El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin tabatabai Cilt-1



Yüklə 6,68 Mb.
səhifə13/48
tarix04.01.2019
ölçüsü6,68 Mb.
#90080
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   48

Bakara Sûresi / 35-39 ......................................................


 

35- Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğinizi

yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa

zalimlerden olursunuz.

 

36- Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı, onları içinde



bulundukları durumdan çıkardı. Dedik ki: Birbirinize düşman

olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır.

 

37- Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunu üzerine



(Rabbi, rahmetiyle) ona döndü. Şüphesiz O, tövbeyi çok kabul eden

ve esirgeyendir.

 

38- "Hepiniz oradan inin." dedik. Yalnız size benden bir hidayet



geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir

korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

 

39- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar



orada ebedî kalacaklardır.

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 209

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI


 

"Dedik ki: Ey Âdem..." Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri olayı

Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanmasına karşın, Hz.

Âdem'in dünya hayatından önceki cennet deneyimi sadece üç

yerde gündeme getiriliyor.

 

Birincisi: Bakara suresinin şu anda tefsirini sunduğumuz ayetin



de.

 

İkincisi: A'râf suresinde. Bu surede yüce Allah kıssayı şu ifadelerle



sunuyor: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğiniz

yerde afiyetle yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa

zalimlerden olursunuz. Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine

göstermek için onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı

değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz

diye sizi bu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size

öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti. Böylece onları aldatarak

aşağı sarkıttı. Ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü

ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe

başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim

mi? Ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?' Dediler:

'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve

bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Allah

buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir

süreye kadar kalıp geçinmeniz lâzımdır. Orada yaşayacaksınız,

orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız" dedi." (A'râf, 19-

25)


 

Üçüncüsü: Tâhâ suresinde, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun



biz, önceden Âdem'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda

bir kararlılık bulmadık. Meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik.

İblis'in dışında diğerleri secde ettiler. O, ayak diretti. Bunun

üzerine dedik ki: 'Ey Âdem! Bu, senin ve eşinin düşmanıdır.

Sakın sizi cennetten çı-karmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz.

Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen

burada susamayacaksın ve güneşin altında yanmayacaksın da.'

Nihayet şeytan ona fisıldayıp, 'Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve

yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?' dedi. O ağaçtan

yediler. Böylece kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cen-

 

210 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

net yaprağıyla örtmeğe başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de

yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti, doğru

yola iletti. Dedi ki: 'Hepiniz oradan inin, birbirinizin düşmanısınız.'

İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime

uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden

yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü

onu kör olarak haşrederiz. 'Rabbim, der, niçin beni kör haşr-ettin,

oysa ben görür idim?' Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim

ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun."

(Tâhâ, 115-126)

 

Ayetlerin akışı, özellikle kıssanın giriş kısmındaki, "Ben yeryüzünde



bir halife yaratacağım." ifadesi gösteriyor ki, Hz. Âdem yeryüzünde

yaşamak ve orada ölmek üzere yaratılmıştı. Onun ve eşinin

cennete yerleştirilmeleri ise, bir denemeydi ki, bu vesileyle

yeryüzüne insinler. Ayrıca Tâhâ suresindeki hitap, "Biz dedik ki: Ey



Âdem..." şeklindedir. A'râf suresinde ise, "Ey Âdem, yerleş..." şeklindedir.

Yani cennet kıssasıyla meleklerin secde etmesi olayı,

peşpeşe gelişen bir kıssaymış gibi, aynı ifade tarzı ile sunulmuştur.

Kısacası, Hz. Âdem (a.s) yeryüzüne yerleşsin diye yaratılmıştı.

Onun yeryüzüne yerleşmesinin yolu da şu aşamalardan geçiyordu:

Halifeliğinin kanıtlanması için, meleklerden üstün olduğu gösterilmeliydi.

Sonra meleklere, ona secde etmeleri emredilmeli;

ardından cennete yerleştirilip yasak ağaca yaklaşmaları yasaklanmalı;

yasağa rağmen o ağaçtan yemeli, bunun sonucunda ayıp

yerleri kendilerine görünmeliydi ki, yeryüzüne inebilsinler. Dolayısıyla

yeryüzüne yerleşme ve dünya hayatını seçme, nihayet ayıp

yerlerinin ortaya çıkışına bağlıydı.

 

Şu ifadeden de anlaşıldığı gibi ayıp yerlerden maksat, cinsel



organlardır: "Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeğe başladılar..."

Cinsellik, hayvanî bir eğilimdir ki, beslenmeyi ve büyüyüp gelişmeyi

gerektirir. Şeytanın tek derdi de onların, ayıp yerlerini ortaya çıkarmaktı.

Gerçi yüce Allah Âdem ve eşini yeryüzünün koşullarına

uygun bir yaratılışta yaratmış, sonra da cennete sokmuştu; ama

onlar yaratıldıktan sonra kendi ayıp yerlerinin farkına varacak ve

dünya hayatının gereksinimlerini kavrayabilecek kadar uzun bir

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 211

 

süre dünyada kalmamış, hemen cennete götürülmüşlerdi. Dolayısıyla



yüce Allah, onları cennete götürdüğü zaman, kavrayışları ruh

ve melekler âleminden henüz tam olarak kopmamıştı.

 

Bunun kanıtı ise, yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kendilerinden örtülüp



gizlenen ayıp yerlerini açığa çıkarmak için." (A'râf, 20) Burada

"Onlara gizli olan" değil, "Onlardan gizletilen" şeklinde bir ifadenin

kullanılmış olması ilgi çekicidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki,

ayıp yerlerinin sürekli olarak gizlenmesi, dünya hayatı açısından

mümkün değildir. Bu olay bir kere gerçekleşmiş ve onu da cennete

yerleştirilme izlemiştir. Şu hâlde, yasak ağacın meyvesini yemekle

birlikte dünya hayatında ayıp yerlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz

bir gereklilikti. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor:



"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz."

Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Onları içinde bulundukları



yerden çıkardı."

 

Ayrıca yüce Allah, tövbe ettikten sonra, onların hatalarını bağışladı;



ama onları cennete geri almadı, tersine, orada yaşasınlar

diye onları yeryüzüne indirdi. Eğer yasak ağacın meyvesinin yenmesi

ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile birlikte dünya hayatı bir

zorunluluk ve cennete dönüş de bir imkânsızlık niteliğini almasaydı,

hiç kuşkusuz, hatanın bağışlanması ile birlikte cennete geri

dönmeleri gerekirdi.

 

Kısacası, onların cennetten çıkmalarına ve yeryüzüne indirilmelerine



yol açan etken, yasak ağacın meyvesini yemeleri ve ayıp

yerlerinin görünmesiydi. Bu da lânetlenmiş şeytanın vesveseleri

sonucu gerçekleşmişti. Nitekim yüce Allah, Tâhâ suresinde kıssanın

giriş kısmında şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem-



'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık."

Sonra yüce Allah kıssayı ayrıntılı olarak sunuyor.

Acaba bu ahit, Allah'ın şu sözü müdür: "Sakın bu ağaca

yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz." Yoksa şu sözü

müdür: "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." Yoksa genelde tüm

insanlardan, özelde de, vurgulu ve pekiştirilmiş şekliyle

peygamberlerden alınan bir söz müdür?

 

Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:



"Şeytan onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı

 

212 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye

sizi şu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt

verenlerdenim.' diye de yemin etti." (A'râf, 20-21) Demek ki onlar,

hata işlerken ve ağaca yaklaşırken, bunun yasaklanmış olduğunu

unutmamışlardı. Oysa söz konusu ahit hususunda yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Fakat o, unuttu. Biz onu kararlılardan bulmadık."

Şu hâlde söz konusu ahit, ağaca yaklaşmanın yasaklığı değildir.

İkinci ihtimale gelince, (söz konusu ahdin şeytana uymaktan

sakındırma olduğu ihtimali) büsbütün uzak bir ihtimal olmasa bile,

ayetlerin zahirî anlamı, bu ihtimali desteklememektedirler.

Çünkü görüldüğü kadarıyla ahit, Hz. Âdem'in (a.s) şahsına özgüdür.

Hâlbuki şeytana karşı uyarılma, hem ona ve hem de eşine

yöneliktir.

 

Dolayısıyla, Tâhâ suresinde ilgili ayetlerin son bölümüyle giriş



kısmının uyumu da göz önünde bulundurularak söz konusu ahdin

genel bir "söz alma" şeklinde olması daha uygun görünüyor. Yüce

Allah şöyle buyuruyor: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman,

kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz.

Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim

var. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz."

Ayetler arasında bir uyarlamaya gidecek olursak, "Kim benim



zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır." ifadesi,

ahdi u-nutma olgusuyla uyuşmaktadır. Gördüğün gibi bu ifade,

Rablık ve kulluk üzerine yapılmış bir ahitleşmeyi içermenin yanı

sıra, İblis'e karşı uyarma anlamındaki bir ahitten daha uygun

düşmektedir. Çünkü, anlam olarak zikirden yüz çevirme ile, İblis'e

uyma arasında fazla bir münasebet yoktur. Ama, Rablık makamı

üzerine söz alma anlamı daha uygundur. Çünkü, Rablık üzerine

söz alma, insanın yüce Allah'ın Rab olduğunu unutmaması anlamını

içeriyor. Yani, her şeyi yönetip düzenleyen hükümdar O'dur.

Yani, insan hiçbir zaman ve hiçbir durumda, Allah'ın mülkü olduğunu,

hiçbir şeyi kendi başına yapamadığını, kendine bir fayda veya

zarar dokunduramadığını, ölüm, hayat ve yeni-den diriliş üzerinde

bir etkinliğinin olmadığını, yani zat, nitelik ve fiil olarak etkin

bir rol oynamadığını aklından çıkarmamalıdır.

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 213

 

Bu anlama uygun düşen, onu karşılayan hata ise, insanın



Rabbinin makamını anmaktan kaçınması ve nefsine yahut da

nefsine hoş gelen geçici ve sınama yurdu olan dünyanın çekici güzelliklerine

yönelerek Rabbinden gafil olmasıdır.

 

Bunun için değişik yönleriyle, farklı taraflarıyla, mümin ile kâfire



aynı oranda yansıyan cihetleriyle dünya hayatının üzerinde irdeleyici

bir gözle düşünüp kavramaya çalıştığın zaman görürsün

ki, hakikat ve öz olarak, mümin ile kâfirin hayatı birbirinden farklıdır.

Biri Allah'ı bilmenin zevkini yaşarken, öteki bu zevkten yoksun

olmanın, bilgisizliğin ıstırabını çeker. Rabbinin makamının bilincinde

olan kimse, kendine ve türlü elemleri ve acılarıyla birlikte

dünya hayatına baktığı zaman, ölüm-hayat, sağlık-hastalık, bollukdarlık,

rahatlık-yorgunluk, var-lık-yokluk, bulmak-yitirmek gibi olguları

gözlemlediğinde, bütün bunların Yüce Rabbinin mülkü olduğunu

görür. Bu mülkün içinde hiç-bir şey, ondan bağımsız değildir.

Her şey, izzet ve celâline yakışır biçimde katında güzellik, iyilik ve

hayırdan başka bir şey olmayan yüce bir zattandır.

Böyle bir anlayışa, böylesine derin bir kavrayışa sahip olan bir

insan etrafına baktığı zaman tiksinti duyacağı bir iğrençlik

görmez. Hiçbir şeyden korkmaz, ürkmez. Sakınılması gereken sakıncalı

bir şey görmez. Tam tersine, gördüğü her şeyi güzel ve sevimli

bulur. Rab-binin tiksinti duymasını, buğzetmesini emrettiği

şeyler hariç. Bu durumda bile o, Allah emrettiği için tiksinir. Allah-

'ın emri doğrultusunda, sevdiğini sever, O'nun emriyle zevk aldığı

şeyden zevk alır. Bir şey O'nun emri gereği çekici gelir kendisine.

Tek meşgalesi var, o da Rabbinin yüceliğidir.

 

Bütün bunların sebebi, her şeyi kayıtsız şartsız Rabbinin mülkü



olarak görmesi, Allah'ın mülkünde, başka hiç kimsenin en ufak

bir payının, bir etkinliğinin bulunmadığını düşünmesinden dolayıdır.

O hâlde, mülk sahibinin, kendi diriltme, öldürme, zarar veya

yarar verme gibi tasarruflarından ona ne?! İşte tertemiz hayat budur.

Burada kesinlikle mutsuzluk söz konusu değildir. Bu hayat

apaydınlıktır, karanlıktan eser bulunmaz. Sevinçtir, coşkudur bu

hayatta; üzüntüye, gama, kedere yer yoktur. Bu hayatta bulmak

vardır, yitirmek yoktur. Bu hayatta yoksulluğa rastlanmaz, herkes

Allah sayesinde zengindir.

 

214 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Bu mutlu hayatın karşıtı ise, Rabbinin makamının bilincinde



olmayan bedbahtın hayatıdır. Bu miskin adam Rabbinden kopması

sonucu, kendi iç âleminde ve dış âlemde gördüğü her şeyi

kendi başına bağımsızmış gibi görür. Her varlığın kendi başına yarar,

zarar, hayır ve şer dokundurabileceğini sanır. Bu yüzden tüm

hayatı boyunca birtakım zevklerin tükeneceği korkusuyla, birtakım

felâketlerin başına gelebileceği endişesiyle ve kaçırdığı fırsatların

hüznüyle, kaybettiği makamların, malların, oğulların, yardımcıların

ve sevgi beslediği, güvendiği, dayandığı ve önemsediği daha birçok

şeyin hasretiyle yanıp tutuşur.

 

Bir kötülüğe iyice alışıp, onu bir alışkanlık hâline getirince, bu



sefer yeni bir acıya bürünür. Sıkıntılar içinde kıvranarak vicdan azabı

çeker. Boğulur gibi tıknefes olur; ahlarla, vahlarla, yürek sızılarıyla

in-leyen göğsü sıkıntıdan daraldıkça daralır. Göğe doğru çıkıyormuş

gibi olur. İşte yüce Allah, inanmayanları bu şekil bir iğrençliğe

mahkum eder.

 

Bu noktayı kavradığın zaman, anlarsın ki, Allah'la yapılan sözleş-



meyi unutmak, dünya hayatında mutsuzluğa mahkum olmak

demektir. Her iki durumun merciî aynıdır. Dünya hayatındaki mutsuzluk,

Allah-la yapılan sözleşmeyi unutmanın bir sonucudur.

Yüce Allah'ın, tüm dünya halkına yönelik genel bir yükümlülük

içeren şu hitabından çıkan sonuç budur: "İmdi benden size bir hidayet

geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve

mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için

de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak

haşrederiz." (Tâhâ, 124)

Bu surede ise, bunun yerine şöyle bir ifade kullanıyor: "Kim



benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar

üzülmeyeceklerdir."

 

Eğer kavrama yeteneğin körelmemişse, o zaman anlamış olmalısın



ki, söz konusu ağaca yaklaşma dünya hayatının yorgunluğunu

ve mutsuzluğunu gerektiriyordu. Ki bu, insanın dünyada

Rabbini unutmuş hâlde, O'ndan, O'nun yüce makamından gafil

olarak yaşaması de-mekti. Öyle anlaşılıyor ki, Âdem hem ağaçtan

yemek, hem de yaptığı sözleşmeye bağlı kalmak istiyordu. Ama

bu mümkün olmadı, yaptığı sözleşmeyi unuttu ve dünya hayatının

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 215

 

yorgunluğuna mahkûm oldu. Ama sonra tövbe ile bu sıkıntısı giderildi.



"Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." İfadenin orijinalinde geçen

"rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir.

Araplar, "erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini

diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un

rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun

veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini

vurgulamak isterler.

 

"Ama şu ağaca yaklaşmayın." Öyle anlaşılıyor ki, ağacın meyvesinin

yenmesinin yasaklığı, ona yaklaşmayı yasaklamakla vurgulanmak

isteniyor. Bununla söz konusu yasağın ne kadar önemli

olduğu, aşılmaması gerektiği ifade ediliyor. Yüce Allah'ın şu sözü

bunu pekiştirici niteliktedir: "Ağacı tadınca kötü yerleri kendilerine



göründü." (A'râf, 22)

"O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü."

(Tâhâ, 121) Dolayısıyla onların yasağı çiğneyişleri, meyveyi yemekle

somutlaşmıştır. Bu ise, "yaklaşmayınız." ifadesiyle yasaklanan

şeyin "yemek" olduğunu gösteriyor.

 

"Yoksa zalimlerden olursunuz." Ayetin orijinalinde geçen "zalimîn"

kelimesi, "zulm" kökünden gelir. Bazılarının ihtimal dahilinde

gördükleri gibi "karanlık" anlamını ifade eden "zulmet" kökünden

gelmez. Nitekim onlar da suçlarını itiraf ederlerken, "zulüm"

işlediklerini dile getirmişlerdi. Yüce Allah onların bu itiraflarını şu

şekilde aktarıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.



Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan

oluruz." (A'râf, 23)

Ne var ki, yüce Allah "yoksa zalimlerden olursunuz" ifadesi

yerine, Tâhâ suresinde "fe-teşga" yani "sıkıntıya düşersiniz, yorulursunuz

ve mutsuz olursunuz" ifadesini kullanıyor. İfadenin kökü

olan "eş-şi-ka"nın anlamı, "yorulmak"tır. Sonra "yorulma"yı da şu

şekilde açıklığa kavuşturuyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın,



çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte

yanmayacaksın."

 

Bununla da anlaşılıyor ki, söz konusu zulmün cezası, dünya



hayatında yorulmaktır; açlık, susuzluk, çıplaklık ve meşakkat

 

216 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

çekmektir. Buna göre, Hz. Âdem ve eşinin işledikleri zulüm, kendi



nefislerine karşı işlenmiş bir zulümdü. Günah işleme ve Allah'a

zulmetme anlamında bir suç söz konusu değildi. Yine buradan

anlıyoruz ki, söz konusu yasak, yani "yaklaşmayınız," ifadesi,

"irşadî nehiy" yani doğruyu gösterme, yükümlünün çıkarına ve iyiliğine

olanı gösterme amacına yönelik öğüt nitelikli bir yasaklamaydı,

"mevlevî nehiy" yani teşri nitelikli bir yasaklama değildi.

 

Dolayısıyla Hz. Âdem ve eşi cenneti terk etme durumunda kalmakla



kendilerine karşı bir zulüm işlemişlerdi. Çünkü mevlevî

nehye yani teşri nitelikli bir yasağa karşı gelmenin cezası tövbe

edilirse ve tövbe de kabul görürse kaldırılır. Fakat görülüyor ki, Hz.

Âdem ve eşinin cezası kaldırılmıyor. Tövbe etmiş, tövbeleri kabul

görmüş olmasına rağmen, cennette bulunan önceki yerlerine geri

döndürülmüyor. Eğer onlara getirilen yükümlülük, zorunlu sonuçları

olan bir öğüt nitelikli yol gösterme olmayıp, teşri nitelikli bir

yükümlülük olsaydı, tövbelerinin kabulü ile birlikte önceki yerlerine

dönmeleri de gerekecekti. İnşaallah, ileride bu konuyu daha

ayrıntılı biçimde ele alacağız.

 

"Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı." Bu ve benzeri



ifadelerden, şeytanın onlara yaptığı telkinlerin biz Âdemoğullarına

görünmeksizin yönelttiği vesveselerden farklı bir şey olmadığı anlaşılıyorsa

da, ancak; "Dedik ki: Ey Âdem, bu, senin ve eşinin

düşmanıdır." gibi ifadelerden de yüce Allah'ın, şeytanı onlara göstermiş

ve onu nitelikleriyle değil, şahsen onlara tanıtmış olduğu

anlaşılmaktadır. Yine şeytanın Âdem'e yönelik hitabını aktaran şu

ayet-i kerimeden de aynı şey anlaşılıyor: "Ey Âdem sana sonsuzluk



ağacını göstereyim mi?" İfadede doğrudan bir hitap kullanılmıştır.

Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık

etmektedir.

 

A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt



verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak

somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir.

Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler

mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan



menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim

mi?" (A'râf, 22)

 

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 217

 

Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu



çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine

olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o

zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik.

Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi

düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun

vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde

değildik.

 

Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı.



Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de

onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman

onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya,

Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun)

ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.

 

Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti



kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten

dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan

anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın

civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı,

Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle

onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk

cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur.

Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır.

Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan



in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan."

(A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden

çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve

onurlandırma makamıdır.

 


Yüklə 6,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin