Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 125
gisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken
sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin."
(Âl-i İm-rân, 44) "İşte Meryem oğlu İsa! Şüphe edip ayrılığa
düştükleri, gerçek söz budur." (Meryem, 34) Bunlar gibi daha birçok
ayet vardır.
Gelecekte yaşanacak olaylara ilişkin haberler de yer alır,
Kur'ân-ı Kerim'de. Şu ayette olduğu gibi: "Rumlar yenildi. En yakın
bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç
yıl içinde." (Rûm, 2-4) Şu ayetlerde de Peygamberimizin Medine'ye
hicretinden sonra, Mekke'ye tekrar döneceği önceden haber verilmiştir:
"Kur'ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek
yere döndürecektir." (Kasas, 85) "Allah dilerse güven içinde, başlarınızı
tıraş ederek ve kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz."
(Fetih, 27) "O geri bırakılanlar, ganimetleri almak için
gittiğiniz zaman, 'Bizi bırakın, sizinle beraber gelelim.' diyeceklerdir."
(Fetih, 15)
Şu ayetleri de aynı kategoride değerlendirmeliyiz: "Allah seni
insanlardan korur." (Mâide, 67) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu
da elbette biziz." (Hicr, 9) Ve bunlar gibi müminlere yönelik
ileriye dönük vaatler ve Mekkeli kâfir ve müşriklere yönelik tehditler
içeren birçok ayet vardır ki, aynen tahakkuk etmişlerdir.
Bunun yanı sıra Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri, kimi toplumların
ve kimi gelişmelerin işaretlerini, belirleyici özelliklerini içermektedir:
"Helâk ettiğimiz bir ülkeye artık dünya hayatı haramdır.
Onlar bir daha geri dönemezler. Nihayet Ye'cuc ve Me'cuc
setleri açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği ve gerçek vaadin
yaklaştığı zaman, birden inkâr edenlerin gözleri donup kalır: Vah
bize, biz bundan gaflet içinde idik. Biz gerçekten zalim kimseler
idik.' (Enbiyâ, 95-97) "Allah sizden, inanıp salih amel işleyenlere
vaat etti: Onları yeryüzünde hü-kümran kılacak." (Nûr, 55) "De ki:
O, sizin üzerinize, üstünüzden bir azap göndermeye kadirdir."
(En'âm, 65)
Şu ayet-i kerimeler de aynı kategori içinde değerlendirilirler:
"Rüzgarları, aşılayıcı olarak gönderdik." (Hicr, 22) "Orada her şeyden
ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik." (Hicr, 19) "Dağları birer
kazık kılmadık mı?" (Nebe, 7) Bu ayetlerin içerdikleri bilgiler,
Kur'ân'ın indiği dönemlerde bilinmeyen bilimsel gerçeklere da-
126 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yanmaktadır. Söz konusu gerçekler üzerindeki bilinmezlik perdesi
ancak son çağlarda bilim alanındaki gelişmelerden sonra aralanabilmiştir.
Mâide suresinde yer alan şu ayet-i kerime de gayb âlemine ilişkin
bilgiler içermektedir. (Bu yöntem, Kur'ân ayetlerinin bazısını
bazısına uyarlama, bazısını bazısına tanık olarak öngörme esasına
dayanan tefsir anlayışının özelliklerinden biridir.): "Ey inananlar,
sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle
bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da onu severler."
(Mâide, 54) Yûnus suresinde yer alan bir ayette de şöyle buyurulur:
"Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince
aralarında adaletle hükmolu-nur ve onlara hiç
zulmedilmez." (Yûnus, 47) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca
dine çevir: Allah'ın yaratışına, ki insanları ona göre yaratmıştır."
(Rûm, 30) Bunlar gibi, gelecekte İslâm ümmetinin veya tüm
dünyanın tanık olacağı olayları haber veren birçok ayet vardır.
Tüm bu haberler, Kur'ân'ın indiriliş döneminden sonrasını ilgilendirmektedir.
İnşaallah, İsrâ suresinin ilgili ayetinde bu konuyu etraflıca
irdeleyeceğiz.
Kur'ân'ın, Çelişkilerden Uzak Olduğunu Söyleyerek Meydan
Okuması
Kur'ân-ı Kerim, kimi ayetlerde de kendi içinde çelişki barındırma-
dığını vurgulayarak meydan okur: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri)
üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından
gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ,
82) Evren zorunlu olarak maddî niteliklidir, ona egemen olan yasa
da dönüşüm ve tekâmül yasasıdır. Şu hâlde, bu evrenin bir parçası
olarak varolan her şey, aşamalı bir varoluş süreci yaşar; zayıflıktan
güçlülüğe, eksiklikten olgunluğa yönelir. Bu yöneliş, o şeyin
hem özünde ve hem de özüne bağlı unsurlarda, davranış ve eylemlerinde
söz konusudur. İnsan da bu süreci yaşar; varoluşu, eylemleri
ve eylemlerinin sonuçları itibariyle dönüşüm hâlindedir,
tekâmül etmektedir. Fikir ve kavrayış noktasında da bu kural geçerlidir.
Aramızda hiç kimse yoktur ki, kendisini bugün dünden
daha olgun, daha yeterli görmesin. Yine hepimiz, ikinci anımızda
Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 127
birinci anımızdaki söz ve davranışlarımızdaki sürçmelerimizle karşılaşmaktayız.
Bu, bilinçli bir insan olarak kendini tanıyan herkesin
kabul edeceği, inkâr edemeyeceği bir realitedir.
Bu kitabı, Peygamberimiz dönem dönem insanlara sunmuş,
yirmi üç yıl boyunca, değişik şartlarda, farklı ortamlarda, Mekke'-
de, Medine'de, zaman zaman gece, zaman zaman da gündüz, yolculukta,
mukimlikte, savaşta, barışta, zor günlerde, zafer günlerinde,
güvenli dönemlerde, korkulu anlarda, ilâhî bilgileri sunmak,
üstün ahlâkın kurallarını öğretmek, ihtiyaç duyulan her konuda
dinî hükümleri yasalaştırmak amacıyla parça parça insanlara okumuştur.
Buna rağmen benzeşen söz diziminde en ufak bir çelişki,
birbirini tutmazlık söz konusu değildir. Nitekim kendisi, kendisini
"(ayetleri) birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap"
[Zümer, 23] olarak nitelendirmektedir. Sunduğu bilgiler, koyduğu
temel ilkeler ve ahlâk kuralları açısından tek bir uyuşmazlık, birbirini
çürütme meydana gelmemiştir. Tam tersine, ayetleri birbirlerini
tefsir eder, birbirlerinin kapalı noktalarını açıklar niteliktedir.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kur'ân'ın bir kısmı bir
kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık eder."1 Eğer
Kur'ân Allah'tan başkası tarafından ortaya konulmuş bir eser olsaydı,
ifade tarzının bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha güzel
olacaktı, sözün vurgusu ve etkinliği bakımından bazı yerleri diğer
bazı yerlerinden daha parlak olacaktı. Sunduğu bilgiler, koyduğu
ilkeler ve kurallar da doğruluk ve yanlışlık, sağlamlık ve çürüklük
noktasında farklılık arzedecekti.
Denebilir ki: Bu, salt bir iddiadır ve bir kanıta da dayanmıyor.
Çünkü Kur'ân'da birçok çelişkilere ve anlaşılmaz ifadelere rastlanmıştır.
Bunlar bir araya getirilse, ciltler dolusu kitap eder. Bunların
bir kısmı, ifade biçimiyle ilgili ve belâgat açısından birer kusur
sayılan sorunlardır. Bir kısmı da manevî anlamla ilgili ve
Kur'ân'ın görüşleri ve öğretilerinin yanlışlığını ortaya koyan çelişkilerdir.
Gerçi Müslümanlar bunlara cevap vermişlerdir ama, bu cevaplar
gerçekte yorumdan öteye gitmezler, tutarlılık esasına ve orijinalitesi
bozulmamış fıtrat duyarlılığına göre bir değer ifade etmezler.
-------
1- [Nehc'ül-Belâğa, hutbe:133]
128 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Buna karşılık olarak ben de derim ki: İşaret edilen çelişkiler ve
anlaşılmaz ifadeler, açıklamalarıyla ve doyurucu cevaplarıyla birlikte
tefsir kitaplarında yer alırlar. Bu kitapta da yeri geldiğinde bu
sorunlara değinilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, delili olmayan boş
bir iddiadan öteye gitmemektedir.
Kur'ân'da anlaşılmaz şeyler olduğunu ya da onda çelişki bulunduğunu
iddia eden kimselerin, geniş tefsir kitaplarında cevaplarıyla
birlikte değinilmemiş tek bir sorunları bulunmamaktadır.
Ne var ki onlar, sorunları almış, bir araya toplamış, düzene sokmuş,
ama cevaplarına değinmemişlerdir. Ne güzel söylemişler:
"Eğer sevgi gözü (kusurları görememekle) suçlanıyorsa, (erdemleri
görmeme noktasında da) kin gözü daha çok suçlanmaktadır."
Denebilir ki: Peki Kur'ân'daki "nesh" olgusuna ne dersin?
Çünkü bizzat Kur'ân onun geçerliliğinden söz ediyor: "Biz bir ayeti
neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun
benzerini getiririz." (Bakara, 106) "Biz bir ayetin yerine başka
bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indirdiğini çok iyi biliyor-..."
(Nahl, 101) Şimdi, ifade tarzı açısından bu değişikliklerin bir
çelişki sayılmayacağını kabul etsek bile, nesih görüş değişikliği
değil de nedir?
Buna karşılık olarak ben de derim ki: Kur'ân-ı Kerim'deki nesih
olgusu, ifade tarzı açısından bir çelişki olarak değerlendirilemeyeceği
gibi, bakış açısı ve hüküm değişikliği olarak da
değerlendirilemez. Bunun açıklanması şöyledir: Bakarsın, olumlu
koşullar gereği verilen bir hüküm bir güne uygun düşer de, koşulların
değişmesi sonucu bir başka güne uygun düşmez. Bu durumda,
o günün koşullarına uygun düşen yeni bir hüküm yürürlüğe
konur.
Bunun en açık kanıtı, Kur'ân-ı Kerim'de, içerdikleri hükümleri
yürürlükten kaldırılan ayetlerde, sözlü olarak bu ayetlerin içerdikleri
hükümlerin ileride yürürlükten kaldırılacağının ima edilmiş
olmasıdır. Örneğin, hükmü yürürlükten kaldırılan bir ayette şöyle
buyuruluyor: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan
dört erkek şahit isteyin; eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm
alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evler-
Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 129
de tutun (hapsedin)." (Nisâ, 15) (Son cümlenin içerdiği ima dikkat
çekicidir.) Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Ehlikitap'tan
birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki
kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir
olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoş
görün." (Bakara, 109) Görüldüğü gibi, ifadenin son cümlesi, onlara
karşı takınılacak tavra ilişkin hükmün geçici olduğunu ima ediyor.
Kur'ân'ın, Belâgatiyle Meydan Okuması
Kur'ân-ı Kerim, ifade tarzının belâgat ve etkinlik açısından
erişilmez olduğunu vurgulayarak bu alanda da karşıtlarına meydan
okuyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru
söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin;
Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Eğer size cevap
veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir ve O'ndan
başka ilâh yoktur. Artık Müslüman oluyor musunuz?" (Hûd, 13-14)
Ayetler Mekke'de inmiştir. "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De
ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin
ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini
kavrayamadıkları, te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar."
(Yûnus, 38-39) Bu ayetler de Mekke'de inmişlerdir.
Bu ayetlerde, Kur'ân ifadelerindeki belâgat ve düzen açısından
bir meydan okuma söz konusudur. Çünkü o dönemde Kur'ân'ın
muhatabı olan öz Arapların en belirgin özellikleri, belâgatte ileri
gitmiş olmalarıdır. Nitekim tarih, belâgat ve fesahat alanında, açık,
anlaşılır ve etkileyici söz söyleme sanatı açısından öz Arapları
geride bırakan eski ve yeni bir ulustan söz etmez. Araplar, güzel,
yeterli, anlaşılır hâl ve makama uygun konuşma sanatı açısından
eski-yeni tüm ulusları geride bırakmışlardı.
İşte Kur'ân onları gayretkeşliğe itecek ve içlerindeki asabiyet
damarını kabartacak şekilde, onlarla özdeşleşmiş bir alanda onlara
meydan okuyor. Gururları, başkalarının karşısında eğilmemeleri,
ürünlerinin küçük görülmesini kabullenmemeleri, onların karakteristik
özellikleriydi. Bu meydan okumanın üzerinden uzun
zaman geçmiş, ama onlardan ses çıkmamıştı; gün geçtikçe çaresizlikleri
biraz daha belirginleşmişti. Bu meydan okumanın karşı-
130 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sında sadece saklanıyorlardı, köşe bucak kaçıyorlardı. Nitekim
yüce Allah, onların bu durumlarını şöyle tasvir ediyor: "İyi bilin ki
onlar, ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler.
İyi bilin ki onlar, örtülerine büründükleri zaman, Allah onların
içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir." (Hûd, 5)
Bu meydan okumanın üzerinden bin dört yüzyılı aşkın bir süre
geçmiş olmasına rağmen, kimse onun bir benzerini getirebilmiş
değildir ve kimse ona karşı çıkabilmiş değildir. Çıkanlar da rezil
olmuşlardır, gülünç duruma düşmüşlerdir.
Kur'ân'a karşı çıkmaya yönelik bazı girişimlerin olduğu bilinmektedir.
Söz gelimi yalancı Müseyleme "Fil" suresine nazire yaparak
şöyle demiştir: "Fil; nedir fil? Nereden bileceksin ki, nedir
fil? Onun sert bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır." Yalancı kadın
peygamber Seccah'a hitap olarak da şöyle der: "Onu bir şekilde
siz kadınlara girdiriyoruz ve yine onu bir şekilde siz kadınlardan
çıkarıyoruz." Şu saçmalıklara ve hezeyanlara bakıp da ibret alın.
Şu da bazı Hıristiyanların Fâtiha suresine karşı uydurdukları bir
sözdür: "Rahman'a hamdolsun. O, kâinatın Rabbidir, cezalandıran
meliktir. İbadet sana ve yardım sendendir. Bizi iman yoluna ilet."
Ve bunların benzeri tutarsız bir sürü hezeyan ve söylence ortaya
atılmıştır.
Denebilir ki: İnsan zekâsının ortaya koymuş olduğu söz, nasıl
insan açısından mucize düzeyinde olabilir? İnsan zekâsından kendisinin
kavrayamadığı bir şeyin sızması mümkün müdür? Oysa fail
fiilinden daha güçlüdür, bir eseri ortaya koyan, eserini kuşatmış
durumdadır. Başka bir ifadeyle, sözü anlamın alâmeti hâline getiren
insanın kendisidir. Çünkü toplumsal ihtiyaç, insanı içindekini
başkalarına anlatma zorunluluğunu doğurur. Dolayısıyla, sözdeki
anlamı ortaya çıkarma (keşif) özelliği itibarî, sözleşmeli ve anlaşmalı
bir özelliktir. İnsan zekâsının ürünü olan bu özelliğin, insan
zekâsının sınırlarını aşıp zekâ tarafından kavranamayacak bir olağanüstülüğe
ulaşması muhaldir. Şu hâlde, herhangi bir sözün
zekâ tarafından kavranamayacak bir anlamın ortaya çıkarması da
muhaldir. Aksi takdirde söz, itibarî bir alâmet olmaktan çıkar.
Eğer "Sözel terkiplerin arasında, mucize düzeyine ulaşan bir
terkip vardır." dense, bu demektir ki, kastedilen anlamlardan her
Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 131
birinin, eksiklik ve mükemmellik, fesahat ve belâgat açısından
farklılık gösteren birçok terkibi vardır. Bu terkiplerin arasında, son
derece etkin, en üst düzeyde bir terkip vardır ki beşer gücünü aşa.
Mucize olan da bu terkiptir işte. Bunun gereği, ifade edilmek istenen
her anlam açısından mucize niteliğine sahip tek bir terkibin
olduğudur. Oysa Kur'ân-ı Kerim'in bir anlamı değişik ifadelerle ve
farklı terkiplerle dile getirdiği çokça görülmektedir. Peygamberler
kıssalarında bu tür sözel değişikliklere rastlamak mümkündür.
Eğer Kur'ân'ın sözel terkipleri mucize nitelikli olsaydı, o zaman ifade
edilmek istenen her anlam için, her zaman aynı sözel terkip
kullanılmalıydı, başkası değil.
Ben derim ki: Bu iki şüphe ve benzeri diğer şüpheler, bazı araştırmacıları,
Kur'ân'ın sözel mucizeliğini Allah'ın caydırması, engellemesiyle
açıklamaya itmiştir. Bunu derken şunu kastediyorlar:
Kur'ân-ın ya da bir veya birkaç suresinin bir benzerini getirmek, insan
açısından imkânsız bir şeydir. Kur'ân'da yer alan meydan
okuyucu ayetler ve yüzyıllardır Kur'ân'a karşı çıkanların bu husustaki
çaresizlikleri bunu ortaya koyuyor. Fakat bu demek değildir
ki, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadeler insan gücünün üstündedirler.
Bilâkis, Kur'ân'da yer alan tüm ifadeler, insanlarca söylenebilecek
türden ifadelerdir. Meselenin özü şudur:
Yüce Allah, insanları Kur'ân'a karşı çıkmaktan, onun bir benzerini
ortaya koymaya kalkışmaktan alıkoyuyor, onları böyle bir girişimde
bulunmaktan caydırıyor. Çünkü ilâhî irade beşer iradesine
egemendir. Amaç, peygamberlik mucizesini korumak ve peygamberlik
misyonunun dokunulmazlığını sağlamaktır.
Yukarıdaki iddia yanlıştır ve meydan okumaya ilişkin ayetlerin
ifade ettiği gerçeklerle uyuşmaz: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu
diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on
uydurulmuş sure getirin; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de
çağırın.' Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle
indirilmiştir." (Hûd, 13-14) Bu son cümleden anlaşılıyor ki, meydan
okuma ile verilmek istenen mesaj, Kur'ân'ın Peygamber tarafından
uydurulmadığı, onun Allah'ın bilgisi dahilinde indiğidir. Onun
şeytanlar tarafından indirilmediğini vurgulamaktır. Nitekim
yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu
132 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Eğer doğru söylüyorlarsa, onun
gibi bir söz getirsinler." (Tûr, 33-34)
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Onu şeytanlar indirmedi.
Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar
işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (Şuarâ, 210-212) Hâlbuki onların
sözünü ettikleri caydırma ve vazgeçirme, Kur'ân'ın Allah katından
indirilmiş bir kitap oluşuna değil, sadece Peygamberimizin (s.a.a)
peygamberlik mis-yonunun doğruluğuna yönelik bir kanıt oluşturur.
Yukarıda sunduğumuz ayetle aynı mesajı içeren bir ayet de
şudur: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru
söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan
başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları,
te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar."
(Yûnus, 38-39)
Bununla da açıkça anlaşılıyor ki, imkânsızlığı ifade edilen şey,
insanların Kur'ân'a benzer bir kitap getirebilmeleridir, hem kendilerinin
ve hem de kendilerine bu hususta yardım edecek herkesin
buna güç yetirebilmeleridir. Çünkü Kur'ân, bilgisini kuşatmadıkları,
te'vilini bil-medikleri bir kitaptır. Onun bilgisini ancak yüce Allah
kuşatabilir. Bu yüzden de ona karşı çıkmamakta, bir benzerini getirememekteler.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri)
üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından
gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ,
82) Bu da gösteriyor ki, insanları Kur'ân'ın benzerini ortaya koymaktan
âciz kılan unsur, Allah'ın insanların onda çelişki bulmalarına
engel olması değil, onun kendi içinde birbirini tutmaz şeyler
barındırmasıdır; sözel ve anlamsal olarak bir çelişkinin Kur'ân'da
yer almamasıdır. Bu yüzden Kur'ân'ın mucizeliğini, Allah'ın gönüllerde
tasarruf ederek insanları ona karşı çıkmaktan caydırmasına
bağlanmak kesinlikle yanlıştır, itibar etmemek gerekir.
Bu mukaddime aydınlandıktan sonra söz konusu iki şüphenin
asıl cevabına geçelim. Birinci şüphede şöyle deniyordu: Belâgat
sözün niteliklerindendir. Söz ise insan zekâsının icat ettiği bir şeydir.
Dolayısıyla sözün insan zekâsının kapasitesini aşması mümkün
değildir. Çünkü söz zekânın ürününden başka bir şey değildir.
Bakara Sûresi / 21-25 .......................................................... 133
Bu yaklaşıma verilecek cevap şudur: Söz açısından insan
zekâsıyla ilgili olan şey, lafızların tek başına ifade ettikleri anlamlardır.
Ancak zihindeki anlamı, zihinde olduğu biçimde, tam veya
eksik olarak, açık veya kapalı olarak anlatabilmek için kelimeleri
sıralayıp cümle kurmak, aynı şekilde, ifade edilmek istenen anlamı,
tüm bağlantılarıyla, öncülleriyle, ilintileriyle ya da bunların
bir kısmıyla realiteye uygun olabilecek şekilde zihinde şekillendirmek,
kelimeleri anlamlar karşılığında vazetmekle, kelimelere
mana yüklemekle ilgisi bulun-mayan bir meseledir. Bu, bir yandan
ifade etme ve belâgat sanatındaki maharete, kelimeleri sıralayıp
güzel cümleler kurma yeteneğine, öte yandan da zihnin dış âlemdeki
anlatılan olguyu tüm yönleriyle, gerekleriyle ve bağlantılarıyla
algılamasındaki inceliğe, dikkatine bağlı olan bir şeydir.
Dolayısıyla meselenin üç yönü vardır. Bunlar, bir varlıkta aynı
anda bulunabildikleri gibi, birbirlerinden ayrı olarak da bulunabilirler.
Örneğin, bir insan herhangi bir dilin istisnasız tüm kelimelerini
bilebilir, ancak konuşma yeteneğine de sahip olmayabilir. Bir insan
da, söz ve ifade sanatında uzmanlaşmış olduğu hâlde, bilgi ve
kültür yönünde yetersiz olabilir. Böyle bir insan, tüm anlamları kuşatıcı,
doyurucu bir konuşma yapamaz. Bir başka insan da, bilgi
ve kültür açısından büyük bir birikime sahip olabilir, keskin bir zekâsı
ve duyarlı bir fıtratı olabilir. Fakat içindeki birikimi açık ve anlaşılır
bir dille insanlara aktarmaktan, gözlemlediği güzellikleri ve
göz alıcı manzaraları verdikleri mesajlarla birlikte, büyüleyici kelimelere
yükleyip anlatmaktan âciz olabilir.
Bu üç olgudan yalnızca birincisi, insanın toplumsal zekâsıyla
ortaya koyduğu şeyle ilgilidir. İkincisi ve üçüncüsü ise, insanın
kavrama gücündeki bir tür letafet ve incelikle ilgilidir. Bilindiği gibi,
bizim sahip bulunduğumuz kavrama gücünün kapasitesi sınırlıdır,
ölçülüdür. Dışımızda meydana gelen olayları tüm ayrıntılarıyla
ve dış âlemde yer alan olguları tüm bağlantılarıyla birlikte kuşatamayız.
Dolayısıyla biz, hiçbir zaman hata işlemeye karşı güvencede
değiliz. Bunun yanı sıra varoluşumuzun aşamalılığı, bilgilerimizin
de aşamalı bir farklılığa sahip olmalarını, yani noksandan
tamama doğru bir süreç içinde olmalarını gerektirir.
Dostları ilə paylaş: |