Ella
Boston, 29 Haziran 2008
Boston'da dört gün kaldı Aziz. Dört gün boyunca her sabah
Ella onu görmek için Northampton'dan Boston'a direksiyon
salladı. Beraber şehri karış karış dolaştılar. Küçük italya
Mahallesi'nde leziz ama mütevazi yemekler yediler, Güzel
Sanatlar Müzesi'ni gezdiler, Common Parkı ve Rıhtım'ı ar-
şınladılar, Su Parkı'nda yunusların gösterisini alkışladılar,
Harvard Meydanı'nda hıncahınç kafelerde kahve içtiler. Ve
tüm bunları yaparken hiç durmadan sohbet ettiler. Çeşitli ül-
kelerin mutfakları, meditasyon teknikleri, aborjin sanatı, go-
tik romanlar, bahçe bakımı, organik domates yetiştirme tek-
nikleri, rüya tabirleri gibi akla hayale gelmedik bilumum ko-
nuda daldan dala atlayıp birbirlerinin cümlesini tamamlaya-
rak konuştular. Ella hiç bu kadar çok konuştuğunu hatırla-
mıyordu. Akşamları evine dönerken çenesi ağrıyordu.
Sokakta insanlar arasında birbirlerine dokunmamaya
azami gayret gösterdilerse de buna riayet etmek giderek
zorlaştı. Ufak kaçamaklar, kazara birbirine değen eller, kol-
kola girmeler... "Ne zaman elimi tutacak?" diye bekledi Ella.
Baktı ilk hamle Aziz'den gelmeyecek, ilk o tuttu Aziz'in eli-
ni; önce ürkek, çekinerek, sonra özgürce ve her türlü vesve-
seyi boşvererek. Tanıdık birilerine yakalanmayı umursama-
dığı gibi içten içe "görülmek" istiyordu sanki. Gene de hep
bir mesafe oldu aralarında. Ruhları birbirine yakınken, be-
denleri uzak kaldı. Birkaç kez beraber Aziz'in oteline döndü-
ler ama hiç sevişmediler. Aziz istemedi.
Aziz'in Amsterdam'a uçacağı günün sabahı gene otel oda-
sındaydılar. Biri bir koltukta oturuyordu, diğeri öbür koltuk-
ta. Aralarında bir bavul duruyordu.
"Sana söylemem gereken bir şey var" dedi Ella usulca.
"Uzun zamandır bunu nasıl açacağımı düşünüyordum."
Aziz, Ella'nın ses tonundaki ani değişimi yakaladı, kaşla-
rını merakla kaldırdı. "Bak bu ilginç işte. Çünkü benim de
sana söylemem gereken bir şey var" dedi.
"Tamam, önce sen söyle" diye atıldı Ella, oyun oynar gibi.
'Yok, madem sen açtın, önce sen..."
Ella tebessümünü bozmadan başını eğdi, neyi nasıl söyle-
yeceğini iyice düşündü. Sonra lafa girdi. "Sen Boston'a gel-
meden önce bir akşam David'le dışarı çıktık ve uzun zaman-
dır ilk defa rol yapmadan dürüstçe konuştuk. Bana seni sor-
du. Meğer gizli gizli yazışmalarımızı okumuş. Tabii böyle ol-
masına üzüldüm ama hakikati inkâr etmedim. Yani, ikimizin
arasında olanları kastediyorum."
Devam etmeden önce hafifçe öksürdü. Şimdi itiraf edeceği
şeye Aziz'in nasıl tepki vereceğini bilemiyordu: "Kocama baş-
ka bir erkeği sevdiğimi söyledim."
Pencerenin dışında şehir olağan gürültülerini üretiyor-
du. Sokaktan peş peşe üç itfaiye aracı hızla geçti. Bir daki-
ka boyunca siren sesleri bütün mahalleyi esir aldı. Ella'nın
dikkati dağılır gibi olduysa da lafını tamamlamayı başardı.
"Bu sana delice gelecek belki ama seninle Amsterdam'a gel-
mek istiyorum."
Aziz pencereye doğru yürüdü; aşağıdaki vaveylayı dikkat-
le süzdü. Az ileride bir binadan dumanlar tütüyor, kalın ve
kara bir bulut havada topaklanıyordu. Orada yaşayan insan-
lar için sessiz bir dua okudu. Tekrar konuşmaya başladığın-
da yüzünü hemen Ella'ya dönmediğinden sanki tüm şehre hi-
tap ediyordu.
"Benimle Amsterdam'a gelmeni ben de isterim... hem de
çok ama sana orada bir gelecek vaat edemem."
14 k^r BİStTrr ^ S°rdU EJ,a- ^de bİr k-gın-
hk kabardı Bu erkekler neden böyleydi? Hepsi de bağlan-
maktan korkuyordu işte. Bu kadar gez toz, sır ve söz paylaş
Sun ;fdreyT hayallrheslel Sonra pat *» *wE5
2b* iİT, T? f6Cek Vmt Gdemem? Ne kad- *W
«£K££ Skirsra srbir
'Ya nasıl?" oKşadı. Sandığın gibi değil."
au ueuı Azız. Romanım) okuduğum, söyledi TM K
htab.mhay.afmu tuhaf bir douemiue Smc JhT Bu- y!
a^mmda ., ^ ^^ ^ .^ f Jhr yo
^ani... Başka biri mi var?" diye sordu Ella
..m da bir hikayesi yar, diu^m^ miai^ ^
E«a şu amn tılsumm bozabilecek her şeyden kork™ H„
salca başnu sallad, "Eyer* dedi W, anlafcl ° ""'
*
aautSr.th^lT?'?1*^'8 WM ***
Z'anara> ^"a Rubmstein'a 197fi vı.ır^^o c a 7
auuu **<**» -ra yaşad,* %££?£*£
itibaren dışı fotoğrafçı, içi derviş dünyayı dolaşmıştı. Altı kıta-
da dostlar, arkadaşlar edinmişti. Aile kavramını kan bağında
değil ruh bağında bulmuş; Romanya'da evlat edindiği iki kim-
sesiz çocuğu büyütüp okutmuştu. Bir daha evlenmemiş, birkaç
kez aşkın kıyısından dönmüştü. Ve tüm bu zaman zarfında,
Fas'taki zaviyede taktığı gümüş küpeyi kulağından, güneş şek-
linde kolyeyi de boynundan çıkarmamıştı. Mizacmdaki ve ha-
yatındaki ana mihver tasavvuf olmuş; ömrünü aşk inancına ve
başka insanlara faydalı olmaya adamış, gittiği her yerde, bak-
tığı her ayrıntıda Tanrı'nın alametlerini aramıştı.
Ve sonra, bundan iki sene evvel, sağlığı teklemeye başla-
mıştı. Durup dururken üzerine ağır bir halsizlik çökmeye
başlamıştı. Koltuk altında beliren bir şişlikle her şey bir an-
da değişmişti. Ne yazık ki fark etmekte geç kalmıştı. O ufa-
cık kütle malin melanom çıkmıştı, bir tür deri kanseri. Dok-
torlar uzun süre teşhis koymamış, boyutlarını anlamak için
test üstüne test yapmışlardı. En nihayetinde bir açıklama
yaptıklarında haberler iyi değildi: Melanom iç organlara ya-
yılmış, karaciğeri sarmıştı.
O sırada Aziz elli iki yaşındaydı. "Elli beşi görmeyebilir-
sin" demişlerdi. "Ona göre hazırlıklarını yap."
Böylece ömründe yeni ve bazı açılardan daha üretken bir
safha başlamıştı. Hâlâ görmek istediği yerler vardı; seyahat-
lerine ara vermek şöyle dursun, her zamankinden çok yolcu-
luk yapmıştı. Dünyanın her yerindeki bağlantılarını kullana-
rak Amsterdam'da bir. Sufizm vakfı kurmuştu. Endonez-
ya'da, Pakistan'da, Mısır'da sufı müzisyenlerle konserler ver-
miş, hatta İspanya'da, Cordoba'da bir grup Yahudi ve Müslü-
man mistikle ortak bir albüm çıkartmıştı. Fas'a geri dönmüş,
hayatında ilk kez Sufilerle tanıştığı zaviyeyi ziyaret etmişti.
Baba Samed'in mezarı başında dua edip tefekküre dalmış,
hayatın onun için çizdiği patikaları minnetle anmıştı.
"Sonra hep yazmak istediğim ama ertelediğim romanı yaz-
maya koyuldum" dedi Aziz göz kırparak. "Uzun zamandır
yapmak istediğim bir şeydi. Romana Aşk Şeriatı adını ver-
dim. Bir zarfın içine koyup Amerika'da ünlü bir yayınevine
yolladım. Fazla bir şey beklemiyordum ama her ihtimale
açıktım. Bir hafta sonra Boston'da gizemli bir kadından il-
ginç bir e-posta aldım."
Ella gülümsemeden edemedi.
"O andan sonra hiçbir şey aynı olmadı" dedi Aziz.
Ölüme hazırlanan bir insandan, beklenmedik anda aşka
yuvarlanan birine dönüvermişti. Yerli yerine oturttuğunu
sandığı tüm parçaları tekrar gözden geçirmesi gerekmişti.
İnanç, aşk, arzu, ölüm korkusu, ölümsüzlük arzusu, aile, yu-
va, hasret, saadet... bütün bu kavramları yeniden düşünme-
si gerekmişti. Bugün kendini ölüme hazır hissediyordu, ama
henüz ölmek istemiyordu.
Ömrünün bu son safhasına Sufi kelimesinin "İ" harfiyle ta-
nışma mevsimi demişti. Belki de bu en zoruydu çünkü iç hesap-
laşmalarının hepsini değilse bile çoğunu bitirdiğini, manen ol-
gunlaştığını sandığı bir aşamada şimdi ilk defa yalpalıyordu.
"Sufilikte ölmeden evvel ölmeyi öğrendim. Makamlardan
adım adım geçtim. Bu yolu anlayabildiğimce yaşamaya çalış-
tım. Tam her şeyi hallettim derken, gökten zembille sen in-
din. O ilk mesajın ardından her şey o kadar hızlı gelişti ki.
Her gün nefesimi tutup acaba Ella yazmış mı diye bekledim.
Derken tüm hayatım sana anlatılmayı bekleyen bir hikâye
oldu. Ve seni daha fazla tanımak istediğimi fark ettim. Senle
daha çok zaman geçirmeliydim. Bana verilen vâde aniden kı-
sacık göründü gözüme, yetmedi. Kendimi teslim ettiğim Al-
lah'a isyan noktasındayım."
"Hastalığın... beraber atlatabiliriz..." dedi Ella korkulu bir
fısıltıyla.
"On altı ay daha var" dedi Aziz. "Doktorlar öyle diyor. Yanıl-
mış olabilirler. Bilemem. Gördüğün gibi sana verebileceğim tek
şey şu içinde bulunduğumuz an! Tabii işin aslı, kimse kimseye
bundan ötesini vaat edemez. Ama bunu hep unuturuz. Gelece-
ğe dair planlar duymak isteriz."
Ella başını eğdi, ayakuçlarına takıldı bakışları. Bir yana
verdi ağırlığını. Sanki bir tarafı düşüverecekti de diğer yanı
direniyordu. Ağlamaya başladı.
"Yapma ne olur. En çok istediğim şey benimle Amsterdam'a
gelmen. Sana şehrimi gösteririm. Beraber dünyayı gezeriz. Ya-
pabildiğimiz yere kadar. Yeni insanlarla tanışmak ve Tann’nın
yarattığı muazzam eseri beraber seyretmek istiyorum."
Ella, önüne parlak, renkli bir oyuncak konmuş nahif bir
çocuk gibi ağlamayı kesip burnunu çekti. "Ben de... ben de
çok isterim..."
"Sana bunları anlatmaya çekindim" dedi Aziz. "Değil se-
vişmek, sana dokunmak bile zor geldi. Sen hep gelecek fikri
üstüne kurmuşsun hayatını. Planlar, programlar... Senin gi-
bi bir insana 'hadi her şeyi bırak ve benimle gel ama yarın
ben yanında olmayacağım' demek imkânsız geldi..."
Ella bu lafları duyunca bir gerçeği yeni görmüş gibi pani-
ğe kapıldı. "Tamam da neden böyle kendini bıraktığını anla-
mıyorum. Kanserle savaşabilirsin. Bunu benim için yapabi-
lirsin. Bizim için..."
"Daha sağlıklı ve daha uzun yaşamak için elimden geleni
yaparım ama kanserimle kavga etmeyeceğim" dedi Aziz.
"Anlamıyorum. Yaşamak istemiyor musun?" diye mırıl-
dandı Ella.
"Tabii ki istiyorum. Ama başka türlü" dedi Aziz. "Her şeyle
savaş halindeyiz. Terörizmle savaş, yoksullukla savaş, enflas-
yonla savaş, AİDS'le savaş, kanserle savaş, rüşvetle savaş,
hatta fazla kilolarla savaş... Savaşmaktan başka bir yaklaşım
yok mu?"
Ella sabırsızlıkla çıkıştı: "Ben senin gibi sufi değilim!"
O an zihninden onlarca düşünce geçti: Babasının intihany-
la baş edemeyişi, kırık dökük çocukluğu, vicdan azabı, suçlu-
luk duygusu, mutlu bir evlilik yapma takıntısı ve senelerdir
içine attığı tüm hayal kırıklıkları bir anda karşısına dikildi.
Aziz gülümseyerek "Sufi değilsin, biliyorum" dedi. "Olman
da gerekmiyor. Sen sadece Rumi ol, yeter."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Ella gözlerini kırpıştı-
rarak.
"Bana bir ara sen Şems misin diye sormuştun. Kulağa hoş
geliyor ama ben Şems olamam, haddim değil. Ama sen Rumi
olabilirsin. Aşk kullanıla kullanıla içi boşaltılmış bir kelime-
ye döndü ama sen varlığınla aşkı yüceltebilirsin."
"Ben şair değilim" dedi Ella bozuk bir sesle.
"Rumi de şair değildi. Ama oldu."
"Anlamıyor musun Aziz? Ben bir ev kadınıyım, üç çocuk
annesi! Beni gözünde fazla büyütme."
"Kendine haksızlık ediyorsun" dedi Aziz, sesini alçalttı. "He-
pimiz neysek oyuz. Önemli olan kendimizi değiştirmeye, dö-
nüştürmeye cesaretimiz var mı? Eğer bu aşktan yeterince
eminsek yolculuğun kalan kısmını beraber yapabiliriz. Sonun-
da beraber Konya'ya gideriz. Oraya gömülmek istiyorum."
"Böyle konuşma" dedi Ella.
Aziz başını eğdi. Yüzünde başka bir hâl vardı şimdi. Kelime-
leri seçerek konuşmasını bitirdi: 'Ya da şimdi buradan çıkıp
evine gider ve bu teklifi unutabilirsin. Yuvana, çocuklarına dö-
nersin. Ben her halükârda seni sevmeye devam edeceğim."
Sarhoş Süleyman
Konya, Aralık 1247
Başım masaya dayalı sızmış kalmışım. Karabasanı arat-
mayan bir rüya görüyordum. Kocaman, öfkeli bir boğa beni
sokaklarda kovalıyordu. Bu melun hayvanı kızdıracak ne
yaptığımı bilmeden tabana kuvvet kaçıyordum. Tezgâhları
devire devire, meyve sebzeyi eze eze, can havliyle bir ara yo-
la girdim. Meğer çıkmaz bir sokakmış. Orada devasa bir yu-
murta buldum. Derken kabukları çatladı, içinden çirkin bir
kuş yavrusu fırladı. Uzaklaşmaya çalıştım ama aniden gök-
yüzünde anne kuş belirdi; bu bebenin çirkinliğinden sen me-
sulsün dercesine bana dikti keskin gözlerini. Tam hançer gi-
bi pençelerini açmış saldıracaktı ki ter içinde uyandım.
Bir de baktım meyhanede, pencerenin yanındaki masada
uyuyakalmışım. Ağzımda paslı çivi yalamış gibi nahoş bir
tat, susuzluktan dilim damağıma yapışmış vaziyetteydim.
Kalkmak istesem de kolumu kıpırdatamadım. Ağırlaşan ba-
şımı masadan kaldıramadım. Orada öylece durup meyhane-
nin bildik seslerini dinlemeye başladım.
İşte o zaman yan masadan gelen fısıldaşmalara kulak ka-
barttım. Belli ki ateşli bir tartışma devam ediyordu orada. Ve
birden o korkunç kelimeyi işittim: Cinayet.
Önce sarhoş zırvalıkları bunlar diye aldırmadım. Meyha-
nede türlü muhabbet döner, herkes her ağzına geleni söyler.
Ama bu adamların konuşmasında bir başka hâl vardı. Niha-
yet anladım ki sözlerinde ciddiler. Tüylerim diken diken ol-
du. Ama esas kimi öldürmek istediklerini anlayınca dehşete
düştüm: Tebrizli Şems!
Adamlar kalkıncaya kadar başım masada uyuma numara-
sı yaptım. Ne zaman ki gittiklerinden emin oldum ayağa fır-
ladım. "Hıristos, gel buraya! Çabuk!" diye bağırdım.
"Gene ne var Süleyman?" diyerek koşa koşa geldi Hristos.
"Bir şey mi oldu?"
Ama kelimeler boğazıma dizildi; bir şey söyleyemedim. Bir-
den herkesten şüphe etmeye başladım. Ya Şems'e kurulan tu-
zağa başkaları da dahil olmuşsa? Herkes kumpasın içinde ola-
bilirdi pekâlâ. Çenemi kapatıp gözümü dört açmam gerekliydi.
"Hiiiç! Açım" dedim. "Haydi, bana bir işkembe çorbası çek.
Sarımsağı bol olsun. Ayılmam gerek!"
Hıristos bana tuhaf tuhaf baktı ama kaçıklıklarıma alış-
kın sayıldığından bir şey sormadı. Birkaç dakika sonra önü-
me dumanı tüten bir kâse çorba koydu. Ben de ağzım dilim
yana yana içtim. Kendime gelince Şems'i uyarmak için soka-
ğa fırladım.
Önce Rumi'nin evine uğradım. Orada yoktu. Sonra camiye,
medreseye, çayhaneye, fırınlara, hamama baktım. Zanaat-
karlar mahallesindeki her dükkân, ambar ve kileri yokladım.
Hatta harabelerde yaşayan yüz elli yaşındaki Çingene koca-
karıya dahi gittim, olur da Şems'in büyü yaptırası yahut fa-
lına baktırası gelmiştir diye. Her taşın altını aradım. Herke-
se danıştım. İçimi bir korku kemirmeye başladı. Ya geç kal-
dıysam? Ya onu öldürdülerse?
Saatler sonra yorgunluktan perperîşan gene meyhanenin
yolunu tuttum. Ve işte tam bir köşeyi dönmüştüm ki Şems ile
burun buruna geldim.
"Ooo, kimleri görüyorum? Merhaba Süleyman. Bu ne te-
laş? Nereye böyle?" dedi Şems muzipçe.
"Aman! Oh nihayet buldum seni! Çok şükür hayattasın!"
dedim ve kendimi tutamayıp onu kucakladım.
Şems kollanmadan kurtulunca bir kahkaha attı. Neşesi ye-
rinde gibiydi. "Elbette hayattayım ya! Hayalete benzer bir
hâl mi var bende?"
Zar zor gülümsedim.
Şems'in gözlerine bir şüphe çöreklendi: "Dostum ne'n var?
Her şey yolunda mı?"
Yutkundum. Ya bana inanmazsa? Ya şarabın etkisiyle
abuk sabuk hayaller gördüğümü düşünürse? Belki de öyley-
di. Ben bile duyduklarımın doğruluğundan emin olamıyor-
dum. Gene de anlatmaya karar verdim.
"Seni öldürecekler" dedim. "Kim olduklarını bilmiyorum.
Yüzlerini göremedim. Uyuyordum. Ama rüya görmüyordum.
Yani görüyordum da o rüyanın bununla ilgisi yok. Sarhoş da
değildim. Yani birkaç kadeh yuvarlamıştım ama..."
Şems elini omzuma koydu. "Sakin ol Süleyman. Ben anla-
dım seni, merak etme."
"Anladın mı sahi?" diye sordum hayretle. Ben bile kendimi
anlamamışken o ne anlamıştı acaba?
"Evet. Şimdi meyhaneye dön, beni de dert etme."
'Yok, yok! Hiçbir yere gitmiyorum. Sen de gitmiyorsun" di-
ye itiraz ettim. "Bana bak bu adamlar çok ciddi. Kendini kol-
lamahsm. Rumi'nin evine dönemezsin. İlk bakacakları yer
orası olur."
Şems sustu.
"Benim evime gel. Ufaktır, biraz da sıkış tepiştir ama se-
nin için mahzuru yoksa, gel, istediğin kadar kal."
"Eksik olma, beni mahcup ediyorsun" dedi Şems. "Ama her
şey Allah'ın inayeti ile olur. Bu da kurallardan biri."
Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme.
Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek isti-
yorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur ka-
zanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar
esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır,
ne bir katre şer.
O'nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen
sadece buna inan!
Şems bunu dedikten sonra bana göz kırptı ve sarıldı. Veda
eder gibi bir hâli vardı; gidişine mâni olamadım.
Geri dönüp Rumi'nin evine giden çamurlu sokağa saptı. Ar-
dından uzun uzun baktım. Garip bir ürperti geldi üzerime. Ve
ben, Konyalı Sarhoş Süleyman, günlerdir ağzıma damla içki
koymamış da komaya girmişim gibi tir tir titremeye başladım...
Katil
Konya, 8 Aralık 1247, perşembe
Benimle gelmemelerini söyledim. "Müşteriler işime karı-
şırsa sinirime dokunur" diye gözdağı verdim. Ama ısrar üstü-
ne ısrar ettiler. "Bu derviş senin bildiğin gibi değil. Olağanüs-
tü yeteneklere sahip. Kendi gözlerimizle öldüğünü görmemiz
şart, yoksa bu iş yatar" dediler.
Sonunda pes ettim. "Pekâlâ" dedim. "Ama ben işimi bitir-
meden sakın ha ortalıkta görünmeyin."
Başlarını salladılar. Üç kişilerdi. İkisini ilk buluşmadan
hatırlıyordum; üçüncüsü ise sesinden anladığım kadarıyla en
az diğerleri kadar genç ve gergindi. Hepsi yüzlerine kara pe-
çeler bağlamıştı. Sanki kim oldukları umurumdaydı!
Gece yarısı çöktükten sonra Rumi'nin evine vardım. Ker-
piç duvarın üstünden avluya atladım, bir çalının ardına sak-
landım. Müşteriler önceden tembihlemişti: Şems'in âdetiy-
miş, her gece aptes almadan önce muhakkak avluya iner, bu-
rada tefekküre dalarmış. Tek yapmam gereken beklemekti.
Bir deli rüzgâr esti. Hayret! Senenin bu vakti böyle ayaz
kesmezdi. Elimde tuttuğum kılıç ağırlaşmaya başladı, sapm-
daki mercanlar buz gibi soğudu. Her ihtimale karşı kuşağı-
ma bir de kınında uyuyan bir hançer yerleştirmiştim.
Gökteki ay soluk bir hâle ile sarmalanmıştı. Uzaktan gece-
cil hayvanların uluması duyuldu. Ne tekinsiz, esrarengiz bir
sesti. Huzurumu kaçırdı. Bir an tuhaf bir hisse kapıldım.
Belki de hemen şimdi her şeyi bırakıp bu uğursuz mekândan
uzaklaşmalıydım.
Ama yapmadım. Epey bir zaman geçti. Göz kapaklarım
agırlaştı. Üst üste istemsizce esnemeye başladım. Rüzgârın
hiddeti arttıkça birbirinden nahoş fikirler üşüştü zihnime.
Öldürdüğüm insanların yüzleri çemberler hâlinde başımın
üstünde dönmeye başladı, leşe üşüşen akbabalar gibi. Bana
neler olduğunu anlayamadım. Soğukkanlılığıyla nam salmış
bir adamdım; kolay kolay paniğe kapılmazdım. Üstelik mazi-
yi düşünmeye meyyal biri sayılmazdım. Keyfim yerine gelsin
diye biraz ıslık çaldım ama bu da kâr etmeyince gözlerimi
evin arka kapısına dikip fısıldadım:
"Haydi be Şems. Amma beklettin beni. Çık artık avluya!"
Ricam buymuş gibi o anda birden yağmur yağmaya başla-
dı. Hem de ne yağmur! Bardaktan boşanırcasma. Öyle ki göz
açıp kapayıncaya kadar sokaklar ırmak yatağına döndü, diz-
lerime kadar balçığa battım. Tepeden tırnağa ıslanmıştım.
"Kahretsin" dedim. "Kahretsin!"
Dakikalar geçmek bilmedi. Sağanak bir türlü durmadı, ar-
tık vazgeçmek üzereydim ki bir çıtırtı işittim. Avluda biri
vardı. Bir duvar dibine saklanıp baktım. Oydu. Elinde bir
kandil tutuyordu. Bana doğru dümdüz yürüdü, birkaç adım
kala durdu.
"Ne güzel bir gece, değil mi?" diye sordu Şems.
Kendi kendine mi konuşuyordu bu adam yoksa yanında bi-
ri mi vardı? Aklım karıştı. Yoksa benimle mi konuşuyordu?
Burada olduğumu biliyor olabilir miydi? Derken beni hayre-
te düşüren bir şey fark ettim: Bu kuvvetli rüzgârda, bu sağa-
nak yağmurda nasıl oluyordu da elindeki mum sönmeden ka-
labiliyordu? Sırtımdan aşağı ürperdim.
Şems ile ilgili rivayetleri hatırladım. Kara büyü ve sihir-
bazlıkta mahir olduğunu söylüyorlardı. Böylesi zırvalara
inanmazdım gerçi, şimdi de kanacağım yoktu ama Şems'in
bu yağmurda elinde sönmeyen bir mumla durduğunu görün-
ce dizlerim boşaldı.
"Seneler evvel Tebriz'de Ebubekr isminde bir üstadım vardı" dedi Şems. "Kıymetli bir zattı. Bana her şeyin bir vakti olduğunu öğretti. Bu da sonuncu kurallardan biri."Ne kuralından bahsediyordu? Yoksa anlaşılmaz laflarla aklınca beni korkutmaya mı çalışıyordu? Bir karar vermeliydim. Ya hemen duvar dibinden fırlayıp saldıracaktım ya da
burada saklanıp en uygun anı kollayacaktım. Ama Şems bir
türlü sırtını dönmüyordu. Öte yandan şayet burada olduğu-
mu biliyorsa neden gizlenecektim ki?
Ben daha bir karara varamadan bahçe duvarının dibinde
karaltılar belirdi. Saydım, altı kişiydiler. Herhalde delikanlı-
lar neden hâlâ dervişi öldürmediğimi merak etmiş ve gidip
takviye kuvvet getirmişlerdi. Bu arada Şems hiçbir şey fark
etmemiş gibi konuşmaya devam etti:
"Otuz Yedinci Kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlik-
le çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki saye-
sinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye er-
ken, ne bir saniye geç. Her insan için bir âşık olma za-
manı vardır, bir de ölmek zamanı. "
İşte o an dervişin başından beri benimle konuştuğunu an-
ladım. Burada olduğumu biliyordu. Hem de avluya çıkmadan
evvel biliyordu. Yüreğim küt küt atmaya başladı. Daha fazla
saklanmanın anlamı kalmamıştı. Doğruldum, ortaya çıktım.
Yüz yüze durduk, katil ile maktul. Durumun korkunçluğuna
karşın tarifsiz bir huzur vardı havada. Yağmur başladığı gibi
birden kesildi, her şey sessizliğe boğuldu.
Kılıcımı çektim, var gücümle savurdum. Derviş bu hamle-
yi o kadar çevik ve dinç bir şekilde savuşturdu ki afalladım.
Birkaç kez daha kılıç salladım ama aynı sahne tekrar etti.
Aniden karanlıkta bir koşturmaca oldu; ben daha ne olduğu-
nu anlayamadan duvar dibindeki altı adam ellerinde sopalar,
kargılarla kavgaya daldılar. Tam bir kargaşa zuhur etti, her-
kes birbirine girdi. Kim kime vuruyor anlayamadım; Havada
sopalar kırıldı.
Kenarda kalakaldım. İşleyeceğim bir cinayette seyirci ko-
numuna düşmemiştim hiç. Delikanlılara o kadar kızgındım
ki az kalsın Şems'i bırakıp onlara saldıracaktım.
Fakat az sonra delikanlılardan biri bağırmaya başladı:
"İmdat! Çakal Kafa yardım et! Hepimizi öldürecek."
O zaman bir seçim yaptım. Önce dervişi haklayıp, sonra deli-
kanlıların hesabım görecektim. Öne atıldım. Benden cesaret
alan delikanlılar atağa geçti. Altı kişi bir olup Şems'i yere çaldık,
hançeri çıkardım ve tek hamlede Şems'in kalbine sapladım. Ağ-
zından tek bir çığlık çıktı, tiz ve vahşi. Belki de her şehrin her
yerinden duyuldu feryadı. Son bir dem çekti dudakları ve bir da-
ha kıpırdamadı.
Hep beraber bedenini kaldırdık. Tuhaf şey, o kadar hafifti
ki! Kuru bir dal gibi, suyu çekilmiş bir meyve gibi hafif. Son-
ra onu kuyuya attık. Nefes nefese bir adım geri çekilip suya
düşme sesini bekledik.
Ama o ses gelmedi.
"Neler oluyor?" dedi delikanlılardan biri. "Yoksa suya düş-
medi mi bu herif?"
"Olur mu öyle şey" dedi diğeri. "Nasıl düşmemiş olabilir ki?"
Gözlerimizi birbirimizden kaçırdık. Herkesin asabı bozul-
muştu.
"Belki kuyu duvarında bir kanca vardı, oraya takıldı" diye
birisi tahmin yürüttü.
En makul açıklama buydu. İnanmış gibi yaptık. Oysa he-
pimiz gayet iyi biliyorduk ki öyle kancayla mancayla açıkla-
namazdı bu sessizlik. Orada konuşmadan ne kadar bekledik
bilemiyorum. Gökyüzü eflatun çizgiler hâlinde ağarmaya
başladı. Az sonra pat diye evin arka kapısı açıldı, dışarı bir
adam çıktı. Hemen tanıdım. Mevlâna'ydı.
"Neredesin can?" diye seslendi endişeyle. "Şems, cancağı-
zım, orada mısın?"
Delikanlılar panik hâlinde topukladılar. Tek tek her biri
bahçe duvarını aşıp öbür taraf atladı. Orada bir saniye daha
oyalanmamam gerektiğini biliyordum ama durup geriye bak-
maktan kendimi alıkoyamadım.
Ve işte o zaman Mevlâna'nın dosdoğru kuyuya yöneldiğini
gördüm. Eğildi, bir süre öylece durdu; herhalde gözleri loşlu-
ğa alışıyordu. Derken orada ne gördüyse geri çekildi, dizleri-
nin üstüne çöktü ve bir feryat kopardı.
"Öldürdüler! Şems'i öldürdüler!"
Duvardan atladım. Üstünde dervişin kanı olan hançeri
alamadan hızla koşmaya başladım. Nerden bilebilirdim ki
seneler sonra bile duramayacak, durulamayacak, o gecenin
hatırasından hep kaçmak zorunda kalacaktım.
Dostları ilə paylaş: |