Mâide Sûresi 4-5 ................................................................
4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size
temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek
yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve [hayvanı
av peşine salarken] üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun
[eğlence için hayvanları avlamayın]. Çünkü Allah hesabı çabuk
görendir.
5- Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yemeği [buğday vb. hububat] size helâl, sizin yemeğiniz de
onlara helâldir. Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetli olup zina etmemeniz
ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz
takdirde- size helâldir. Kim imanı [iyi amellerin kaynağı olan hak
itikatları] inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette
kaybedenlerdendir.
Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 345
AYETLERIN AÇIKLAMASI
"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz
şeyler helâl kılındı." Bu ifadede genel ve mutlak bir soruya genel
ve mutlak bir cevap verilmiştir. Cevabın içeriğinde helâlı haramdan
ayıran bütünsel bir ölçüt sunulmuştur. Buna göre, üzerinde
normal-kabul edilebilir bir tasarrufta bulunulmak istenen şeyin iyi
ve temiz olması gerekir. Aynı şekilde "iyi ve temiz şey" kavramının
da herhangi bir kayıtlama getirilmeksizin mutlak olarak ifade edilmesi,
iyi ve temiz şeyin belirlenmesinde geleneksel-kabul edilebilir
anlayışın iyi ve temiz görüldüğü şeyin esas alınmasını gerektirmektedir.
Buna göre, geleneksel-normal insanların anlayışlarının
iyi ve temiz gördüğü şey, iyi ve temizdir. Iyi ve temiz olan her
şey de helâldir.
Bir şeyin helâl ve iyi oluşunun kriteri olarak geleneksel anlayışı
göstermemizin nedeni, fıkıh metodolojisi çerçevesinde vurgulandığı
üzere mutlak bir ifadenin ancak bu şekilde yorumlana bileceğidir.
"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin,
sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." Bir görüşe göre,
bu ifade "teyyibat=iyi ve temiz şeyler" konusuna matuftur. Yani
eğittiğiniz hayvanların tuttukları av hayvanları da size helâl kılındı;
yani ifadenin açılımı aslında şöyledir: "U-hille lekum saydu ma
allemtum minel cevarih." Buna göre, ifade mah-zuf bir muzaf takdir
edilmek suretiyle özetlenmiştir. Çünkü ayetin akışı buna
delâlet etmektir.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla cümle, ilk cümlenin yerine matuftur.
"mâ allemtum=öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesindeki "mâ"
edatı, şart edatıdır. Şart cümlesinin cezası da, "fekulû mimmâ
emsekne aleykum =sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesidir. Dolayısıyla
takdir etmeye gerek yoktur.
Ayetin orijinalinde geçen "cevarih" kelimesi, "carihe" kelimesinin
çoğuludur ve avlanarak beslenen kartal, şahin gibi kuşlar;
346 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
köpek ve pars anlamına gelir. Ayette geçen "mukellibîn" kelimesi,
cümlede hâl fonksiyonunu icra ediyor. "Teklîb" kipinin aslı, köpeklerin
av için eğitilmesi ya da av köpeklerinin edinilip av peşine salınması
anlamını ifade eder. Cümlenin bu kelimeyle kayıtlandırılması,
hükmün sırf av köpeğine özgü olduğuna, ötesini kapsamadığına
delâlet etmiyor değildir.
"Sizin için tuttukları" ifadesi, gramatik açıdan cümlenin "zarf"
ile kayıtlandırılmasına örnektir. Bununla, helâlliğin, köpeğin sahibi
için avlandıklarıyla sınırlı olduğuna, kendisi için avladıklarının bu
kapsama girmediğine işaret ediliyor.
"Üzerine Allah'ın adını anın." Bu, avlanan hayvanın etinin helâl
olmasının şartlarının tamamlanışına yönelik bir ifadedir. Buna göre,
avlanan şey, eğitilmiş av hayvanı, yani av köpeği aracılığıyla avlanılmış
olmasının, avcı için avlanmış olmasının yanında üzerine
Allah'ın adı da anılmalıdır.
Şu sonuç çıkıyor ortaya: Eğitilmiş av hayvanları -yani av
köpekleri- eğitilmişlerse ve boğazlandığında yenmesi helâl olan
yabani bir hayvanı sizin için tutmuşlarsa ve siz de üzerine Allah'ın
adını anmışsanız, siz ulaşmadan hayvan can vermişse yiyin; çünkü
bu, onun için boğazlanma hükmüne geçer. Şayet ölmemişse, bu
durumda boğazlanması ve üzerine Allah'ın adının anılması bir
gereklilik olur.
Ayetin sonunda, "Allah'tan korkun. Çünkü Allah hesabı çabuk
görendir." ifadesinin yer almış olması, bu hususta Allah'tan korkup
sakınmanın gerekliliğine yönelik bir işarettir. Bu uyarıyla güdülen
amaç, avın bir hayvan katliamına, sadist bir gösteriye, bir zorbalık
gösterisine, [çağdaş] av partilerinde olduğu gibi zavallı hayvanların
gereksiz yere öldürüldüğü bir can pazarına dönüştürülmesinin
önlenmesidir. Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görür. Zulmün,
haksızlığın cezasını ahiretten önce bu dünyada verir. Çoğu zaman
gözlemlediğimiz gibi zavallı hayvanları eğlence olsun diye tuzağa
düşürüp habersiz öldürenlerin akıbeti korkunç olmuştur.
"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 347
yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." Önceki ayette
zikredildiği hâlde burada temiz şeylerin helâl kılındığı bir kez daha
tekrarlanıyor ve ifadeye, "Bugün" kelimesiyle başlanıyor. Bunun
nedeni, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin ve iffetli kadınlarının müminlere
helâl kılınmış olması suretiyle Allah'ın onlara yönelik lütfüne dikkat
çekmektir.
"Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesinin, "Kendilerine kitap
verilenlerin yemegi..." ifadesine eklenmesi, kesin olanın kuşkulu
olana eklenmesine bir örnektir. Bununla güdülen amaç; muhatabın
tatmin olmasını sağlamak, kalbindeki rahatsızlığı ve huzursuzluğu
gidermektir. Bu tıpkı bir efendinin kölesine şöyle demesine
benzer: "Sana verdiklerimin hepsi senindir. Fazladan da şunu şunu
veriyorum." Eğer köle efendisinin vade verdiği şeylerin gerçekleşmesinden
kuşku duyarsa, imdada kendisine kesin olarak verdiği
şeyler yetişir ve konuya ilişkin kesin bilgisi sayesinde içindeki kuşkular
ortadan kalkar. Aşağıdaki ayetler de bir açıdan bu tarz bir
anlatıma örnek oluşturmaktadır: "Güzel davrananlara daha güzel
karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 26) "Ora-da onlara istedikleri her
şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kâf, 35)
Müminler daha önce Ehlikitap'la iç içe yaşamama, onlara
karışmama, onlarla temas hâlinde olmama ve onları dost
edinmeme hususunda kesin bir dille uyarıldıkları için, onların
yiyeceklerinin helâlliği hususunda kalpleri bir türlü tatmin
olmuyordu. Bu yüzden Ehlikitab'ın yiyeceğinin helâl kılınışı
meselesi, temiz şeylerin helâl kılınışı meselesiyle bağlantılı olarak
zikredilince, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin de helâl kılınan diğer temiz
şeylerin kapsamına girdiğini anladılar. Böylece nefİslerindeki
huzursuzluk dindi, kalpleri mutmain oldu. Aşağıdaki ifade için de
aynı durum geçerlidir: "Inanan kadınlardan iffetli olan kadınlar ile
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar... size
helâldir." "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâl, sizin yemeginiz
de onlara helâldir." Şurası açıktır ki bu, tek bir hususu ifade
eden bir tek sözdür. Çünkü, "sizin yemeğiniz de onlara helâldir."
348 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ifadesi, Ehli-kitap için helâl olmayı ifade eden bir teşriî hüküm konumunda
değildir. Onlara bir yükümlülük yöneltilmiyor. Her ne kadar,
kâfirlerin dinin temel prensipleri gibi ayrıntı nitelikli hükümleriyle
de yükümlü olduklarını da düşünüyorsak da... Çünkü onlar Allah'a,
Resulüne, Resulünün getirdiği dine inanmıyorlar; ne
dinliyorlar, ne de kabul ediyorlar. Bir yerde hitap gereksiz olacaksa,
konuşma boşa gidecekse, o tür konularla ilgili hitaplar yöneltmek,
Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmaz. Ama edebi sanatlar açısından
etkili ve elverişli olması başka. Insanlara yönelik genel hitaptan
Hz. Peygambere (s.a.a) yönelik özel hitaba geçiş yapılması
(iltifat sanatı) vb. gibi. Aşağıdaki ayetleri buna örnek gösterebiliriz:
"De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin." (Âl-i Imrân, 64), "De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece
elçi olarak gönderilen bir insan degil miyim?" (Isrâ, 93) Bunun gibi
birçok ayet sunulabilir.
Kısacası, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği..." ifadesiyle,
Ehlikitab'ın yemeğinin Müslümanlara helâl kılınışının ayrı, Müslümanların
yemeğinin de Ehlikitab'a helâl kılınışının ayrı bir hüküm
oluşu kastedilmiyor. Bilâkis, bir tek hüküm açıklanıyor. O da yemeğin
üzerindeki haram oluş durumunun kaldırılıp, helâl oluş durumunun
vurgulanmasıdır. Demek isteniyor ki, ortada herhangi bir
yasak yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin. Şu ayet-i kerime
bu tarz anlatıma bir örnektir: "Eger onların gerçekten inanmış olduklarını
anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Ne bu kadınlar
onlara helâldir, ne de onlar bunlara helâl olurlar."
(Mümtehine, 10) Yani arada helâllik durumu yoktur ki taraflardan biriyle
ilintilendirilsin.
Kaldı ki, ayetin orijinalinde geçen "taâm=yemek" kelimesi, sözlükte
onunla beslenilen ve açlık giderilen tüm yiyeceklere şamil bir
kavramdır. Ancak bir görüşe göre, bununla buğday ve diğer hububat
kastedilmiştir. "Lisan-ul Arab" adlı sözlükte deniliyor ki: "Hicazlılar
'et-taam' kelimesini mutlak olarak kullandıklarında, onunla
özellikle buğday kastederlerdi... el-Halil der ki: Araplar konuşmala-
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................. 349
rında 'et-taam' kelimesini daha çok buğday anlamında kullanırlar."
[Lisan-ul Arab'tan alınan alıntı burada sona erdi.]
İbn-i Esir de "en-Nihaye" adlı eserinde bu yönde görüş belirtmektedir.
Bu nedenledir ki, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin
çoğu-sunda, "Ayette geçen 'et-taam'dan maksat, buğday ve diğer
hububattır" diye açıklama yer almıştır. Fakat bazı rivayetlerde,
başka bir anlam ön plâna çıkmaktadır. Inşallah önümüzdeki rivayetler
bölümünde konuyla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.
Her hâlükârda, bu helâl kılma, Ehlikitab'ın domuz eti gibi
boğazlansa bile helâl olmayan etleri veya boğazlanması
durumunda helâl olabilecek, ancak boğazlamadıkları, mesela
üzerinde Allah'ın adını anmadıkları ve İslâmî usullere uygun
kesmedikleri hayvanların etlerini içeren yemeklerini kapsamaz.
Çünkü yüce Allah, tahrim (haram kılma) ayetleri dediğimiz Bakara,
Mâide, En'âm ve Nahl surelerinde yer alan konuya ilişkin dört
ayette, daha önce açıkladığımız gibi bu saydıklarımızı
"(rics=)pİslik", "(fısk=)yoldan çıkma" ve "(ism=)günah" olarak nitelendiriyor.
Allah, "pİslik", "yoldan çıkma" veya "günah" olarak
nitelendirdiği bir şeyi helâl kılıp sonra da bunu, "Bugün size temiz
şeyler helâl kılındı." şeklindeki bir ifadeyle kullarına yönelik bir
minnet olarak sunmaktan münezzehtir.
Kaldı ki, haram olan bu şeyler, tefsirini sunduğumuz ayetin
hemen öncesinde de bu niteliklerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir.
Hiç kimse böyle bir konuda nesihten söz edemez. Özellikle
mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilen Mâide suresiyle ilgili olarak
böyle bir husus düşünülemez.
"İnanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden iffetli kadınlar..." Hükmün ilgili olduğu şahıslar hakkında
"Yahudi ve Hıristiyanlardan" veya "Ehlikitap'tan" gibi bir ifade
kullanılmayıp, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde bir vasfın
kullanılmış olması, ilâhî minnetin dile getirildiği, hafifletme ve kolaylaştırma
niteliklerinin ön plâna çıkarıldığı bir bağlamda hükmün
nedenine vurgu yapıyor değildir.
350 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Erkeklerinizle,
Ehlikitap'tan iffetli kadınların evlenmelerine ilişkin yasağı kaldırmakla
size minnet ediyoruz. Çünkü gayrimüslim gruplar içinde
bunlar size daha yakındırlar. Onlara kitap verilmiştir. Peygamberlik
kurumunu inkâr eden müşrik ve putperestlerin aksine tevhide
ve risalet misyonuna inanırlar. Bu çıkarsamamızı, "kendilerine kitap
verilenler" ifadesinin, "sizden önce" sözüyle kayıtlandırılmış
olmasından da algılıyoruz. Ki bu ifade, gayet açık bir şekilde adımların
aynı hedefe yönelik oluşuna, kaynaşmışlığa ve ortaklığa vurgu
yapmaktadır.
Dolayısıyla ayet, minnet ve hafifletme bağlamında söz konusu
olduğu için, "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin."
(Bakara, 221) ve "Kâfir kadınların nikâh baglarını tutmayın."
(Mümtehine, 10) ayetleriyle neshedilmiş olmayacağı açıktır.
Kaldı ki, örnek olarak sunduğumuz ayetlerin ilki Bakara suresinde
yer almaktadır. Bakara suresi ise, Mâide suresinden önce
Medine'de inmiş ilk uzun suredir. Ikinci ayet ise, Mümtehine suresinde
yer alır. Bu sure de Medine'de, Mekke fethinden önce inmiştir.
Dolayısıyla inişi Mâide suresinden öncedir. Mâide suresinin
Resulullah'a (s.a.a) inen son sure olması, öncesindeki bazı hükümleri
neshedip kendisinden bir şeyin neshedilmemiş olmasının yanı
sıra, önce gelenin sonra geleni neshetmiş olması da mantıki değildir.
Öte yandan "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar
evlenmeyin." (Bakara, 221) ayetini, tefsirimizin ikinci cildinde incelerken
Bakara ve Mümtehine surelerindeki ayetlerin, Ehlikitap kadınlarıyla
evlenmenin haram olduğuna delâlet etmekten uzak olduklarını
belirtmiştik.
Bir açıdan Mümtehine suresindeki ilgili ayetin haramlığa
delâlet ettiği düşünülse dahi, nitekim minnet ve hafifletme bağlamında
Mâide suresindeki ilgili ayet o ana kadar yürürlükte olan
yasal bir engele işaret ediyor; -ki yürürlükte olan bir yasak yoksa,
minnet ve hafifletmenin bir anlamı olmaz- bu durumda Mâide aye-
Mâide Sûresi 4-5 .............................................................. 351
ti, Mümtehine ayetini neshet-miş olur. Bunun tersi doğru olmaz.
Çünkü neshetme, sonradan gelenin özelliğidir. Rivayetler bölümünde
bu ikinci ayet üzerinde duracağız.
Ayrıca ayetin orijinalinde geçen "muhsanat" kelimesi, "iffetliler"
anlamına gelir. Iffetlilik "ihsan" kavramının anlamlarından biridir.
Şöyle ki, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi gösteriyor
ki, "muh-sanat"tan maksat evli olmayan kadınlardır. Bu husus
açıktır. Sonra, daha önce açıklamasını yaptığımız gibi Ehlikitab'ın
namuslu kadınlarıyla müminlerin namuslu kadınlarının bir arada
zikredilmesi, her iki bağlamda da "muhsanat" kavramının aynı anlamda
kullanıldığını gösterir. Ancak bununla "Müslüman olmak"
şeklinde bir anlam kastedil-miş olamaz. Çünkü, "sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi kullanılmıştır.
Bununla sadece özgür kadınların kastedilmiş olması da söz
konusu değildir. Çünkü ayetten algıladığımız minnet havası, cariyeleri
dışarıda bırakan ve sırf özgür kadınlarla sınırlı kalan bir helâl
kılmayla bağdaşmıyor ve "muhsan"ın iffetli olma anlamı geride
kalıyor. Dolayısıyla "muhsenat" ifadesinden kast-edilen, iffetli kadınlardır.
Bütün bunların ötesinde ayet-i kerime, Ehlikitab'ın namuslu
kadınlarının müminlere helâl olduğunu vurguluyor. Ücretin verilmesinin
ve onlardan yararlanmanın iffeti korumaya yönelik olmasının
gizli dost edinme ve metres tutma şeklinde bir ilişki kurulmamasının
şart koşulması dışında, nikâhın sürekli veya geçici olması
gibi herhangi bir kayda yer verilmiyor. Tefsirimizin 4. cildinde,
"O hâlde ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa..." (Nisâ, 24)
ayetini tefsir ederken müt'ânın da tıpkı daimi nikâh gibi meşru bir
evlilik şekli olduğunu açıklamıştık. Daha fazla bilgi için fıkıh bilimine
baş vurulabilir.
"İffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere
mehirlerini verdiğiniz takdirde" Bu ayet, nikâhlanması haram olan
kadınları ele alan ayetlerin ifade tarzını andırmaktadır: "Bunun dı-
352 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
şında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız
size helâl kılındı." (Nisâ, 24) Bu cümle, ayetin maksadının
Ehlikitap'tan iffetli kadınlarla evlenmenin helâlliğini açıklamak olduğuna
ve cariyeleri kapsamadığına ilişkin bir karinedir.
"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette
kaybedenlerdendir." "Küfr" kelimesi, aslında "örtmek" demektir.
Dolayısıyla anlamının gerçekleşmesi, üzeri örtülebilen sabit bir
şeyle mümkün olabilir. Nitekim ortada örtülen bir şey olmadıkça
hicab=örtü de bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla küfrün (örtmenin)
varlığı da "küfredilen" (örtülen) bir sabit şeyin varlığını gerektirir.
Allah'ın nimetini, Allah'ın ayetlerini, Allah'ı ve Resulünü ve ahiret
gününü inkâr etmek, üzerini örtmek gibi.
Şu hâlde imanı inkâr etmek (küfretmek), öncelikle sabit bir
imanın varlığını gerektirir. Bununla kastedilen, imanın mastarı,
yani inanmak manası değil elbette. Bilâkis, ism-i mastar anlamıdır.
Ki bu da, müminin kalbinde oluşan etki ve kalıcı niteliktir. Yani,
salih amellerin kaynağı olan hak itikatlardır. Dolayısıyla imanı
inkâr etme ifadesi, hak olduğu bilinen amelleri terk etmek anlamına
dönüktür. İslâm'ın hak olduğu bilinmekle beraber müşriklerin
dost edinilmesi, onlarla içice bir hayat sürdürülmesi ve onların
eylemlerine katılınması gibi. Ve dinin temel prensipleri oldukları
kesin olarak bilinmekle beraber namaz, zekât, oruç ve hac gibi dinin
temel prensiplerinin terk edilmesi gibi.
İşte imanı inkâr etmenin anlamı budur. Ancak burada bir incelik
söz konusudur. Şöyle ki: Küfür bir şeyin üzerini örtmek demektir.
Varlığı sabit olan olguların örtülmesi, zihinde canlandırdığı anlamı
itibariyle, ancak sürekli ve kesintisiz olması durumunda bu
nitelemeyi hakkedebilir. Dolayısıyla imanın inkârı, ancak bir insanın
imanın gerektirdiği ve bilgisinin de ilintili olduğu bir ameli terk
etmesi ve bunu sürekli yinelemesi durumunda söz konusu olabilir.
Bir kimse imanın gereklerini bir veya iki kere örtse, bunu sürekli
bir alışkanlık hâline getirmese, buna küfür niteliği taşır denilmez;
bu, gerçekte yapmış olduğu fısktır.
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 353
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Kim imanı inkâr ederse..." ifadesinden
maksat, sıfat yerine fiil kullanılmış olsa bile, süreklilik
ve alışkanlık hâline getirmedir. Şu hâlde hak olduğunu bildiği, dinin
temel prensiplerinden olduğuna kesin olarak kani olduğu şeyleri
yerine getirmeyen insan imanın kâfiridir. "Onun ameli boşa
çıkmıştır" ifadesinde de vurgulandığı gibi, eylemleri sonuçsuz
kalmıştır.
Bu açıdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı hedefe yönelik olduğunu
göstermektedir: "Dogru yolu görseler onu yol edinmezler, ama
azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi
yalanladılar ve onları umursamaz oldular, ayetlerimizi ve
ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar,
yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (A'râf, 147) Bu ayette
muhataplar gördükleri yani bildikleri hâlde azgınlık yolunu tutup
doğru yoldan sapmakla nitelendiriliyorlar. Ardından bunun yerine
ayetleri yalanlama niteliği kullanılıyor. Bir ayetin, yani işaretin ayet
ve işaretliği ancak onun kanıtsallığının bilinmesi durumunda söz
konusu olabilir. Bunu da ahireti yalanlama olarak açıklıyor. Çünkü
ahiret inkâr edilmemiş olsaydı, ona ilişkin bilgi hakkın terk edilmesini
engellerdi. Daha sonra böyle kimselerin amellerinin boşa
gittiği belirtiliyor.
Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimelerdir: "De ki: Size amelleri
bakımından en çok ziyana ugrayacak olanları söyleyeyim mi?
Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de
iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? Işte onlar, Rablerinin ayetlerini
ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan
kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf,
103-105) Bu ayetlerin, önceki açıklamada vurgulandığı anlam itibariyle
imanı inkâr konusuyla örtüştükleri açıktır.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalar üzerinde düşünülünce,
"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesinin
öncesiyle ilişkisinin niteliği belirginleşir. Buna göre bu cümle, önceki
açıklamanın bütünleyicisi konumundadır. Bu, Allah'ın emirle-
354......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rini ciddiye almama, kâfirlerle içli dışlı olma yoluyla müminlere
yönelebilecek bir tehlikeye karşı uyarı işlevini görmektedir. Çünkü
yüce Allah Ehlikitab'ın yemeğini ve iffetli kadınlarını müminlere
helâl kılmışsa, bu, tamamen müminlere yönelik bir kolaylaştırma
ve hafifletmedir. Takvanın yayılması için bir vesiledir. Burada amaç,
İslâm'ın tertemiz ahlâkının bunlara sahip Müslümanlar aracılığıyla
başka topluluklara sirayet etmesidir. Dolayısıyla yararlı bilgiye
teşvik eden, salih amel işlemeye yönelten bir işlevi vardır.
Söz konusu hükmün yasalaştırılmasının hikmeti budur. Yoksa
zevk ve eğlencenin girdabına düşülsün, Ehlikitap dilberleriyle gönül
eğlendirilsin, heva-heves vadilerine dalınsın, sevgilerinin, aşklarının
meftunu olunsun, güzelliklerin baştan çıkarıcı cazibesine
kapılınsın diye değil... Ehlikitap dilberlerinin baştan çıkarıcı cazibeleri,
bu ilişkide belirleyici olunca, onların ve soydaşlarının ahlâkı
Müslümanların ahlâ-kına baskın çıkar, onların yıkıcılıkları, bozgunculukları,
Müslümanların yapıcılığını, salahlarını alt eder. Sonra
Müslümanları gerisin geri cahiliye bataklığına yuvarlayan bir musibete
dönüşür. Bunun sonunda bir lütuf olarak sunulan bu ilâhî
minnet ölümcül bir fitne, bir mihnet olup çıkar. Aslında bir nimet
olarak bahşedilen hafifletme, yaman bir felâketin kendisi olur.
Bu yüzden yüce Allah, Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının
helâl olduğunu açıkladıktan hemen sonra, müminleri uyarıyor:
Bu nimetten yararlanırken, sonuçta imanı örtecek, salih amelleri
örtbas edecek, inkâr edecek şekilde zevkusefa içinde başlarını
alıp gitmesinler. Dinin temel prensiplerini terk etmelerini ve haktan
yüz çevirmelerini gerektirecek şekilde cazibelerinin sarhoşu
olmasınlar. Böyle olursa, önceden yapmış oldukları ameller boşa
gider ve ahirette çabalarının başarısız olmasına ve ziyana uğramalarına
sebep olur.
Biliniz ki müfessirler, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı..."
ayeti üzerinde etraflıca durmuş, derinliklerine inmişler. Bu yüzden
oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ki neticede lafzın kaldırmadığı,
ayetin akışının onaylamadığı garip tefsirler ortaya çıkmış-
Dostları ilə paylaş: |