Biraz sonra, Küçük Düşes'in ilk oynanışı Nana için büyük bir felâket oldu. Son derecede kötü oynadı bu rolü, çok yüksek seviyede bir komedi artisti gibi satmaya kalktı kendini, bu da seyircileri çok güldürdü, o kadar eğlenmiş-lerdi ki, ıslıklamadılar bile. Ön taraftaki localardan birinde oturan Rose Mignon, rakibinin sahneye her girişinde kahkahayı basarak, salonu kışkırtıyordu. Bu onun ilk öç alışıydı. Bu yüzden o akşam, çok üzgün olan Muffat ile yalnız kalınca Nana, öfkeyle :
- Bak, nasıl kumpas kurmuşlar bana karşı, hep kıskançlıklarından... diyordu. Ama bilseler bana vız geldiğini bütün bu yaptıklarının. İhtiyacım var mı artık onlara benim! O benimle alay edenlerin hepsine yüz altın versem ayaklarımı öptürürüm. Evet, şu senin Paris'e, hanımefendi nasıl olurmuş göstereceğim.
EMİLE ZOLA
309
X
Böylece Nana, erkeklerin ahmaklıkları ve rezilliklerinden yararlanarak zengin bir kadın, yüksek kaldırımların markisi oldu. Hovardalar dünyasında parlayan bir yıldızdı artık. Birden ve kesin olarak büyük bir ün kazanmıştı; paranın verdiği çılgınlıkla, gözüpekçe ve harvurup harman savururcasına harcıyordu güzelliğini. Kısa bir süre sonra en pahalı elde edilen kadınları gölgede bıraktı. Fotoğrafları vitrinleri süslüyor, gazetelerde adı geçiyordu. Araba ile bulvarlardan geçerken, ahali durup kraliçesini selâmlayan bir halkın heyecanıyla seyrediyordu Nana'yı. O da arabasının içinde, elbisesinin eteği uçuşarak, bacaklarını uzatıp altı morarmış gözlerini ve kırmızı dudaklarını çerçeveleyen sarışın buklelerini sallayarak, neşeli neşeli ahbapça gülücükler dağıtıyordu. İşin şaşılacak yanı şuydu ki; sahnede bu kadar beceriksiz, namuslu kadın rolü yapmaya özendiği zaman bu kadar gülünç olan bu şişko kız, şehirde hiç çaba göstermeden insanları büyülüyor, kendine çekiyordu. Bir yılan gibi kıvraklık veriyordu vücuduna, hesaplı ve sanki farkında değilmiş gibi açık saçık giyiniyor göz kamaştırıcı bir zarifliğe bürünüyor, cins bir dişi kedinin soyluluğu akıyordu üstünden. Bir refakat aristokratı olmuştu şimdi. Yüksekten bakan ve isyancı bir davranışla güçlünün güçlüsü bir kraliçe gibi ayaklarının dibine sermişti bütün Paris'i. Öyle bir havası vardı ki, kibar kadınlar ona benzetmeye çalışıyorlardı kendilerini.
Nana'nın konağı Villiers Caddesinde, Cardinet sokağının köşesindeydi. Lüks bir mahalleydi burası. Eski Mon-ceau ovasına doğru gittikçe uzanıyordu. İlk ününün verdiği sarhoşlukla bir genç ressam yaptırtmış, ama daha badanası kurumadan satmak zorunda kalmıştı. Rönesans stilindeki
yapıda bir saray görünüşü vardı. İçinin bölünüşünde gücünü hayalden alan bir zevkin hâkim olduğu göze çarpıyordu. Yapmacıklı bir orijinallik çerçevesinde modern rahatlıklar sağlanmıştı. Kont Muffat bu konağı eşyasıyla satın almıştı. Bir çok biblolar, çok güzel doğu halıları, eski büfeler, büyük Louis XIII koltuklarla doluydu. Nana böylece ayrı ayn tarih dönemlerinin zevkine uygun, ama sanat değeri büyük böyle bir ev eşyasının ortasına düşüvermişti. Evin merkezinde bulunan resim atölyesi işine yaramadığı için katlan alt üst etti, zemin katında bir eser, ve büyük bir salon ve yemek salonunu bıraktı, beşinci katta küçük bir salon döşedi, bu salon yatak odasının ve tuvalet odasının yanındaydı. Eve yeni bir şekil veren dekoratör, Nana'nın verdiği fikirler karşısında hayretler içinde kalmıştı. Paris kaldırımlarını çiğneyen bu sokak kızında iç güdüsünden gelme ince bir zevk vardı. Konağın iç güzelliğini fazla bozmadı, eşyanın zenginliğini arttıran yeni mobilyalar bile koydurdu. Bunlar arasında sadece saflığını açığa vuran birkaç parça ile, çığırtkan bir lüks merakını açığa vuran bir iki şey vardı. Bunlarda pasajlardaki vitrinlerden hoşlanan eski çiçekçi kızın zevki göze çarpıyordu. Avluda, büyük sundurmanın altından, sahanlığa kadar hah serilmişti, daha antreden başlayarak, insanın genzini bir menekşe kokusu, kapalı bir ev içinin ılık havası dolduruyordu. Soluk sarı ve pembe camlardan yapılmış bir camekân aydınlatıyordu, geniş merdiveni. Aşağıda, oyma ağaçtan yapılmış, elindeki gümüş tepsiyi uzatan bir zenci heykeli vardı. Tepside kartdövizit görünüyordu. Göğüsleri çıplak mermerden dört kadın heykeli ayaklı lâmbaları havaya kaldırmaktaydı. Bundan başka bronz ve çini vazolar çiçeklerle dolup taşıyor, üzerlerine eski küçük halılar serilmiş koltuklar, büyük yer hakları birinci katı bir antreye benzetmişti. Burada erkek şapkaları ve pardösüleri göze çarpıyordu. Duvarlara kaplanan kumaşlar sesleri bastırdığı için, konakta bir kilisenin derin sessizliği vardı; kapıları kapalı duran odalar esrarlı bir duygu veriyordu insana.
Nana Louis XVI stilindeki çok zengin büyük salonu, Tulieries'den gelen davetlilerle, yabancı misafirlerin bulunduğu gala akşamları açıyordu yalnız. Genel olarak yemek
310
NANA
zamanları aşağıya inerdi. Sofraya yalnız oturduğu günler bu Gobelins porselenleri ile dolu kocaman büfeler arasında kaybolurdu. Çini tabaklar, eski gümüş takımlar ayrı bir çekicilik veriyordu bu salona. Nana, yemekten sonra hemen yukarıya çıkıyordu. Yatak ve tuvalet odaları ve küçük salon buradaydı. Gününü burada geçiriyordu. Bir divan kadar alçak karyolasındaki kapitone yatağı en azından yirmi bin frank değerinde Venedik dantelleriyle süslenmişti. Beyaz ve mavi lake mobilyalar yaldız kabartmalıydı. Beyaz ayı postu serilmişti her yere. O kadar çoktu ki bunların hepsi, halıyı boydan boya örtüyordu. Bu postekileri Nana, şu çoraplarını çıkartırken yere oturmak âdetinden vazgeçemediği için doldurtmuştu salona. Yatak odasına bitişik küçük salonun içi pek eğlenceli bir manzara gösteriyordu. Ama buradaki her şeyde ince bir sanat zevki göze çarpmaktaydı, duvarlara pembe ipek üzerine solgun bir Türklere mahsus gül pembe sırma işlenmişti. Salona dünyanın her tarafından getirilmiş, her stildeki şeyler doldurulmuştu: İtalyan masaları, İspanyol ve Portekiz sandıkları, Çin pa-gotları/*) çok ince bir ustalıkla yapılmış bir Japon paravanası, çiniler, bronzlar, işlemeli ipekliler, sık ilmekli halılar, karyola gibi derin koltuklar ve kanepeler uykulu bir saray havası veriyordu bu salona. Salonda yeşil ve kırmızı renkler içinde erimiş bir eski yaldız rengi hâkimdi, koltuk şehvet uyandırıcı görünüşünden başka hiçbir şeyde sokak kızı Nana'nın havası sezilmiyordu. Sadece iki heykelcik, bu salonu genç kadının aslından gelen kabalığı ile kirletiyordu: bu seramik heykelciklerden biri bitlerini ayıklayan, sadece iç gömlekli bir kadınla, bacakları havada ellerinin üstünde yürüyen çırçıplak bir kadındı. Daima aralık duran kapısından tuvalet odasının içi görülebiliyordu: aynalı mermer tuvalet masası, gümüş güğümler ve su kapları, kristal ve fil dişi garnitürleri görülebiliyordu. Daima inik duran bir perdeden hafif beyaz bir aydınlıkta bir tuvalet odasının menekşe kokusu yükseliyordu. Avludan üst katlara kadar bütün konağı dolduran Nana'nın ılık kokuşuydu bu.
(*) Çin tapmağı.
EMİLE ZOLA
311
Bu evin bakımı büyük bir işti. Nana, Zoe'yi getirmişti buraya. Bu vefalı kız hanımıyla kader birliği ederek sükûnetle bu ani yükselişi beklemişti: derinden sezmişti bunun böyle olacağını. Şimdi Zoe'nin konağın kâhyası olarak koltukları kabarıyor, hanımına namusluca hizmet etmekle birlikte, kesesini de şişiriyordu bir yandan. Ama bir oda hiz-» metçisi yetmiyordu. Bir metrdotel, bir arabacı, bir kapıcı ve bir aşçı kadın bulmak lâzımdı. Sonra da ahırları düşünmek gerekiyordu. Bütün bu işler için Labordette çok yardımcı oldu, kont böyle şeylerden hoşlanmadığı için bunu genç adam üstüne almıştı. Âdeta at cambazlığı yaparak beygirleri satın aldı, arabacıları dolaştı, genç kadını koluna alarak birer birer mağazaları dolaşıp ona alacağı şeyleri seçmesinde yardımcı oluyordu. Konağa alınacak hizmetçileri bile o buldu: arabacı Charles adlı iri yarı delikanlıydı, Dük de Corbreuse'ün yanından çıkmıştı. Kıvırcık saçlı, güleç yüzlü ufak tefek Julien de metrdoteldi, sonra bir karı kocayı da bulmuştu, Victorine aşçılık yapacaktı, kocası François da kapıcılık ve uşaklık. Adam, kısa külot pantolonu, pudralı saçları açık mavi ve gümüş sırmalı elbisesiyle misafirleri antreden karşılıyordu. Prens evlerine yakışır bir kıyafeti ve davranışı vardı bu François'nin.
Daha ikinci aydan sonra evin işleri yoluna girmişti. Masrafı ise üçyüzbin Frangı geçiyordu. Ahırlarda sekiz at ve sundurmalarda da beş araba vardı. Bunlardan biri, gümüş yaldızlı bir landondu. Bir süre bütün Paris hayranlıkla seyretmişti bu arabayı. Nana bu zengince yaşayışa iyice gömülmüş, eski çevresinden tamamıyla uzaklaşmıştı. Küçük Düşes'in üçüncü temsilinden hemen sonra tiyatroyu bıraktı. Kontun paraca yardımı olduğu halde iflâstan kurtulmak için çırpınan Bordenave'ı yüzüstü bırakmıştı böylece. İçinde hâlâ uğradığı başarısızlığın acısı vardı. Buna, Fontan'-dan aldığı ders de ekleniyordu. Onunla geçen hayatı iğrenç bir şeydi ve bunun sorumluluğunu bütün erkeklere yüklü-yprdu. Şimdi, gelip geçici heveslere kapılarak geçirdiği tecrübelerle daha da güçlü olduğunu düşünüyordu. Ama öç almayı, o havai yaratılışla aklından geçirdiği yoktu. Öfkeli za-
312
NANA
EMİLE ZOLA
313
mandarının dışında gittikçe artan bir ter vurup harman savurma zevkine kaptırmıştı kendisini. Âşıklarını iflâsa sürüklemekten keyif duyan yiyiciliği ile kaprislerinin faturasını ödeyen adamın durumu umurunda bile değildi.
Nana, önce Kontla işi sağlama bağladı. İlişkilerinin programını açıkça ortaya koydu. Adam kendisine, hediyelerin dışında, ayda onikibin Frank verecek ve buna karşılık olarak Nana'dan kesin bir bağlılık isteyecekti. Genç kadın kendisine sadık kalacağına yemin etti. Buna karşılık kendisine saygı gösterilmesini, evinin hanımı olarak tam bir serbestlik verilmesini, isteklerinin yerine getirilmesini istiyordu. Buna göre her gün ahbaplarını kabul edebilecekti, kont sadece belirli zamanlarda gelecekti, yani her konuda körü körüne inanacaktı Nana'ya. Muffat kıskançlıkla kaygıya kapılıp duraksayınca, hemen her şeyi küçümseyen bir tavır takınıp kendisine bağışladığı her şeyi geri vereceğini söyleyerek korkutuyor ya da küçük Louis'nin başına yemin ediyordu. Bu kadarı da yeter artardı bile, güvenin olmadığı yerde sevgi de olamazdı. Daha birinci ayın sonunda Muffat Nana'nın bu isteklerine saygı gösterdi.
Ama daha fazlasını da istemiş, elde etmişti genç kadın. Yavaş yavaş adamın üstünde iyi yürekli bir kız etkisi bırakmaya başladı. Asık suratla geldiği zaman onu eğlendiriyor, içini döktürdükten sonra öğütler veriyordu. Yavaş yavaş ev hayatıyla, karısı ve kızıyla, gönül ve para işleriyle de ilgilenmeye başlamıştı. Bütün bu konularda akla ve adalete uygun düşünceler ileri sürüyor, namusluca davranıyordu. Yalnız bir kere duygularına kaptırmıştı kendini. Muffat, Daguenet'nin, Estelle'i kendisinden isteyeceğini söylemişti. Kontun Nana ile olan ilişkisini açığa vurduğundan beri, Da-guenet genç kadın ile ilgisini keserek, onun ahlâksız bir kadın olduğunu söylüyor, ileride kaynatası olacak adamı bu yaratığın pençesinden kurtaracağına yemin ediyordu. Bu yüzden Nana, eski Mimi'sini kontun gözünden düşürmek için söylemediğini bırakmadı. Bütün parasını aşağılık kadınlarla yemiş, ahlâk duygusundan yoksun bir insandı bu genç, kimseye metelik koklatmaz ama başkalarının parasıyla ge-
çinirdi, sadece zaman zaman ya bir buket alır ya bir yemek verirdi. Kontun bu zaafları hoş görmek eğiliminde olduğunu anlayınca, açıkça kendisiyle yattığını söyleyerek, Daguenet ile olan ilişkisini iğrenç ayrıntılarına varıncaya kadar ortaya döktü. Muffat sapsarı kesilmişti. Bir daha genç adamın sözünü etmedi. Böylece Nana kendisine minnet borcunu unutan Daguenet'ye ders vermiş oluyordu.
Konağın mobilyaları yine de tamam değildi. Nana Muf-fat?ya coşkun bağlılık yeminleri ettiği bir günün akşamı Kont Xavier de Vandeuvres'ü yanında alıkoydu. Genç adam bir süredir, sık sık geliyor, çiçek getirerek kur yapıyordu kendisine. Genç kadın nihayet Vandeuvres'e kendisi-ni vermeye razı oldu. Bunu geçici bir hevese kapılmaktan çok, özgür olduğunu kendine karşı ispat etmek için yapmış-tı. Vandeuvres, ötekine sözünü etmek istemediği bir fatura-yı ödediği gün, çıkar düşüncesi de karıştı bu isteğe. Adam-dan ayda sekiz on bin frank sızdırıyordu, çok iyi bir cep harçlığı olacaktı bu. Bu sırada Vandeuvres, bütün varını yo-ğunu çılgınca yiyip tüketiyordu. Atlarıyla yakınlarındaki son şatosunu yiyip bitirecekti. Genç kont, atalarından, birinin Philippe-Auguste zamanında yaptırttığı eski kalenin yıkıntı-sına varıncaya kadar elden çıkardı. Kendini mahvetmek için büyük bir hırs duyarcasına, armasındaki altınlara varıncaya kadar bütün Paris'in istek duyduğu bu kızın avucuna döktü. O da Nana'nın şartlarını kabul etti; tam bir serbestlik, belirli günlerde sevişme, üstelik de bağlılık yemini iste- mek saflığına düşmemişti. Muffat'nın hiçbir şeyden kuşkulandığı yoktu. Ama Vandeuvres ne olacağını kesin olarak biliyordu, hiçbir zaman uzaktan yakından değinmedi bu konuya, o şüpheci hovarda gülümseyişiyle hiçbir şey bilmiyormuş gibi gösteriyordu kendini. Olmayacak duaya amin de-miyordu, istediği tek şey zaman zaman Nana ile buluşmak ve de Paris'in bunu bümesiydi.
Artık Nana evini iyice dayamış döşemişti. Ahırlarda, mutfakta çalışanların ve hanımın odasında hizmet edenlerin kadrosu tamamlanmıştı. Her şeyi Zoe yönetiyor, en
umulmaz güç durumlardan sıyrılmasını beceriyordu. Her
314
NANA
şey burada bir tiyatroda olduğu gibi âdeta makineleşmiş, büyük bir devlet dairesindeki gibi düzene sokulmuştu, işler zamanında, büyük bir düzenle yolunda gidiyordu. Öyle ki ilk aylarda ne bir sürtüşme oldu ne bir karışıklık. Yalnız hanımı Zoe'ye çok sıkıntı veriyordu, bütün o ihtiyatsızlıkları, kafa tutuşları, çılgınca meydan okuyuşlarıyla. Bu yüzden Nana'nın oda hizmetçisi işi gevşek tutmaya başladı. Kaldı ki hanımının budalaca bir davranışı yüzünden işler karışıp da düzeltmek gerektiği zamanlarda daha çok çıkar sağladığım farketmişti. Böyle zamanlarda hediye yağıyor, Zoe bulanık suda altın avlıyordu.
Bir sabah, Muffat daha odadan çıkmamışken Zoe, tir tir titreyen bir genci tuvalet odasına soktu. Nana çamaşır değiştiriyordu o sırada. Genç kadın şaşırarak :
- O! Zizi sen misin? dedi:
Sahiden de Georges'tu bu gelen. Delikanlı, Nana'yı böyle gömlekle, altın saçları çıplak omuzlarına dökülmüş görünce boynuna atılarak, kucakladı, her yerini öpmeye başladı. Nana korkuyla kendini kurtarmak için çırpınıyor, eliyle çocuğun ağzını kapıyordu, kekeleyerek:
- Yeter artık! O içeride! Budalalık bu senin yaptığın... ya sen delirdin mi Zoe? Götür şunu! Aşağıda sakla, ben de inmeye çalışırım, dedi.
Zoe oğlanı iterek aşağıya götürdü. Nana aşağıya, yemek salonuna inince ikisini de azarladı. Zoe dudaklarını ısı-rıyordu, üzgün bir halde salondan çıktı, giderken de hanımının hoşuna gideceğini sandığını söylüyordu. Georges, Na-na'ya tekrar kavuştuğu için öylesine mutluydu ki güzel gözleri yaş içinde kalmıştı sevinçten. Artık kötü günler geride kalmıştı, annesi onun akıllı uslu olduğuna inanarak leş Fon-dettes'ten ayrılmasına izin vermişti, bunun için, trenden iner inmez sevgilisini bir an önce öpebilmek için bir arabaya atlayıp gelmişti buraya. Orada olduğu gibi, bundan sonra da Nana'ya yakın oturmak istiyordu, tıpkı Mignotte'un odasında yalınayak, onu beklediği gibi. Hikâyesini anlatırken parmaklarını uzatıp genç kadının ellerini tuttu, sonra,
EMİLE ZQLA
315
sabahlığın geniş kolundan, omuzlarına kadar soktu. O korkunç ayrılık yılından sonra ona dokunmak için yanıp tutuşuyordu.
Çocuksu sesiyle :
- Hâlâ seviyor musun bebeğini? diye sordu.
- Elbette seviyorum! dedi Nana, ama sert bir hareketle kendini kurtardı. Sonra damdan düşercesine geliyorsun, olur mu hiç? Biliyorsun ki yavrum, serbest değilim. Akıllıca hareket etmek gerekir.
Nihayet istediğine kavuşmanın heyecanı içinde arabadan atlamış olan Georges nereye girdiğini farketrnemişti bile. Şimdi etrafında bir değişikliğin olduğunu anlıyordu. O zengin yemek salonunu, resimlerle süslü yüksek tavanını, porselen takımlarını, büfedeki göz kamaştıran gümüş takımlarını gözden geçirdi. Sonra kederli bir sesle :
- Ah, evet; dedi.
Nana kendisine hiçbir zaman sabahları gelmemesini anlattı. İsterse öğleden sonraları dörtle altı arasında gelebilirdi. Misafirlerini bu saatlerde kabul ediyordu. Sonra delikanlının yalvaran bakışlarla bir şeyler sorar gibi, bir şey söylemeden baktığını görerek, şefkatle alnından öptü.
- Çok uslu durmalısın, elimden geleni yapacağım, dedi.
Sonra her gün saat dörtte geldiği zaman Georges'u o kadar üzgün görüyordu ki, nihayet bir dolapta saklanmaya ve güzelliğinin kırıntılarını geçirmesine razı oldu. Delikanlı artık konaktan ayrılmıyordu hiç. Küçük köpek Bijou gibi alışmışlardı ona da. İkisi de evin hanımının eteğinden ayrılmıyor, başkasıyla kaldığı zaman bile ondan bir şeyler taşıyarak, yalnız zamanlarında bağışladığı şekerler ve öpücüklerle yetiniyorlardı.
Bayan Hugon, küçüğün yine bu kötü kadının eline düştüğünü öğrenmiş olacaktı ki, hemen Paris'e koşmuştu. Vin-cennes kışlasında görevli olan öteki oğlu Teğmen Philip-pe'den kendisine yardım etmesini istedi. Ağabeyinden ka-Çan Georges, kendisine karşı zor kullanmalarından korka-
316
NANA
rak, büyük bir üzüntüye kapıldı. Sevgisinin ateşiyle yanıp tutuştuğu ve hiçbir sırrını saklayamadığı için, gözü pek bir genç olan ağabeyinden başka söz etmiyordu Nana'ya.
Genç kadına da:
- Bak, annem gelmez herhalde buraya, ağabeyimi gönderir... Yakında Philippe gelir beni bulmak için... demişti.
Önce Nana buna çok içerledi:
- Geleceği varsa göreceği de var! Hiç merak etme! Teğmen değil ya ne olursa olsun, François kapı dışarı eder onu!
Sonra küçük her gün ağabeyden söz edince, genç kadın, Philippe'i düşünmeye başladı. Bir hafta içinde iyice tanımıştı, kardeşinin ağzından onu. İri yarı, çok kuvvetli, biraz da kaba bir gençti bu Phillippe; ayrıca bir takım ayrıntılarını da öğrenmişti. Kolları kıllıydı, omuzunda bir ben vardı. Günün birinde, kapı dışarı etmeyi tasarladığı bu gencin hayali ile zihni o kadar dolmuştu ki:
- Söylesene Zizi, gelmeyecek mi bu senin ağabeyin... dedi... Dalgacının biri demek!
Ertesi gün, Georges, Nana'yla yalnızken, François gelip hanımının Teğmen Philippe Hugon'u kabul edip etmeyeceğini sordu. Georges sapsarı kesildi:
- Ben de geleceğini umuyordum zaten... Annem bu sabah söylemişti.
Sonra genç kadına, kabul edemeyeceğini söylemesi için yalvardı. Ama Nana, birden ateşlenerek ayağa kalkmıştı bile.
- Neden sanki? dedi. Kendisinden korktuğumu sanır. Eh, görelim bakalım! Epeyi güleceğiz demektir... François, bu bayı bir çeyrek saat bekletirsiniz, sonra bana getirirsiniz.
Tekrar yerine oturmadı, sinirli sinirli dolaşıyor bir şöminenin üstündeki aynaya bir İtalyan sandığının üstüne asılı Venedik aynasına bakıyordu. Her seferinde de kendine bir göz atıyor, gülümsemeye çalışıyordu. Oysa Georges bü-
EMILE ZOLA
317
tün gücünü kaybederek bir kanepeye yığılmış az sonra başına geleceği düşünerek titriyordu. Nana odanın içinde dolaşırken kısa cümleler söylüyordu:
- Bir çeyrek beklemek yatıştırır bu oğlanı... Hem sonra kendisini bir sokak kadınının evine geldiğine sanıyorsa^ salon gözlerini kamaştıracaktır... Evet, evet şöyle etrafına' iyi bakın delikanlım... O, çeyrek saat? Hayır daha ancak on dakika. Daha vaktimiz var.
Yerinde duramıyordu. Bir çeyrek saat geçince kapıdan dinlemeyeceğine yemin ettirerek, Georges'u dışarı gönderdi, eğer hizmetçileri kendisini görürlerse, çirkin bir şey olurdu bu. Georges, öteki odaya geçerken boğuk bir sesle :
- Biliyorsun ki kardeşimdir bu benim... diye kekeledi.
- Korkma, eğer terbiyeli olursa bende ona karşı terbiyeli davranırım.
François, Philippe'i içeri soktu. Genç adam redingotla gelmişti. Georges saklandığı odadan ayaklarının ucuna basarak çıktı. Genç kadının sözünü dinlemiş olmak için. Ama duyduğu seslerle durdu; öylesine perişandı ki dizleri bükülü-verecekti nerdeyse. İçeride bir kıyamet kopacağını, feryatlar duyacağını, çirkin bir takım sahneler geçeceğini bu yüzden de Nana ile arasının açılacağını düşünerek kahroluyor-du. Bu yüzden dönüp kulağını kapıya dayamak isteğine karşı koyamadı. Yalnız pek fazla bir şey duyamıyordu. Kalın kapı perdeleri sesin iyice duyulmasına engel oluyordu. Bununla birlikte bazı kelimeleri- yakalayabilmişti. Philippe sert bir dille konuşuyordu. Çocuklar, aile, onur gibi kelimeler geçiyordu bu konuşmada. Şimdi sevgilisinin vereceği cevabı düşünerek yüreği çarpıyor, kulakları uğulduyordu. Hiç şüphesiz kardeşine küfürü basıp «Öküz herif» defol buradan, burası benim evim! Gibilerden bir şey söyleyecekti. Az sonra ağabeyinin sesi tatlılaşmıştı. Hiçbir şey arılamıyordu, az sonra bir mırıltı onu büsbütün şaşırttı. Nana hıçkırarak ağlıyordu. Bir an karşıt duygulara kapıldı. İçeri girip Philippe'in üstüne atılmak geldi içinden. Zoe odaya girmişti; bunun üzerine kapıdan uzaklaştı; suçüstü yakalanmaktan utanmıştı.
318
NANA
Hizmetçi kadın sükûnetle çamaşırları bir dolaba yerleştiriyordu; öte yandan Georges içini kararsızlık kemirirken alnını bir cama dayayarak sessiz, kımıldanmadan donmuş gibi duruyordu. Bir süre sonra kadın :
- Hanımın yanındaki kardeşiniz mi sizin? diye sordu. Çocuk boğuk bir sesle :
- Evet, dedi.
Bir süre konuşmadılar.
- Kaygılanıyorsunuz bunun için değil mi, Bay Georges? Aynı şekilde derin bir kederle ve güçlükle:
- Evet, dedi yeniden.
Zoe telâş etmiyordu. Dantelleri katladı, sonra ağır ağır:
- Yanlış düşünüyorsunuz... hanımım yoluna koyar her şeyi., dedi.
Hepsi bu kadar. Başka bir şey konuşmadılar. Ama Zoe odadan çıkmıştı. Bir çeyrek saat kadar daha geçti. Çok uzun gelmişti bu Georges'a. Hizmetçi kadın gittikçe benzi sararan çocuğun üzüntüsünün arttığını, nasıl şüphe içinde kıvrandığını farketmiyordu. Georges yan yan salona bakıyordu. Bu kadar zaman, ne yapıyorlardı ki? Belki de Nana hâlâ ağlıyordu. Belki de öteki kabaca şamarlan indirmişti sevgilisine. Bunun için Zoe odadan çıkar çıkmaz kapıya koşup kulağını dayadı. Ama birazda şaşkına döndü. Aklını kaçırmış olacaktı herhalde. Neşeli sesler, tatlı fısıldaşma-lar geliyordu içerden. Zaman zaman da gıdıklanan bir kadının bastırmaya çalıştığı kahkahaları duyuluyordu. Tam bu sırada Nana, Philippe'i merdivene kadar götürmüştü. Aralarında senli benli konuşuyorlardı.
Georges :
- Bu ne? diye şaşkın şaşkın sordu. Kadın ona doğru dönmeden :
- Ne gibi ne? dedi, sonra sözlerine önemsemeyen bir tavırla şunu ekledi :
EMİLE ZOLA
319
- Neler söylemiştin sen? Oysa çok terbiyeli kardeşsin!
- Peki, iş yoluna girdi mi?
- Elbette. Ah! Bunun için neden bu kadar üzüyorsun kendini? Dövüşeceğimizi mi sanıyordun?
Georges hâlâ bir şey anlamamıştı. Kekeleyerek.. '
- Öyle sanıyorum ki... ağladığını duyar gibi olmuştum.
- Ağlamak mı? Ben ha! diye gözlerini çocuğa dikerek Nana bağırdı; rüyamı görüyorsun?... Neden ağlayacakmı-şım?
Şimdi, sözünü dinlemeyip kapıdan içersini dinlediği için oğlanı iyice azarladı. Nana küskünlükle surat asarken Georges yaltaklanarak :
- Ya peki ağabeyim?...
- Ağabeyin hemencecik nerede olduğunu anladı... Anlıyorsun ya ben bir sokak kadını olsaydım, senin yaşın, ailenizin onuru söz konusu olacaktı. Oh! Ben çok iyi anlıyorum bu duyguları... Ama etrafına şöyle bir göz gezdirivermesi yetti de arttı bile. Bunun üzerine kibar bir adam gibi davrandı. Artık tasalanma, her şey yoluna girdi, annenin de içi rahat edecek. Sonra içerden gülerek şöyle dedi:
- Kaldı ki ağabeyini de göreceksin burada... Kendisini davet ettim.
Çocuğun rengi uçtu :
Başka bir şey söylemedi. Bir daha Philippe'den söz etmediler. Genç kadın sokağa çıkmak üzere giyinmeye başladı. Georges üzüntüyle onu seyrediyordu. Şüphesiz, işin yoluna girmiş olmasından memnundu, çünkü Nana'dan ayrıl-maktansa ölüm yeğdi onun için. Ama yüreğinin derinliğinde gizli bir acı vardı, ne olduğunu anlayamıyor ve sözünü de etmiyordu bunun. Philippe'in annelerini nasıl uyuttuğunu hiç öğrenemedi. Üç gün sonra içi rahatlamış olarak Fondettes'e döndü. Ama yine o akşam François teğmenin geldiğini söyleyince içinden bir ürperti geçti. Ağabeyi Georges'a, gidi çapkın seni evden kaçtın ama bereket versin annenin cezasından paçayı ucuz kurtardın, filân diye takıldı.
Dostları ilə paylaş: |