Bakara Sûresi / 153-157 ........................................
153- Ey inananlar, sabır ve namazla yardım dileyin. Muhakkak
ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
154- Allah yolunda öldürülenlere de "ölüler" demeyin; hayır,
onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz.
155- Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden
(evlatlardan) eksiltme gibi şeylerle deneriz. Sabredenleri
müjdele.
156- Onlar ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, "Biz Allah içiniz
ve O'na döneceğiz." derler.
157- İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır
ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ele aldığımız bu beş ayetin akışı bir bütünlük oluşturuyor.
Cümleler arasında sözel vurgu ve bir ahenk var. Cümlelerin ifade
ettikleri anlamlar ise, iç içe girmiş durumdadır. İlk ayetin akışı son
ayete yöneliktir, son ayetin anlamında ilk ayete göndermede bulunuluyor.
Bu da gösteriyor ki, bu ayetler ayrı ayrı zamanlarda değil
de bir kerede inmişlerdir. Ayetlerin akışı, bunların savaş emrinin
verilmesinden, cihat hükmünün bir yükümlülük olarak bildi-
526 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
rilmesinden kısa bir süre önce indiklerini gösteriyor. Çünkü bu ayetlerde
müminlerin ileride karşılaşacakları bir sınama amaçlı beladan,
başlarına gelecek bir musibetten söz ediliyor. Bu, tüm insanlar
için geçerli olan bir bela ya da musibet değildir.
Burada kastedilen genel bir sınavdan geçirmedir ki, bu, normal
ve sürekli vuku bulan bir gelişme değildir. Çünkü doğada yer
alan diğer canlılar gibi insanoğlu da bireysel olarak bazı cüz'î gelişmelerle
karşılaşır ki, bunlar sayesinde bireysel yaşanıma egemen
olan sistemde bir bozulma, bir düzensizlik meydana gelir.
Ölüm, hastalık, korku, açlık, üzüntü ve yoksunluk gibi. Bu, yüce Allah'ın
kullarının ve yarattığı tüm canlıların hayatına egemen kıldığı
bir yasadır. Dünya sürekli bir mücadele yurdudur. Varoluş yasasının
özelliği değişim ve başkalaşım-dır. Allah'ın yasasında bir değişme,
Allah'ın yasasında bir başkalaşma bulamazsın.
Bireysel sınama amaçlı bela, sınavdan geçirilen insan açısından
ağır ve istenmeyen bir olgu olmakla beraber, toplumsal nitelikli
bela ve sınama amaçlı musibetler kadar korkunç ve ürkütücü
değildir. Çünkü musibetle karşı karşıya kalan birey, başka bireylerin
gücünden destek alır. Bunlar aracılığı ile dayanıklılığını, direncini
ve kararlılığını pekiştirir. Ancak toplumsal nitelikli, kapsamlı
musibetler kamu bilincini, kamuoyunu olumsuz yönde etkiler.
Toplumsal yapılanmanın, sosyal örgütlenmenin işleyişini felç eder.
Hayat düzeni altüst olur, korku büyüyerek yayılır. Yalnızlık ürkütücü
boyutlara ulaşır. Böyle bir durum karşısında akıl ve bilinç karışır.
İnsanın kararlılığı ve direnci kırılır. Kısacası, toplumsal nitelikli
bela ve kapsamlı sınama daha meşakkatli ve sonuçları bakımından
daha acıdır. Ayetlerden anladığımız budur.
Burada sözü edilen genel musibet, toplumsal nitelikli veba
salgını ve kıtlık gibi her belayı kapsamamaktadır. Söz konusu olan,
kendi tercihleri sonucu başlarına gelecek bir beladır. Çünkü
onlar tevhit esasına dayalı dini benimsemiş ve hak içerikli davete
olumlu karşılık vermişlerdir. Bu tercihlerinden dolayı dünya ile aralarında,
özellikle de kendi ulusları ile aralarında görüş ayrılığı baş
göstermiştir. Kendilerine karşı çıkanların tek amacı, Allah'ın nurunu
söndürmek, adaleti öngören ilâhî mesajı dünya yüzünden silmek
ve hak içerikli çağrıyı etkisiz hâle getirmektir. Aradaki sür-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 527
tüşmeyi, görüş ayrılıklarını sona erdirmek için savaştan başka da
bir çözüm yolu görünmüyordu. Çünkü karşı taraf açısından mesaja
karşı kanıt sunma, dinden döndürme amaçlı baskıyı yoğunlaştırma,
saf gönüllere vesvese verme, kafaları karıştırmak için etrafa
kuşku yayma ve benzeri girişimler sonuçsuz kalmıştı. Peygamberin
mesajına kanıtla karşılık verme, vesvese, fitne ve desise
sokma din düşmanlarını tatmin edecek bir etki bırakmamıştı. Hak
içerikli mesajın yolunu tıkamak, dinin göz kamaştırıcı parlak nurunu
söndürmek için savaşmaktan başka bir çözüm kalmamıştı.
Bu, sorunun kâfirlere yönelik kısmıydı.
Din açısından ise, problem gayet açıktı. Tevhit esasına dayalı
ilâhî mesajı dünyanın dört bir yanına duyurmak, hak dini yaymak
ve bu dinin öngördüğü adil hükmü egemen kılmak, batılın kökünü
kurutmak için savaşmaktan başka seçenek yoktu. Çünkü insanoğlunun
bu dünyaya inişinden bu yana yaşanan deneyimler göstermiştir
ki, hakkın etkinliği batılın bertaraf edilmesi ile mümkündür.
Batıl ise, ancak güce dayalı darbelerle bertaraf edilebilir.
Kısacası, bu ayetlerde söz konusu sınava "Allah yolunda savaş"
deyimi ile işaret ediliyor. Bu savaş öyle bir üslupla tanımlanıyor
ki, hoşlanılmayacak bir tarafı, olumsuz bir yönü kalmıyor. Buna
göre cihat ölüm değil, hayattır. Hem de ne hayat!
Bu ayetler müminleri savaşa teşvik ediyor. Bir sınavdan
geçirileceklerini ve sabretmedikleri, meşakkatlere katlanmadıkları
sürece yük-sek derecelere ulaşamayacaklarını, Rablerinin rahmetine
ve esenliğine kavuşamayacaklarını, O'nun hidayetine
eremeyeceklerini haber veriyor. Bu zorluklar karşısında ne ile
yardım dileyeceklerini öğretiyor. Sabır ve namaz. Sabır; paniğe
kapılmanın, bozguna uğramanın, şaşkınlığa düşmenin tek panzehiridir.
Namaz ise, Rabbe yöneliştir, tüm işleri yönlendiren ilâhî
güce sarılmadır. Namaz, tüm gücün yüce Allah'a ait olduğunun
somut ifadesidir. "Ey inananlar, sabır ve namazla yardım isteyin.
Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." Bundan önce,
"Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz o Allah'a
saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 45) ayetini incelerken, sabır ve namaz
kavramları ile ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Sabır;
Kur'ân-ı Kerim'in övgüyle söz ettiği ve sık sık gündeme getirdiği
528 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
karakterlerin, durumların başında gelir. Bu kavram, yaklaşık olarak
yetmiş yerde geçer. Bir ayette, "Bunlar yapılması gereken
işlerdir." (Lokmân, 17) diye söz ediliyor bu kavramdan. "Buna ancak
sabredenler kavuşturulur. Buna ancak büyük pay sahibi olan
kimse kavuşturulur." (Fussilet, 35) denilerek, sabrın ne kadar önemsendiği
vurgulanıyor. Bir ayette de, "Sabredenlere, mükâfatları
hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10) buyuruluyor.
Namaz ise, Kur'ân-ı Kerim'de teşvik edilen en büyük ibadetlerden
biridir. Namazla ilgili olarak şöyle bir ifade kullanılıyor
Kur'ânda: "Namaz çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden
vazgeçirir." (Ankebût, 45) Yüce Allah'ın kitabında dile getirdiği hiçbir
tavsiye yoktur ki, en başında namaz bulunmasın.
Ardından yüce Allah, sabır niteliğine sahip bulunan kimseler
için: "Allah sabredenlerle beraberdir." buyuruyor. Ama namazla
ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıyor. Bundan önce yer alan,
"Sabırla ve namazla yardım dileyin. Çünkü namaz, Allah'a saygı
duyanlardan başkasına ağır gelir." denilmişti. Ama bu ayetlerin
atmosferi korkuların buluştuğu, yiğitlerin vuruştuğu bir atmosferdir.
Dolayısıyla daha önce yer alan ayetin aksine, burada "sabır"
olgusunu ön plâna çıkarmak daha uygundur. Bu yüzden, "Allah
sabredenlerle beraberdir." denilmiştir. Hiç kuşkusuz burada kastedilen
beraberlik, şu ayet-i kerimede kastedilen beraberlikten
farklıdır: "Nerede olursanız, O, sizinledir." (Hadîd, 4) Bu ayette kastedilen
beraberlik, kuşatıcılık ve yöneticiliktir. Fakat sabredenlerle
olma şeklindeki beraberlik, yardımcı olma, destekleme anlamını
ifade eder. Buna göre sabır, kurtuluşun anahtarıdır.
"Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler,
ama siz farkında değilsiniz." Denilebilir ki: Burada hitap, Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe inanan, ahirette hayatın olacağını kesin olarak bilen müminlere
yöneliktir. Hak davete olumlu karşılık verdikten ve
ahiretteki hayatı tasvir eden birçok ayeti dinledikten sonra bunların,
ölümle birlikte insanın yok olduğuna inandıklarını düşünmek
doğru değildir. Bununla beraber bu ayet-i kerime, belli bir grup için
ölümden sonra yaşamaktan söz ediyor ki, bunlar, müminlerden
olup da Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerdir. Kâfirler için
böyle bir durum söz konusu de-ğildir. Oysa ölümden sonra hayat,
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 529
herkesi kapsayan genel bir durumdur. O hâlde bu ayet-i kerimede
sözü edilen "ölümden sonra hayat"tan maksat ismin kalıcı olmasıdır,
geçen zamana rağmen hatıranın canlı kalması ve iyi bir şekilde
anılmadır. Bazı tefsir bilginleri ayeti bu şekilde yorumlamışlardır.
Yukarıdaki yorum birkaç açıdan tutarsızdır: Birincisi: Sözü edilen
bu tür bir hayat, gerçekliği bulunmayan bir kuruntudur. Hayalî
bir hayattır bu. Ve adından başka hiçbir şeyi yoktur. Böylesine kuruntuya
dayalı bir meselenin Allah'ın kelâmında yer alması O'nun
yüceliğine yaraşmaz. Ulu Allah, insanları gerçeğe çağırır ve "haktan
sonra sapıklıktan başka ne vardır." (Yûnus, 32) buyurur. Hz. İbrahim'in,
"Sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili nasib
eyle." (Şuarâ, 84) şeklindeki isteğine gelince, Hz. İbrahim burada,
hak içerikli daveti için ve dosdoğru anlatımı için kendisinden sonra
kalıcılık istiyor. Sırf güzel bir övgü ve hoş bir anılma istemesi
söz konusu değildir.
Evet, bu bozuk düşünce ve bu yalancı kuruntu, ancak materyalistlere
ve natüralistlere yakışır. Çünkü onlar, ruhların madde kökenli
olduklarına inanırlar. Ölümle birlikte insanın yok olduğunu ve
ahiret hayatının olmayacağını düşünürler. Bununla beraber, insan
fıtratının zorlaması ile ruhların kalıcılığını, ölümünden sonra mutluluk
ve bedbahtlıktan etkilendiğini dile getirirler. Bu bakımdan
özveri ve fedakârlık ile bu manevî makama ulaşmanın gerekliliğini
söylerler. Özellikle de büyük ve önemli meseleler için birtakım
insanların, başkalarının yaşaması için kendilerini ölüme atmaları
gerektiğini ileri sürürler. Ancak eğer bir kişi, ölmesi ile birlikte yok
olacaksa, (özellikle ölümün yok olmak olduğuna inananlar açısından)
bu durumda bir insanın başkalarının yaşaması için kendisini
yokluğa atmasının hiçbir mantıklı dayanağı, hiçbir haklı gerekçesi
olmaz. Sırf başkaları adalete göre yararlansın diye, kendini zorla
elde edebileceği lezzetlerden yoksun bırakması için hiçbir neden
kalmaz. Çünkü akıllı insan bedelini almadıkça hiçbir şey vermez.
Fakat başkalarının yaşaması uğruna ölmek, başkaları faydalansın
diye kendini yoksun bırakmak gibi almadan vermek ve tutmadan
bırakmak insan fıtratının kabul etmediği bir durumdur.
530 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Maddeciler bunu fark edince, bu noksanlık onları söz konusu
yalana dayalı kuruntuları uydurmaya zorladı. Ne var ki, bu kuruntuların
hayal âleminden ve evham vadisinden başka bir yerde gerçekliği
yok-tur. Diyorlar ki: Kuruntuların tutsaklığından kurtulmuş
özgür insan kendisini vatanına ya da onurlanacağı her olguya feda
etmelidir ki, övgüyle anılmak, hatırlanmak suretiyle sonsuz hayata
kavuşabilsin. Toplum ve uygarlığın ayakta kalabilmesi ve toplumsal
adaletin sağlanabilmesi için, kişi bazı çıkarlarından ve
zevklerinden fedakarlık edip başkalarının yararlanması uğruna
bunlardan yoksun kalmasını bilmelidir ki, onurlu ve yüksek bir hayata
kavuşabilsin.
Doğrusu ben, maddî bir bileşim olarak düşünülen, tüm özellikleri
maddeye ayarlı olan, hayatı ve bilinci de maddî hayata bağlı
olan bir insan, yok olup gittikten sonra, bu hayata ve bu onura nasıl
kavuşabilecek, bunu nasıl algılayabilecek ve bundan nasıl zevk
duyabilecek, anlayabilmiş değilim! Aslında bu, asılsız bir kuruntudan
başka bir şey değildir.
İkincisi: Ayetin son cümlesi olan "Ama siz farkında değilsiniz."
ifadesi, yukarıdaki yorumla uyuşmuyor. Böyle bir sonuç çıkarmak
için ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Onlar iyi nitelikleriyle anıldıkları
ve kendilerinden sonra insanların övgülerine mazhar oldukları
için diridirler." Hiç kuşkusuz teselli verme ve gönlü hoş tutma amacı
ile böyle bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun olurdu.
Üçüncüsü: Aynı zamanda bu ayetin de açıklaması niteliğinde
olan ve öldürüldükten sonraki hayatlarını tasvir eden başka ayetler,
bu yorumun aksini ifade etmektedirler: "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler ve Rableri yanında
rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) ayeti ile başlayan birkaç ayet,
bize bu hayatın gerçek olduğunu ve bir değerlendirmeden ibaret
olmadığını bildiriyor.
Dördüncüsü: Resulullah efendimiz (s.a.a) döneminde, bazı
Müslümanların ölümün hemen ardından başlayan bu hayattan
haberdar olmamaları pek uzak bir ihtimal değildir. Kur'ân-ı Kerim'de
açıkça ifadesini bulan ve başka türlü te'vili mümkün olmayan
husus, sadece kıyamet günü gerçekleşecek olan diriliş olgusudur.
Ölüm ve haşir arası berzah hayatına gelince, Kur'ân'ın açık-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 531
ladığı gerçek bilgilerden olmakla birlikte, Kur'ân'dan zorunlu olarak
edinilen ve bilinmesi aynı kesinlikle zorunlu olan bir husus değildir.
Nitekim Müslümanlar arasında bu hususta bir görüş birliği
yoktur. Hatta günümüzde bile bazıları bunu inkâr etmektedirler.
Bu düşüncede olanlar ruhun bütünüyle maddeden soyutlanmadığına
ve insanın ölümle birlikte, bedeninin çürümesi sonucu hayatı
kesin biçimde son bulduğuna, sonra yüce Allah onu kıyamet günü
hesaplaşma amacı ile dirilttiğine inanırlar. Bu yüzden diyoruz ki,
bu ayette şehitlerin berzah âleminde diri olduklarının açıklanmasının
sebebi, belki de, bir kısmının bu gerçeği bilmesine rağmen,
diğer bir kısım Müslümanın bundan habersiz olmasıdır.
Kısacası; bu ayette işaret edilen hayat, gerçek bir hayattır,
takdirî bir hayat değildir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde
kâfirin ölümünden sonraki hayatını yokoluş ve yıkım olarak nitelendirmiştir.
Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Kavimlerini
de helâk yurduna kondururlar." (İbrâhîm, 28) Aynı konuya
işaret eden daha birçok ayet vardır. Şu hâlde ölümden sonraki hayat,
mutluluk sürdürülen bir hayattır. Bu hayatı yaşayanlar da özellikle
müminlerdir.
Bu hususa yönelik olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahiret
yurdu, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi." (Ankebût, 64) İnsanlar
bunu bilemezlerdi. Çünkü duyu organları ve algılama cihazları, ancak
dünyevi maddî hayatı algılayabilecek kapasitedeydi. Maddî
hayatın ötesini algılayamadıkları için, onlarca yokoluş ile hayat
ötesi arasında bir fark yoktu. Bu yüzden öteyi yokoluş olarak tanımladılar.
Onların bu kuruntusu, dünyada mümin ve kâfir arasında
ortak bir durumdur. Bu yüzden yüce Allah ayette, "onlar diridirler;
ama siz farkında değilsiniz." buyuruyor. Yani siz kapasiteleri
maddî dünya ile sınırlı olan duyu organlarınızla bu hayatı algılayamazsınız,
hissedemezsiniz.
Nitekim bir başka ayette, "İşte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi."
buyuruluyor. Yani kesin bir kavrayışla algılayıp bilselerdi. Bir
diğer ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Hayır, kesin bilgi ile
bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsür, 5-6)
532 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bu açıklamaların ışığında diyebiliriz ki -doğrusunu Allah
herkesten daha iyi bilir- ayeti şöylece anlamlandırmak gerekir:
Allah yolunda öldürülenlere, ölüler, demeyiniz. Ölüm kavramının
sizde uyandırdığı düşünceye dayanarak onların yok olduklarına,
karanlığa gömüldüklerine inanmayın. Onların ölümlerini sahip
olduğunuz hayatla karşılaştırıp da o yönde bir karar vermeyin.
Duyu organlarınızın algısına dayanarak onlara "ölüler" demeyin.
Çünkü onlar hayatın sona ermesi, canlılığın iptali anlamında ölü
değildirler. Tam tersine onlar diridirler, fakat sizin duyu
organlarınızın kapasitesi bunu algılayacak ve fark edecek
durumda değildir. Bütünü, en azından büyük bir çoğunluğu,
insanın ölümünden sonra hayat sürdürdüğüne ve zatın yok
olmadığına inandıkları hâlde, bu ifadenin müminlere yöneltilmesi,
bildikleri bir hususa dikkatlerini yeniden çekilmesi amacına
yöneliktir. Bu uyarı ile eğer bir öldürülme durumu ile karşılaşacaklarsa
içlerindeki sıkıntı, huzursuzluk ve kalplerindeki endişe gideriliyor.
Çünkü, bu ilâhî açıklamadan sonra, öldürülen kişinin akrabaları
açısından tek üzüntü verici durum olarak, şu dünya hayatındaki
kaç günlük ayrılık kalıyor. Bu ise, öldürülen kişinin kavuştuğu ilâhî
hoşnutluk, mut-lu bir hayat, kalıcı nimet ve yüceler yücesi Allah'ın
rızası yanında bir hiç mesabesindedir.
Bu ayet-i kerime üslup olarak yüce Allah'ın Peygamber efendimize
(s.a.a) yönelttiği şu hitaba benziyor: "Gerçek Rabbinden
gelendir, artık kuşkulananlardan olma." (Bakara, 147) Oysa
Resulullah efendimiz (s.a.a) Rabbinin ayetlerine kesin bir bilgiye
dayanarak inanan ilk kimsedir. Ne var ki, bu tür bir ifade tarzıyla
verilmek istenen mesajın belirgin biçimde ön plâna çıkarılması ve
hiçbir gönülde en ufak bir kuşku kırıntısına yer bırakmayacak şekilde
açığa kavuşturulması amaçlanmaktadır.
BERZAH HAYATI
Tefsirini yaptığımız bu ayet-i kerime, açık biçimde insanın berzah
âleminde bir tür hayat sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. Aynı
anlam şu ayet-i kerime tarafından da pekiştirilmektedir: "Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma; hayır, onlar diridirler,
Rableri yanında rızklanırlar." (Âl-i İmrân, 169) Bu hususla ilgili ola-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 533
rak birçok ayet örnek olarak sunulabilir. En ilginç olanı da bazı
kimselerin ayetle ilgili olarak şu açıklamada bulunmuş olmalarıdır:
"Bu ayet Bedir savaşı şehitleri hakkında inmiştir: Bu hayat sırf
onlara özgü bir ayrıcalıktır. Onların dışında kimse bu nimete
kavuşamaz."
Bazı tefsir bilginleri, son derece yerinde bir kararla, "Sabırla ve
namazla yardım dileyin." ayetini tefsir ederlerken, bu tür söylentilere
katlanma hususunda kendilerine sabır vermesi için yüce Allah'a
yalvarmışlardır.
Keşke, bu insanların bu tür sözlerle ne kastettiklerini bilseydim?
Keşke, insanın öldükten veya öldürüldükten sonra yok olduğuna
ve maddî vücudunun, ruhsal ve bedensel terkibinin çözüldüğüne
inanmalarına karşın, Bedir şehitleri hakkında ne tür bir hayat
tasavvur ettiklerini bilseydim?
Yoksa, onlar için tasavvur ettikleri hayat bir mucize midir? Ve
yüce Allah, Resul-i Ekrem'den, diğer peygamberlerden ve Allah'a
yakın olmuş velilerden ayrı olarak sırf onlar için mi öngörmüştür
bu hayatı? Ölüm yokoluşundan sonra sadece Bedir şehitlerine mi
kalıcılık bahşetmiştir? Bu bir mucize değildir, tersine imkânsızlığı
zorunlu olan bir icattır. İmkânsız bir hususta mucize söz konusu
olamaz. Akıl açısından zorunlu olan bu hükmün (yokoluştan sonra
varlıklarının sürdürülmesi) olanca açıklığına rağmen geçersiz olduğu
farz edilirse, o zaman aklın zorunlu, zorunsuz hiçbir hükmüne
güvence kalmaz.
Yoksa, bunlara göre şehitler için; duyu organlarının hükmü açısın-
dan bir istisna mı söz konusudur? Yani duyu organları bu şehitler
hak-kında yanılıyorlar mı?
Çünkü onlar yaşıyorlar, yiyorlar, içiyorlar ve diğer nimetlerden
yararlanıyorlar; ama duyu organlarının algılama kapasitelerinin
dışındadırlar. Duyu organlarının onların durumundan algıladığı husus,
onların öldürülmeleri, organlarının kesilmesi, duyularının devre
dışı kalması ve bedensel ve ruhsal terkiplerinin çözülmesidir.
Böyle olunca da duyu organları meseleyi kavrama noktasında,
daha başından itibaren yanılmışlardır demektir. Şayet duyu organlarının
bu tür hatalar yapmaları normal kabul edilse, bu durumda
duyuların bazen doğruyu, bazen de eğriyi tutturmaları söz konusu
534 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
olur ve bunun hangi olgularla ilgili olacağı kesin olarak bilinemez.
Bu durumda da duyuların güvenilmezliği söz konusu olur.
Eğer bu hususta ilâhî irade belirleyici ise, onun taalluk etmesi
için de bir başka belirleyici gereği doğar. Yine de problem -yani
kavrayışa ve algılayışa güvenmeme durumu- devam eder. O zaman
olmamışı olmuş ve olmuşu da olmamış gibi görmemiz normal
olur. Aklı başında bir insan böyle bir saçmalığı kabul eder mi?
Acaba bu bir safsata değil midir?
Bu düşünce bir grup modernist tarafından bir ekol hâlinde
temsil edilmektedir. Diyorlar ki: Duyu organlarımızca algılanamayan,
ama kitap ve sünnette zahirî olarak işaret edilen melek,
müminlerin ruhları gibi olgular, doğal ve maddî olgulardırlar. Latif
cisimler oldukları için, yoğunlaşmış cisimlere hulul edebilirler, onların
içine girebilirler. Yani insan veya başka bir varlığın şekline girebilirler.
Söz gelimi, insana özgü tüm faaliyetlerde bulunabilirler.
Bizim için söz konusu olan güçler onlar için de geçerlidir. Ne var
ki, bunlar doğa kanunlarına tâbi değildirler. Yani, değişim, başkalaşım,
bileşim, ayrışım, iki doğal fenomen olan hayat ve ölüm bunlar
için söz konusu değildir. Yüce Allah dilediği zaman bunları bizim
duyularımızın algılama alanına sokar. Dilemediği zaman ya
da görünmelerini istemediği zaman da bunları bize göstermez.
Bu, duyular ya da söz konusu olgular açısından belirlenemez, tamamen
bağımsız bir irade işidir.
Bu tür bir anlayışa sahip olmaları, olgular arasındaki sebepsonuç
ilişkisini kabul etmemelerinden kaynaklanıyor. Eğer bu yalancı
kuruntu doğru kabul edilse, dinî öğretiler bir yana, tüm aklî
gerçekler ve tüm ilmî hükümler geçersiz olur; onların doğal maddî
etkileme ve etkilenmeden uzak olan sözüm ona saygın ve latif cisimlerine
sıra gelmez bile.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre,
ayet-i kerime berzah hayatının varlığına işaret ediyor. Bu hayatın
bir diğer adı da "kabir âlemi"dir. Ölümle kıyamet arası orta âlem.
Bu âlemde ölü kıyamet kopana kadar ya azap görür ya da
nimetlendirilir.
Aynı hususa işaret eden ayetlere gelince; bir ayette ulu Allah
şöyle buyuruyor: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma;
Dostları ilə paylaş: |