El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin tabatabai Cilt-1



Yüklə 6,68 Mb.
səhifə22/48
tarix04.01.2019
ölçüsü6,68 Mb.
#90080
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   48

Bakara Sûresi / 75-82 ....................................................


 

75- Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?

Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işittiler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.

 

76- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" der-ler.



Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise, "Allah'ın size açtıklarını

Rabbinizin katında aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" derler.

 

77- Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.

 

336 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

78- Bunların içinde bir de ümmîler (okur-yazar olmayanlar) var



ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardır; onlar,

ancak zannederler.

 

79- Artık vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra



az bir değer karşılığında satmak için "Bu, Allah katındandır." diyenlere! Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!

 

80- Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, bize ateş dokunmayacaktır."



De ki: "Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden

asla dönmez.- Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?"

 

81- Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşat-mış



olursa, işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.

 

82- İman edip iyi işler yapanlar, işte onlar cennet ehlidir, onlar



orada ebedî kalacaklardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI


 

Ayetlerin akışı özellikle sona doğru, Yahudilerin kâfirlerle birlikte

hareket ettiklerini vurgulamaktadır. Özellikle Medineli kâfirlerin

safında yer alıyorlardı. Çünkü birbirlerine komşuydular. Yahudiler,

Pey-gamberimizin gönderilişinden önce Allah'ın elçisinin

destekçileri olarak bilinirlerdi. Din ve kitap hakkında bilgi sahibiydiler.

Bu yüzden herkesten çok onların inanması umuluyordu,

Peygambere (s.a.a) kitle-ler hâlinde gelip iman etmeleri, ona destek

olup, mesajının aydınlığının parlamasına, davetinin yayılmasına

yardımcı olmaları beklenirdi.

 

Fakat Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, tavırlarından



dolayı onlara yönelik ümit ümitsizliğe, beklenti de karamsarlığa

dönüştü. Bu yüzden yüce Allah, "Şimdi siz bunların size inanacaklarını



mı umuyorsunuz?" buyuruyor. Yani gerçeği örtbas

etmek, sözü çarpıtıp ilâhî mesajı tahrif etmek onların karakteristik

özelliğidir. Şu hâlde sözlerinin tersini yapmaları, verdikleri sözden

dönüp anlaşmalarını çiğ-nemeleri yadırganmamalıdır.

 

"Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ifadede



İsrailoğullarına yönelik hitap Peygamber efendimize ve

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 337

 

müminlere yöneltilerek, İsrailoğulları üçüncü şahıs konumuna getiriliyor.



Bununla güdülen amaç şudur: Bakara Kıssası anlatıldığı

sırada, Yahudilerin bu hususta meydana getirdikleri tahrifattan ve

kıssayı Tevrat'tan çıkarmış olmalarından dolayı, hitap İsrailoğulları

yerine Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmişti. Daha önce bu hususa

dikkat çekmiştik. Şimdi de aynı tarz da, yani İsrailoğulları üçüncü

şahıs konumuna getirilerek konu tamamlanmak isteniyor ve bu

doğrultuda Allah'ın kitabı üzerinde meydana getirdikleri tahrifata

dikkat çekiliyor. İfadenin gaip sıygası ile sunulması bu yüzdendir.

 

"İman edenlerle karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Birbirleriyle



baş başa kaldıklarında ise." Buna benzer bir ifade de bu surenin

başlarında geçmişti. Orada şöyle buyruluyordu: "İ-man edenlerle



karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Fakat şeytanlarıyla baş

başa kaldıklarında ise, derler ki, şüphesiz biz, sizinle beraberiz,

onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Ne var ki, oradaki iki

önerme arasındaki karşılık (tekabul) yöntemi burada söz konusu

değildir. Çünkü burada amaç, Yahudilerin suçları ve cehaletlerinden

iki örnek daha sunmaktır:

 

Birincisi: Onlar kendilerini eziyetten, kınamalardan ve ölümden



kurtarmak için müminmiş gibi görünerek münafıklık yapıyorlar,

iki yüzlü davranıyorlar.

 

İkincisi: Onlar gizli-açık her şeylerini bilen yüce Allah'ı aldatabileceklerini



sanıyorlar. Şöyle ki: Onların avam tabakası, bu tabakaya

özgü saflıklarıyla kimi zaman müminlerle rahat bir şekilde konuşabiliyorlardı.

 

Bu sırada kitaplarında yer alan Peygamber efendimize



ilişkin kimi müjdelerden veya Peygamberimizin nübüvvetini

doğrulayan müminlere faydalı olacak kimi bilgilerden söz ederlerdi.

Nitekim ayetlerin vurgusundan bu sonucu çıkarmak mümkündür.

İleri gelenleri, büyükleri, onları bundan sakındırıyor ve "Bu bilgileri

müminlere söylememeniz gerekir, yoksa yüce Allah katında

bunları aleyhinize kanıt olarak kullanırlar." diyorlardı. Sanki müminler

bunları kanıt olarak sunmayacak olurlarsa, yüce Allah onların

durumlarından haberdar olmayacak ve onları sorumlu tutmayacakmış

gibi. Bundan çıkan sonuç, yüce Allah'ın ancak meselenin

görünen kısmını bildiği, meselenin gizli yönünü, iç yüzünü

 

338 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

bilmediğidir. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın uluhiyet makamının



yüceliğini kavrayamamaktan kaynaklanan bir cehaletin ürünüdür.

Ulu Allah onların çarpık anlayışlarını şöyle reddediyor: "Bilmiyorlar



mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor?"

Bu tür bir bilgi yani meselenin iç yüzünü bilemeden sadece dış yüzünü

bilme, duyuya dayalı bir bilgidir. Duyu ise, maddî gereçlerle

donatılmış, zaman ve mekânla sınırlı, birtakım maddî illetlerin ürünü

olan maddî bedene muhtaçtırlar. Böyle bir durum, âlemin bir

parçası olan yaratığın niteliğidir; âlemin yaratıcısının niteliği değildir.

Bu da, İsrailoğullarına ilişkin az önceki değerlendirmemize ilişkin

bir kanıttır. İsrailoğulları maddenin temel değer olduğuna

inandıkları için, yüce Allah'ı da maddî varlıklar gibi değerlendiriyorlardı.

Onun maddenin içinde etkin bir varlık olduğunu ve maddeye

üstünlük sağlayıp ona egemen olduğunu sanıyorlardı; herhangi

bir maddî illetin bir maddî malûlün üzerindeki etkinliği, egemenliği

gibi. Bu çarpık anlayış sırf Yahudilere özgü değildir.

Maddenin temel değer olduğuna inanan tüm toplulukların ortak

anlayışıdır bu. Böyleleri, Allah'ın yüce zatı ile ilgili olarak maddî

varlıklarda gördükleri; hayat, ilim, kudret, ihtiyar, irade, kaza, hüküm,

olayları plânlayıp yönetme ve karar verme gibi sıfatlarla değerlendirme

yapıyorlar. Bu öyle bir hastalıktır ki, hiçbir ilâç fayda

vermez.

 

Mucizeler ve uyarı dolu mesajlar da böyle aklını kullanmayan



top-lumlara kâr etmez. Öyle oldu ki, hak dinle alakası olmayan,

dinin sunduğu gerçeklerden habersiz olanlar, onlarla alay eder oldular.

Dediler ki: Peygamberlerinden, "Allah Âdem'i kendi suretinde

yaratıyorlar." diye rivayet eden Müslümanlara bakın, Allah'ı

Âdem suretinde yaratıyorlar (düşünüyorlar). Bunlar kendilerini

Rableri hakkında iki şeyden birini seçme mecburiyetinde görüyorlardı:

Ya maddeyle ilgili tüm hükümleri Rableri içinde geçerli bilecekler.

Tıpkı Müslümanlar arasında ortaya çıkan müşebbihe ve

müşebbihe olarak tanınmasa da bu konuda onlardan farklı düşünmeyenler

gibi. Ya da O'nun güzel sıfatlarından hiçbir şey anlamadıklarını

söyleyecek, tüm olumlu sıfatları olumsuz sıfatlara

çevirerek Allah'ın sıfatlarını anlatan kelimelerin müşterek kavramlar

olduğunu ileri süreceklerdir. Söz gelimi, "O, vardır, sabittir, â-

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 339

 

limdir, kadirdir, diridir." derken birtakım anlamlarını anlayamadığımız,



kavrayamadığımız kelimeler söylemişizdir. Bu yüzden bunların

anlamlarını olumsuza çevirmek gerekir. "O , yok olucu, gidici,

cahil, âciz ve ölü değildir" gibi.

 

Ey gören gözleri olanlar, varın siz ibret alın! Aslında bu, "Kavramadıkları



şeye inandıkları, anlamadıkları şeye ibadet ettikleri,

hem kendilerinin ve hem de hiç kimsenin akledemedikleri şeye

dua ettiklerine" ilişkin bir itiraftır. Ancak, dinî çağrının sunduğu

bilgiler, onların bu tür batıl düşüncelerden uzaklaşmalarını gerektirecek

oranda açık gerçekler içermektedir. Dinsel öğreti genel olarak

avam kesimi için teşbih ile tenzih arası bir noktada sözün

gerçeğini ve gerçeğin özünü korumalarını öngörmüştür.

Avam kesimi, "Yüce Allah şeylere benzemeyen bir şeydir. O'-

nun bilgisi vardır, ama bizim bilgimize benzemez. O'nun gücü bizim

gücümüz gibi değildir. Hayatı da bizimkine benzemez. İster,

ama bu bir arzudan dolayı değildir. O'nun konuşması da ağız kanalı

ile gerçekleşmez." demek durumundadır. Havas kesimi ise,

onun ayetlerinin üzerinde düşünmeli, dininde derin bilgiye sahip

olmalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilenlerle bilmeyenler



bir olur mu? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar." (Zümer, 9)

Havas kesiminden olan insanlar avam kesiminden olan insanlarla

aynı bilgi düzeyine sahip olmadıkları gibi, bunların yüküm-lülükleri

de bir olmaz. Eğer benimseyip uyacaklarsa kendileri ile ilgili dinî

prensip budur.

 

"Bunların içinde bir de ümmiler (okur-yazar olmayanlar) var ki, kitabı bilmezler; bütün bildikleri birtakım kuruntulardır." Ayette geçen "ümmî" kelimesi, okur-yazar olmayan demektir. "Anne" anlamındaki "ümm"e mensupluğu ifade eder.



Çünkü analık duygusallığı ve şefkati; çocuğu öğretmene gönderip onu

eğitmesine elvermemiş dolayısıyla çocuk anasının verdiği eğitimle yetinmek durumunda kalmıştır. Ayetin orijinal metninde geçen "emaniyy" kelimesi

ise, "umniyye" kelimesinin çoğuludur; "yalanlar, asılsız kuruntular"

demektir. Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler, kitabı

okuyup yazan ve onu tahrif eden grupla okuma-yazma bilmeyen

ve tahrifçilerin uydurdukları yalanlardan başka kitapla ilgili olarak

herhangi bir bilgiye sahip olmayan iki gruptan oluşuyor.

 

340 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp..." Ayetin orijinalinde



geçen ve "vay hâline" anlamını verdiğimiz "veyl" deyimi, "yok

oluş, şiddetli azap, dayanılmaz hüzün, rezil oluş ve insanın şiddetle

kaçındığı her türlü onur kırıcı alçalış anlamını ifade eder. "elİştira"

ise "satmak" demektir.

 

"Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!" İfadedeki "onlar" zamiri ya tüm

İsrailoğullarına ya da sadece "kitabı tahrir' işinde fiilen katkısı

bulunanlara dönüktür. Bunların her birine göre çıkan sonuç da

değişir. Birinci ihtimale göre, onlardan okuma-yazma bilmeyenler

de "veyl"in kapsamına girerler.

 

"Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa,



işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedi kalacaklardır." Suç (veya orijinal ifadede geçtiği şekliyle ("hata") günah kazanmaktan kaynaklanan

psikolojik bir durumdur. Suçun insanı kuşatmasının "günah

kazanma" olayından sonra söz konusu edilmesi bu yüzdendir. İnsanın

suç ve hata tarafından kuşatılmış olması durumu, kurtuluşa

giden tüm yolların kesilmesini doğurur. Suç tarafından kuşatıldığı

için, hidayet, bu adama doğru yol bulamazmış gibi. Şu hâlde bu

adam ateş halkıdır, orada sonsuza dek kalacaktır. Eğer kalbinde

imandan bir şey kalmış olsaydı veya insaf ve gerçek karşısında

boyun eğme gibi hakkı reddetmeyen huy ve melekelere sahip bulunsaydı,

bu durumda hidayet ve mutluluk ona doğru yol bulabilirdi.

Şu hâlde, "suç tarafından kuşatılma" olayı ancak Allah'a ortak

koşma söz konusu olursa gerçekleşir. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan

başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Diğer bir yaklaşımla

suç tarafından kuşatılma, ancak küfür ve Allah'ın ayetlerini

yalanlama söz konusu olursa gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidirler,

onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 39) Şu hâlde, "günah

kazanma ve suç tarafından kuşatılma" deyimi ateşte sonsuza dek

kalmayı gerektirici sebebi anlatan bir ifadedir.

Bil ki, bu iki ayet içerik olarak, "Şüphesiz müminler, Yahudiler,



Hıristiyanlar ve Sabiiler..." ayetine yakın anlamlar içermektedir.

Aradaki tek fark şudur: Bu iki ayet, yani "Kim bir günah kazanır..."

 

Bakara Sûresi / 75-82 .................................................... 341

 

ifadesi, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,



bu hususta iddiaların bir yarar sağlamayacağını açıklama

amacına yöneliktir. "Şüphesiz müminler ve..." diye başlayan ayetler

ise, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,

bu hususta isimlerin bir yarar sağlamayacağını açıklama

amacına yöneliktir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



 

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "İman edenlerle karşılaştıkları



zaman" ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir:

"Yahudiler arasında bir grup vardı ki, inatçı değillerdi ve

gerçek karşısında ayak diretmezlerdi. Müslümanlarla karşılaştıkları

zaman, Tevrat'ta yer alan Hz. Muhammed'in kimi niteliklerinden

söz ederlerdi. Yahudi toplumunun ileri gelenleri, bu tür açıklamalarda

bulunmalarını yasaklayarak, Hz. Muhammed'in (a.s)

Tevrat'ta yer alan sıfatlarından onlara söz etmeyin, yoksa

Rabbinizin huzurunda verdiğiniz bu bilgileri aleyhinize kanıt olarak

kullanılırlar, dediler. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi."

el-Kâfi'de, "Hayır, kim bir günah kazanır da..." ayeti ile ilgili

olarak İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle

dediği belirtilir: "Emir'ül-Müminin'in velâyetini inkâr ederlerse,

sonsuza dek kalmak üzere ateş ehli olurlar." [c.1, s.429, h: 82]

Ben derim ki: Buna benzer bir hadisi de Şeyh Saduk, el-Emalî

adlı eserinde Peygamber efendimize (s.a.a) dayandırarak rivayet

eder. Her iki rivayet de genel hükmün örneklerini sunma amacına

yöneliktir. Nitekim yüce Allah velâyeti güzellik, iyilik olarak nitelendirmiştir:

"De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret

istemiyorum. Ancak akrabamı sevmenizi diliyorum. Kim bir iyilik

işlerse onun iyiliğini arttırırız." (Şûrâ, 23)

Bu rivayetlerde, Mâide suresinin ilgili ayetini ele alırken açıklayacağımız

hususun dile getirilmiş olabileceği de muhtemeldir.

Orada açıklayacağımız üzere velâyet, tevhit inancının gereği olan

amelleri yerine getirmek demektir. Bunun Hz. Ali (a.s) ile bağlantılı

olarak ele alınmasının sebebi ise, bu ümmetin içinde tevhit kapısını

ilk açanın o olmasıdır. Bununla ilgili olarak yapacağımız açıklamayı

bekleyin.

 

 

342 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



 

 

Bakara Sûresi / 83-88 ..........................................................



 

83- Hani İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına

kulluk etmeyeceksiniz. Anaya, babaya, yakınlara, yetimlere,

yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı

dosdoğru kılın. Zekât verin." Sonra siz, pek azınız hariç,

(hakka) sırt çevirmiş olarak döndünüz.

 


Yüklə 6,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin