış objelerle ilgili bütün konuşmaları

ve realiteyi bütünüyle kuşattığını, tüm bilinmezliklerini ortaya

çıkardığını düşün- düğü bütün hususlar, sübjektif değerlendirme

ve bazı yönlere karşı müsamahalı davranmanın ve bazı

yönleri de bilmemenin ürünüdür. Bir insanın bütün realiteyi kuşattığını

ve bir kimsenin konuşmasını buna göre kuşatıcı bir şekilde

değerlendirdiğini söylemesi ciddiyetle bağdaşmaz. Bu husus, üzerinde

iyice düşünmeye değer.

 

Sahip olduğu bilgiye dayalı olarak insanın söylediği sözlerin



durumu bundan ibarettir. Yüce Allah'ın sözlerine gelince, onları bu

tür bir kusurdan münezzeh saymamız bir zorunluluktur. Çünkü yüce

Allah, her şeyi bilgice kuşatmıştır. Nitekim yüce Allah, sözlerinin

özellikleriyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "O, elbette hak ile



batılı ayırt edici bir sözdür. O, şaka degildir." [Târık, 13-14]

İşte bu husus ve ayrıcalık, yüce Allah'ın zahirî itibariyle mutlak

olan ve ayrı ya da bitişik herhangi bir kayıtla sınırlandırılmayan

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 647

 

sözlerini mutlak olarak algılamamızın delillerinden birini oluşturur.



Yine aynı husus, yüce Allah'ın sözlerinde geçen niteliklerin nedenselliğe

işaret ettiğinin delillerinden biridir de. Söz gelimi yüce Allah,



"O onları sever..." diyorsa, bu demektir ki, herhangi bir şeyde

onlara buğz etmiyor. Aksi takdirde, bu genel ifadeye bir istisna getirirdi.

Yüce Allah, bir kavmin müminlere karşı yumuşak ve alçak

gönüllü olduklarını söylüyorsa, onların müminlik sıfatlarından, yani

Allah'a iman etmelerinden dolayı onlara alçak gönüllü oldukları ve

her durumda ve her takdirde alçak gönüllü olmaları gerekir. Aksi

takdirde, böyle bir ifade, hak ile batılı birbirinden ayırma özelliğine

sahip olamazdı.

 

Kuşkusuz, bazı anlamlar vardır ki bunlar, nispeti doğru kılacak



bir kuşatıcı husus söz konusu olduğunda, bunları hakketmeyen insanlara

da nispet edilirler. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi:



"Andolsun biz, Israilogullarına kitap, hüküm ve peygamberlik

verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onları âlemlere üstün

kıldık." (Câsiye, 16) "O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi."

(Hac, 78) "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet



oldunuz. Iyiligi emreder, kötülükten sakındırırsınız." (Âl-i Imrân,

110) "İnsanlara şahit olasınız, elçi de size şahit olsun." (Bakara,

143) "Elçi de, 'Ya Rabbi, kavmim bu Kur'ân'ı terk edilmiş bıraktılar.'

demiştir." (Furkan, 30)

 

Bunun gibi toplumsal niteliklerden söz eden birçok ayet vardır,



ki bunlarla nitelenme bağlamında bireylerle topluluklar arasında

herhangi bir fark yoktur. Bunun da toleransla, bazı yönlerin lehine

olmak üzere başka yönleri görmezlikten gelmekle ilgisi yoktur.

Tersine, burada hem parçanın, hem de bütünün nitelendirildiği nitelikler

söz konusudur. Hem birey, hem de toplum gerektirici bir

etkenden dolayı, bu şekilde nitelendirilirler. Tıpkı, değerli bir mücevheri

içeren bir toprağın içerdiği mücevherden dolayı avuçlanması

gibi. Hem toprak avuçlanmış, hem de mücevher avuçlanmış

olur; ama asıl hedef mücevherdir. Şimdi konumuza dönelim.

"Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." Yukarıda yap-

 

648 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tığımız açıklamaların ışığında meseleyi ele alacak olursak, dinden



dönüp irtidat etmekten maksadın, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek

olduğunu anlarız. Hitap özellikle müminlere yöneltilmiştir;

çünkü bundan önceki hitap da onlara yönelikti ve ayetlerin akışının

bu aşamasında verilmek istenen mesaj şudur: Allah'ın dininin,

Allah düşmanlarının dostluğuyla kirlenmiş bir imana ihtiyacı yoktur.

Nitekim yüce Allah, Allah düşmanlarını dost edinmeyi küfür ve

şirk olarak nitelendirmiştir: "Sizden kim onları veli yaparsa, o, onlardandır."

Çünkü yüce Allah, dininin velisi ve yardımcısıdır. O'nun

dininin yardımcısı olduğunun bir göstergesi, ileride, düşmanlarından

her türlü ilişkiyi kesen, O'nun dostlarını dost edinen, sadece

O'nun için seven bir topluluğu getirecek olmasıdır.

"Allah, yakında öyle bir toplum getirecek" Burada yüce Allah, söz

konusu toplumu getirmeyi doğrudan kendi zatına nispet ediyor.

Bununla dininin yardımcısı olduğu mesajını veriyor. Ki ayetin akışından

da bu husus algılanıyor. Demek isteniyor ki, bu dinin bir

yar-dımcısı var. O varken dine yardım için başkasına ihtiyaç yoktur.

Bu yardımcı, yüce Allah'tır.

 

Ayetin akışı, söz konusu kavim aracılığı ile dine yardım edileceğini



vurgulamaktır. Bu da, bazı kimselerin din düşmanlarını ulusal

yardımlaşma için dost edinmelerine karşılık olarak dile getiriliyor.

Ayrıca kavim sözcüğü kullanılıyor ve söz konusu kavmin nitelikleri

ve davranışları çoğul kipiyle ifade ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor

ki, geleceği vaat edilen kavim bir topluluk olacaktır, bir veya

iki kişiden ibaret olmayacaktır. Yüce Allah'ın her dönemde, Allah'ı

seven, Allah tarafından sevilen, müminlere karşı alçakgönüllü,

buna karşın kâfirlere karşı üstün ve onurlu, Allah yolunda cihat

eden ve bu hususta hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan

bir insan göndermesi gibi bir durum kastedilmiyor.

 

Söz konusu kavim, kendisi gelecek olduğu hâlde, getirilişleri



yüce Allah'a nispet edilmiş ve O'nun onları getireceği belirtilmiştir.

Bu, Allah'ın onları yaratacağı anlamında değildir. Çünkü Allah'tan

başka yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin

 

Mâide Sûresi 51-54 ...................................................... 649

 

yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Bilâkis bu ifade, yüce Allah'ın onları dine

yardım edecekleri bir konuma getireceği anlamını içermektedir.

Onlara kendisini sevmeleri ve kendisinin de onları sevmesi onurunu

bahşedecektir. Dostları karşısında alçak gönüllü, düşmanları

karşısında üstün ve onurlu olmalarını sağlayacaktır. Yolunda cihat

etmelerini ve her türlü kınamadan etkilenmemelerini mümkün kılacaktır.

Şu hâlde onların dine yardım etmeleri, aslında yüce Allah'ın

onlar aracılığıyla dine yardım etmesidir. Zamanın uzağı ile yakını

Allah açısından birdir. Bu, sadece bizim yetersiz görüşümüz açısından

bir farklılık arzeder.

 

"O onları sever, onlar da O'nu severler." Burada sevgi kelimesi, bir

nitelikle veya başka bir hususla kayıtlı olmaksızın, özle ilintili olarak

mutlak bir şekilde kullanılmıştır. Onların Allah'ı sevmelerinin

gereği, Rablerini, O'nun dışındaki her şeye ve mal, mevki, soy gibi

insanın bağlı olduğu her değere tercih etmeleridir. Bu demektir ki,

adı geçen kavim, Allah'ın düşmanlarından hiç kimseyi dost edinmezler.

Eğer dost edinirlerse, Allah'ın dostluğundan dolayı, O'nun

dostlarını dost edinirler.

 

Yüce Allah'ın onları sevmesinin gereği de, onların her türlü zulümden



arınmış olmaları, küfür, fısk gibi manevî kirlerden ya

masumiyet ya da tövbe sonucu olan mağfiret yoluyla temiz

olmalarıdır. Çünkü zulümler ve günahların tümü hiçbir şekilde yüce

Allah tarafından sevilmezler. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur:



"Şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." (Âl-i Imrân, 32) "Allah, zalim

olanları sevmez." (Âl-i Im-rân, 57) "O israf edenleri sevmez." (En'âm,

141) "Allah bozguncuları sev-mez." (Mâide, 64) "Allah haksız yere



saldıranları sevmez." (Bakara, 190) "O, büyüklük taslayanları

sevmez." (Nahl, 23) "Allah, hainleri sevmez." (Enfâl, 58) Bu hususla ilgili

olarak birçok ayet örnek gösterilebilir.

 

Yukarıda sunduğumuz ayetlerde, insanlarda olabilecek küçük



düşürücü, çirkin huyların, rezilliklerin ana unsurları zikredilmiştir.

Yüce Allah, bir insanı sevdiğini belirterek ondan bu olumsuz nite-

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin