- Beceriksiz herif! diye Nana bağırdı.
Uşak yanılıp meyvelerin iyi konulmadığını, Zoe'nin portakal alırken sarstığını söyleyecek oldu.
Nana :
- Öyleyse salaklık Zoe de dedi. Bu söze üzülen hizmetçi kadın :
- Ama hanımcığım... diye mırıldandı.
Bunun üzerine, hanım, ayağa kalkıp sert bir tavırla:
- Yeter tamam mı?... Çıkın hepiniz dışarı!... Size ihtiyacımız yok artık... diye bağırdı.
Adamlarını böylece haşladıktan sonra sakinleşti. Sonra birden yumuşadı, nazikleşti. Soğukluk faslı eğlenceli geçti. Misafir baylar meyvelerini kendileri alarak keyiflendiler. Satin, elindeki armudu soyarken yerinden kalkıp sevgilisinin arkasına geçti, omuzuna yaslandı, boynuna eğilerek bir şeyler fısıldadı ikisi de kahkahalarla gülüştüler, sonra
EMİLE ZOLA
333
son armut lokmasını da dişlerinin arasına alarak Nana'ya uzattı, ikisi de ısırdılar birbirlerini dudaklarından öperek. Bu da erkeklerin gülünç bir şekilde itirazlarına yol açtı. Phi-lippe, sıkmayın kendinizi diye bağırdı. Vandeuvres, buradan çıkıp gitsek mi diyordu. Georges Satin'i belinden yakalayarak yerine oturttu. *
- Ne budala şeylersiniz! Zavallıcığın yüzünü kızarttınız... Haydi kızım aldırma sen, varsın etsinler. Küçük şeyler bunlar bizim için, dedi.
- Artık ses çıkmaz olmuştu. Şimdi iki genç kadın, bu önemli kişilerin, bu ünlü, anlı sanlı adamların arasında hepsini hiçe saydıklarını belli ederek, sapık dişiliklerini rahatça açığa vuruyorlardı. Adamlar da bu sahneyi alkışlamaktan başka çare bulamamışlardı.
Kahve içmek için küçük salona çıkıldı. Soluk ışıklı iki lâmba pembe duvar kâğıtlarını, bakırın kararmış yaldızlı bibloları aydınlatıyordu. Gecenin bu saatinde, antika sandıkların, bronzların, çinilerin ortasında hafif bir panonun üstünde ipek yumuşaklığında hareler dalgandırıyordu. Öğleden sonra yakılan şöminenin ateşi korlaşarak sönmek üzereydi. Pencere ve kapı perdeleri inik salonda insana uyuşukluk veren bir sıcaklık vardı. Nana'nın iç yaşantısıyla dolu olan bu küçük oda da, eldivenleri, yerde bir mendil, açık bir kitap göze çarpıyordu. Şimdi o vücudundan dağdan menekşe kokusuyla bütün o delişmen kız düzensizliği ile kıyafetine bürünmüş, bütün o zenginlikler arasında hoş bir etki yapan şeyler içinde sonra yatak kadar geniş koltuklar derin divanlar, zamanı unutturan yarı uyku hali içinde, tatlı fısıltılarla sevişme isteği veriyordu insana.
Satin gidip şöminenin yanındaki bir kanepeye uzandı, tiır sigara yakmıştı. Vandeuvres, eğer Nana'yı ödevlerin-den saptırırsa kendisini düelloya çağıracağını söyleyerek şa-Kacıktan kıskançlık numarası yapıyordu. Philippe'le Georges de ona katılmışlardı. Satin'e takılıyor, canını acıtırcası-na çımdıkliyorlardı kızı. Satin dayanamayarak :
- Sevgilim! Yetiş, söyle de rahat dursun şunlar! Hâlâ yanımdalar!
334
NANA
Nana surat asarak :
- Haydi bırakın onu, dedi. Ona eziyet edilmesini istemiyorum, anladınız mı?... Peki ama canımın için, ne diye dalaşıyorsun sen de bu akılsızlarla?...
Satin, yüzü kıpkırmızı, tuvalet odasına geçti. Aralık duran kapıdan, gaz lambasının buzlu karpuzundan dökülen soluk ışığı altında tuvalet masasının sarımtırak mermerleri görünüyordu. Şimdi Nana erkeklerle, çok neşeli ve tatlı bir ev hanımı olarak konuşmaya başlamıştı. O gün, etrafında çok gürültü koparılan bir roman okumuştu. Bir kızın hikâyesi anlatılıyordu, bu kitapta. Yazıların uydurma olduğunu söylüyor, gerçeği yansıttığı ileri sürülen bu iğrenç edebiyata, karşı tiksinti duyduğunu söylüyordu. Sanki her şey göste-rilebilirmiş! Ona göre bir roman hoşça vakit geçirtmek için yazılmahymış. Kitap ve dramlar konusunda Nana'nın çok kesin düşünceleri vardı: tatlı ve yüksek duygulan anlatan eserlerden, kendisini hülyalara götüren, ruhunu yükselten eserleri seviyordu. Sonra konuşma Paris'i çalkalandıran karışıklıklara geldi. Kışkırtıcı yazılar silâha sarılma çağrılan üzerine, baş gösteren ayaklanma hazırlıkları, her akşam halkı toplantılara çağıran bildirilerden söz edildi. Nana cumhuriyetçilere ateş püskürüyordu. Vücutları su yüzü görmeyen bu pis insanlar ne istiyorlardı yani? Herkes halinden memnun değil miydi? İmparator halk için her şeyi yapmıyor muydu? Ne pis şeydi şu halk! Yakından tanırdı onu, bunun için konuşabilirdi bu konuda. Sofra da Goutte-d'Or sokağındaki yoksul insanlara saygı gösterilmesini istediğini unutarak, kendinden olan insanlara zenginliğe kavuşmuş kadınların tiksintisiyle saldırıyordu. O gün öğleden sonra Figaro' da bir halk toplantısı üzerine yapılmış bir yazı okumuştu. Bu yazıda bu toplantı o kadar komikleştirilerek anlatılmıştı ki Nana şimdi argo kelimelerine pis bir apaşın ko-nuşuşunu hatırlayarak da gülüyordu.
Tiksinti duymuş gibi:
- Ah, bu sarhoşlar! dedi. Ya, bunların kuracağı cumhuriyet bir felâket olur herkes için... Ah! Tanrı İmparatorumuzu başımızdan eksik etmesin!
EMİLE ZOLA
335
Muffat, önemli bir şey söylüyormuş gibi ağır ağır:
- Tanrı dileğinizi kabul edecektir, sevgilim, imparatorun durumu çok sağlamdır, içiniz rahat etsin.
Kont bu iyi duygulan görmekten hoşlanıyordu. Politikada iyi anlaşıyorlardı. Vandeuvres'le Teğmen Hugon da, ayak takımını alaya almakta geri kalmamışlardı. Onlara göre süngünün ucunu görünce çil yavrusu gibi dağılırlardı bu palavracılar. Georges o akşam, benzi uçuk, suratı asık oturmuştu hep.
Nana rahatsızlığını farkederek :
- Nesi var bu yavrumun? dedi. Delikanlı.
- Benim mi? Hiç, sadece dinliyorum, diye cevap verdi.
Ama aslında derin bir üzüntü duyuyordu. Sofradan kalkarken Philippe'in Nana ile şakalaştığını duymuştu. Şimdi kendisinin yerine Philippe oturuyordu yanında. Yüreği kabarıyor, içi içine sığmıyordu, ama, bunun neden ileri geldiğini de bilmiyordu, ikisini böyle yan yana görmeye katlana-mıyordu; çok çirkin şeyler aklına geliyor, boğazı düğümlenir gibi oluyor, bunalımının ortasında ayrıca utanç duyuyordu. Satin'le ilişkisine güldüğü, Steiner'le -Muffat ile sonra da başka erkeklerle Nana'mn düşüp kalkmasına göz yumduğu halde, Philippe'in bir gün bu kadına el değdireceği düşüncesi onu, çileden çıkartıyor, gözü dönüyordu.
Genç kadın Georges'u yatıştırmak için eteğinde uyuyan küçük köpeği uzatarak :
- Haydi! Al şu Bijou'yu... dedi.
Georges hemencecik neşelenivermişti, Nana'nın dizlerinin sıcaklığını getiren bu hayvanı kollarının arasına aldığı için..
Şimdi bir gün önce Vandeuvres'ün İmparatorluk kulübünde kumarda büyük bir para kaybedişi konuşuluyordu. Muffat, kumar oynamazdı, buna şaştı. Fakat Vandeuvres, kendisinin de pek yakında iflâs haline geleceğini gülümseyerek dokundurdu, bütün Paris biliyordu bunu. Ölüm, ne biçim olursa ölümdü. Bir zamandır Nana Vandeuvres'ün si-
336
NANA
nirli bir hal aldığını sezmişti. Dudaklarının kenarında bir çizgi belirmişti, açık renk gözlerinin derinliğinde titrek bir parıltı göze çarpıyordu. Ama yine o aristokratça yüksekten bakan halini, yoksul düşen soyuna özgü ince nezaketi elden bırakmamıştı. Yalnız zaman zaman oyun ve kadın yüzünden durgunlaşan beyninden kısa süren bir sızı geçiyordu. Bir gece, genç kadını, yanına uzanarak anlattığı korkunç bir hikâye ile fena halde ürkütmüştü:
Varını yoğunu yiyip tükettikten sonra, atlarıyla kapanıp ahıra ateşe vermeyi düşünüyormuş.
Şimdi tek umudu Lusignan'daydı. Paris ödülü için hazırlıyordu bu atı. Bu at yaşatıyordu onu, sarsılan itibarını taşıyan hâlâ bu hayvandı. Nana'ya, kendisinden istediği şeyleri Temmuzda Lusignan kazanırsa alacağını söylüyordu.
Nana şakacıktan :
- Ya kaybederse? dedi.
Vandeuvres esrarlı bir şekilde gülümseyerek, cevap vermedi, sonra :
- Bakın bir şey söyleyecektim size. Benim güzel bir atım var... genç bir kısrak... Ona adınızı vermek istiyordum... Nana... Nana... Hoş bir ad, kızmazsınız değil mi?
Genç kadın pek hoşlanmıştı bundan:
- Neden kızayım? dedi.
Şundan bundan konuşuyorlardı. Bu arada birinin idam edileceğinden söz edildi. Nana bunu görmeyi çok istermiş. Tam bu sırada tuvalet odasının kapısından Satin yalvarırcasına kendisine seslendi. Nana hemen kalktı. Öteki erkekler koltuklarına uzanmış purolarını tüttürerek, alkolik bir katilin sorumluluk derecesi üzerinde tartışmaya girişmişlerdi. Tuvalet odasında, Zoe bir iskemleye çökmüş hüngür hüngür ağlıyordu. Satin de boşuna hizmetçi kadını avutmaya çalışıyordu.
Nana hayretle :
- Ne var? diye sordu.
EMİLE ZOLA
337
- Oh şekerim, bir şey söyle şuna. Yirmi dakikadır kendine gelmesini söyleyip duruyorum... sofrada kendisine salak dediğin için ağlayıp duruyor.
- Evet, hanımcığım... çok ağır... çok ağır bir söz bu... diye Zoe yeniden hıçkırarak ağlamaya başladı.
Bu sahne bir anda genç kadının yüreğine dokundu. Tat-' h bir şeyler söylemeye koyuldu. Zoe bir türlü yatışmadığı için, önünde diz çöktü, şefkat dolu bir yakınlıkla kolunu beline doladı.
- Budalalık etme... öyle demiştim, evet... Başka şey de söyleyebilirdim... Biliyor muydum ki ne dediği mi? Çok öfkeliydim... Haksızlık ettim... Haydi bırak ağlamayı... dedi.
Zoe kekeleyerek :
- Ama ben hanımımı o kadar seviyorum ki... Onun için o kadar çok şey yapmıştım ki... diyordu.
Nana, hizmetçisini öptü. Sonra darılmadığını göstermek için yalnız üç kere giydiği bir elbisesini verdi. Kavgaları hep böyle hediyelerle sona ererdi. Zoe mendiliyle gözlerini sildi. Elbiseyi koluna alıp giderken, mutfaktakilerin çok kederli olduklarını, Julien'le François'nin ağızlarına lokma koymadıklarını, hanımlarının öfkesinin adamların iştahını kapadığını söylüyordu. Bunun üzerine Nana onlara da gönüllerini almak için birer Louis altını gönderdi. Etrafındaki-lerin üzüntüsüne hiç dayanamazdı.
Nana salona döndüğü zaman bu kırgınlığı ortadan kaldırdığı için pek sevinçliydi. Bunun böyle gitmesi ertesi gün için iyi olmazdı. Bu sırada Satin kulağına hararetli hararetli bir şeyler söylüyordu. Bu böyle gider de bu erkekler bana yine takılırlarsa artık burada oturmam, giderim diyordu, sonra da sevgilisinin bu gece hepsini kapı dışarı etmesini istiyordu. Böylece akılları başlarına gelsindi. Hem ne kadar tatlı olacaktı, ikisinin başbaşa kalması! Nana onun bu isteği karşısında kaygıya kapıldı, imkânsızdı böyle bir şey. Bunun üzerine Satin, haşarı bir çocuk gibi dediğini yaptırtmak için direnerek Nana'ya çatmaya başladı:
338
NANA
- Bunu istiyorum ben, anlıyor musun!... Ya kovarsın onları ya ben çıkıp giderim... diyordu.
Sonra salona girdi, pencere kenarındaki bir divana gömüldü, ölü gibi sessiz durarak gözlerini Nana'ya dikti, onun istediğini yapmasını bekliyordu.
Bu sırada adamlar yeni suç teorileri üzerindeki düşüncelerini ileri sürmekteydiler. Bazı hastalık hallerinden ileri gelen sorumsuzluk fikrinin ortaya atılmasından beri artık suçlu kimse kalmamıştı, böylelerine hasta gözüyle bakılıyordu. Bu konuşulanları başıyla onaylayan Nana, Muffat'yı nasıl göndereceğini düşünmekteydi. Ötekiler gitmek üzereydiler, ama hiç şüphe yok kont kalmakta direnecekti: Philippe gitmek üzere ayağa kalkınca Georges de ardından yürüdü, onun tek kaygısı, ağabeyinin kendisi gittikten sonra burada kalmasıydı. Vandeuvres bir kaç dakika daha kaldı, zemini yokluyor, belki bir işi çıkar da Muffat gider diye bekliyordu, sonra, Kontun geceyi burada geçirmek niyetiyle iyice yerleştiğini görerek, daha fazla beklemedi, terbiyeli bir adam olarak izin isteyerek kalktı. Ama kapıya doğrulurken gözünü hiç ayırmadan Nana'ya bakan Satin'i gördü, herhalde durumu sezmiş olacak ki, gülerek yanına gelip elini sıktı:
- E, söyle bakalım, dargın değiliz değil mi?... Vallahi bizden daha kibarsın sen, dedi.
Satin cevap vermedi. Nana ile, orada kalan Konttan gözünü ayırmıyordu. Artık ona hiç aldırış etmeyen Kont, Nana'nın yanına gelip elini tutarak parmaklarını öpmeye başlamıştı. Genç kadın, onu bundan vazgeçirmek için kızının nasıl olduğunu sordu. Bir gün önce Muffat bu çocuğun kederli halinden yakınmıştı. Evinde hiç mutluluk bulamamıştı, karısı hep dışardaydı kızı da hep öyle soğuk bir sessizlik içinde kapanıp oturuyordu. Nana Muffat'nın aile işleri konusunda daima iyi öğütler verirdi. Şimdi, Muffat'nın sinirleri gevşeyerek kadını bırakıp yine her zamanki yakınmalarına başlaması karşısında:
EMİLE ZOLA
339
- Evlendirsene onu? dedi. Bu konuda verdiği sözü hatırlamıştı.
Hemen ardından da cesareti ele alarak Daguenet'nin sözünü etti. Bu adamın adını duyar duymaz kont isyanla ir-kildi. Kendisine öğrettiği şeylerden sonra bu adama asla veremezdi kızını.
Nana önce şaşmış gibi göründü, sonra bir kahkaha atarak Muffat'nın boynuna kolunu doladı:
- Ah! Kıskanç adam! Hiç olur mu böyle şey!... Düşün bir kere. Benim için kötü şeyler söylemişlerdi, öfkeye kapılmıştım. Şimdi üzüleceğim eğer...
Böyle konuşurken Muffat'nın omuzunun üstünden Sa-tin'le göz göze geldi. Kaygılanarak kolunu adamın boynundan çekti, ağır ağır :
- Bu evlenmenin olmasını istiyorum dostum. Kızının mutluluğuna engel olmak istemem. Çok iyi bir insandır bu genç adam daha iyisini bulamazsın.
Sonra Daguenet'yi göklere çıkarırcasına övmeye başladı. Kont yeniden ellerini tutmuştu, hayır demiyor, bakalım, görüşürüz bunu sonra diyordu. Sonra yatalım artık deyince, Nana sesini alçaltarak yavaşça imkânsız dedi, regli olduğunu söyledi. Ama adam gitmemekte direniyordu. Genç kadın da gevşiyordu yavaş yavaş ama yeniden Satin'le göz göze geldi. Bunun üzerine Nana sert bir tavır takındı. Hayır olamazdı bu. Çok üzülen kont, ayağa kalkarak şapkasını aldı. Fakat kapıda, safir kolyeyi hatırladı, kutusunu cebinden eliyle yakaladı, bunu yatağın içine saklamak istiyor, Nana'nın önce yattığı zaman bacaklarının arasında hissetmesini ve böylece bir sürpriz yapmayı tasarlıyordu, büyük bir çocuk gibi, yemekten beri bu sürprizi tasarlamıştı. Şimdi, duyduğu derin keder ve azap içinde birden kutuyu genç kadına uzattı:
- Nedir bu? diye soran Nana. A! Safir bir kolye... Ah. evet şu kolye... dedi. Ne kadar naziksin! Söylesene sevgilim bu benim beğendiğim Safir mi? Vitrinde daha göz alıcı görünüyordu da
340
NANA
Teşekkür olarak söylediği yalnız buydu. Muffat'nın gidişine hiç ses çıkartmadı. Adam, sessizce uzanıp bekleyen Satin'i gördü. Bunun üzerine iki kadını süzdü, sonra hiç diretmeden, boyun eğerek aşağıya indi. Daha antrenin kapısı kapanmadan Satin Nana'ya sarıldı, dans edip şarkı söylemeye başladı. Sonra pencereye koşarak:
- Hani sokakta giderken ne hale girecek seyredelim şunu, dedi.
Perdelerin gölgesinde iki kadın, pencerenin dövme demirden korkuluğuna dirseklerini dayadılar. Saat biri vuruyordu. Villiers caddesinin ıssızlığı içinde iki sıralı havagazı feneri uzanıp gidiyordu. Bu rutubetli Mart gecesinde, yağmurla karışık bir rüzgâr, iri dalgalar halinde süpürüyordu sokakları. Boş arsalar gecenin karanlığında delikler meydana getiriyordu; yapımı bitmemiş konakların iskeleleri karanlık gök yüzüne doğru uzanmaktaydı. Şimdi kadınlar, ıslak kaldırımda kendi gölgelerini çiğneyerek bu ıssız ve buz gibi soğuk geniş Paris caddesinde gidişini seyrederken çılgınca gülüyorlardı. Fakat Nana Satin'i susturdu:
-, Dikkat et, bekçiler geçiyor!
Bunun üzerine gülmelerinin duyulmaması için elleriyle ağızlarını kapattılar, gizli bir korkuyla sokağı gözden geçiri-yorlardı. Caddenin öte yanında uygun adımla yürüyen iki adama baktılar. Nana bütün o lüksü içinde, yine de yumuşak başlı bir kadın olarak, şeytandan korkar gibi korkuyordu polisten; ölümden söz edilmesini istemediği kadar polisin adının anılmasından da hoşlanmıyordu. Yoldan geçen bir bekçinin başını kaldırıp konağına bakışı bir rahatsızlık uyandırdı içinde. Ee, güvenilmezdi bu adamlara hiç. Gecenin bu saatinde böyle gülüştüklerini duyarlarsa sokak kadını sanırlardı kendilerini. Satin, Nana'ya sokulmuştu, hafifçe titriyordu bütün vücudu. Ama yine de, sokaktaki su birikintilerinde yansımalar meydana getiren bir fenerin ilerleyişi meraklarını gıcıklamıştı. Kaldırım kenarlarından akan suları karıştıran yaşlı bir paçavracı kadındı bu. Satin tanıdı:
- Bak! dedi: paçavra sepeti sırtında kraliçe Pomare!
EMİLE ZOLA
341
Rüzgârın savurduğu su serpintileriyle yüzleri ıslanırken Satin sevgilisine bu kadının hikâyesini anlattı. Eskiden çok güzel bir kızmış, bütün Paris vurgunmuş güzelliğine. Erkekler, azgınca koşarlarmış peşinden, büyük adamlar merdivenlerinde diz çöküp ağlarlarmış. Şimdi içkiye vermiş kendini. Mahalle kadınları azıcık gülmek için absent içiriyorlar-' mış ona, sonra oğlan çocukları kaldırımlarda taş atarlarmış ardından. Yani, gerçekten bir yuvarlanış. Bataklığa düşmüş bir kraliçe! Nana, bütün bunları soğukça dinliyordu Satin:
- Bak, şimdi; dedi.
Sonra bir erkek ıslık çaldı. Pencerenin altına gelmiş olan paçavracı kadın, başım yukarıya kaldırınca elindeki fenerin sarı aydınlığında olduğu gibi göründü. Başına yırtık pırtık bir bez sarmış, paçavralar içindeki bu kadının morarmış derin çizgili buruşuk yüzünü, karardık bir deliği andıran birkaç dişi kalmış ağzını, etrafı simsiyah alev alev yanan çukura kaçmış gözlerini gördüler. Şimdi Nana, şaraba boğulmuş bu eski yosmanın korkunç manzarası karşısında, karanlıklar içinde, karşısında diz çöken bütün bir köyün üstünde yükselen şatosunun sahanlığında, ün ve zenginliğinin verdiği gururla dünyaya yüksekten bakan o yaşlı İrma d'Anf-lars'ı görür gibi oldu. Satin kendisini görmeyen ihtiyar kadına gülerek hâlâ ıslık çalıyordu; Nana :
- Bırak artık! Bekçiler duyacak... Haydi çabuk girelim içeri... dedi. Değişik bir sesle söylemişti bunu.
Uygun adımla yürüyen bekçilerin ayak sesleri yemden duyulmuştu. Pencereyi kapattılar. Nana, üşümüş titriyordu, saçları ıslanmıştı, geriye dönünce bir an salonun ortasında şaşkın şaşkın durdu, sanki burada yaşadığını unutmuş, tanımadığı bir yere gelmiş gibiydi. Kendini öyle dik, öyle nefis kokularla dolu bir hava içinde bulmuştu ki, mutlulukla karı-şds bir hayret uyanmıştı içinde. Bütün o yığın yığın zenginlikler, antdca eşyalar, sırmalı ipek kumaşlar, fil dişi, bronz biblolar, lâmbaların pembe aydınlığında uyukluyor gibiydi; öte yandan derin bir sessizliğe gömülen konağın içinden büyük bir lüks havası, kabul salonlarının resmdiği, geniş mer-
342
NANA
diyenlerin tatlı sessizliği, halıların ve sedirlerin yumuşaklığı duyuluyordu. Nana bir anda bütün benliğinin şahlandığını, içinde hükmetmek ve gülüp eğlenmek, her şeye sahip olduktan sonra yine her şeyi yıkıp devirmek ihtiyacını duymuştu. Hiçbir zaman dişiliğinin gücünü bu kadar derinden duymamıştı. Etrafına ağır ağır göz gezdirdi, sonra ağır baş-, h bir filozof tavrıyla:
- Oh ne iyi! İnsan gençken hayattan güzelce zevk almalı! dedi.
Ama Satin çoktan yatak odasına gitmiş ayı postlarının üstünde yuvarlanarak onu yanına çağırıyordu:
- Haydi gel! Gelsene artık!...
Nana tuvalet odasında soyundu. Daha çabuk olmak için gür sarı saçlarını avuçları arasına aldı, sonra gümüş bir küvetin üstüne silkeledi, şimdi uzun firketeler, döküldükçe berrak bir çıngırak sesi çıkartıyordu.
XI
O pazar, haziranın ilk sıcakları başlarken, fırtınalı bir havada Boulogne ormanında Paris Büyük Ödülü için, at yarışları yapılıyordu. Güneş sabahleyin kırmızımtırak bir toz bulutu içinde doğmuştu. Ama saat onbire doğru, arabalar Longchamp hipodromuna vardığı sırada, bir güney rüzgârı, bulutları dağıtmıştı. Gri buhar kümeleri delik deşik sonsuz bir kamış gibi ufka doğru uzanıp gidiyordu. İki bulut parçasının arasından birden güneş alevlerini saçıyordu yer yüzüne. Çimenlikte yaya ve atlı gittikçe büyüyen bir kalabalık vardı. Ama meydan bomboştu henüz. Hakemlerin oturacakları yer, yarışan hayvanların varış noktalarını işaretleyen demir kazıklar, yarış sonuçlarının ilân edildiği levha, yanşa giren atların tartıldığı yer, sonra tuğla duvarlarıyla beş tribün bu çiğ güneş ışığı içinde göze çarpıyordu. Bütün bunların ötesinde engin çayırlık, öğle güneşinin ışığı altında küçük ağaçlar arasından uzanıp gidiyordu, batıda bu çayırlık, Mont - Valerien'in kaba profilinin hâkim olduğu ağaçlıklı Saint - Clonud ve Suresnes tepelerinde son buluyordu.
Nana, sanki Büyük Ödül, onun kaderini belirleyecek-miş gibi çok heyecanlıydı, hemen varış direklerine yakın, parmaklığın arkasında oturmak istiyordu. İlk gelenler arasındaydı. Daumont sistemine göre dört tane çok güzel beyaz at koşulu gümüş kakmalarla süslü bir landonla gelmişti buraya. Araba Kont Muffat'mn hediyesiydi. Çimenliğin gi-nş yerinde soldaki atların sırtına binmiş iki seyis ve arabanın arkasında dimdik oturan iki uşakla göründüğü zaman bir kraliçe geçiyormuş gibi kalabalıkta yakından görebilmek için bir itişme kakışma' oldu. Vandeuvres ahırının renkleri olan mavi ve beyaz son derecede güzel, görülmemiş bir elbise giymişti. Beyaz küçük korsajla mavi ipekli tu-
344
NANA
nik, boydan boya vücudundan aşağı sarkıyor, yalnız kalçalarda büyük bir puf meydana getirecek şekilde toplanıyordu. Bütün elbise gümüş tellerle işlenmiş dantellerle süslenmişti. Bu işlemeler pırıl pırıl parlıyordu güneş vurdukça. Bütün bu kıyafeti tamamlamak üzere, bir jokeye de daha çok benzemek için, saçının topuzuna beyaz tüylü mavi bir kepi oturtmuştu. Bu kepden sarı kızıltılı kıllardan örülmüş kocaman bir at kuyruğu omuzlarına dökülüyordu.
Vakit öğle olmuştu. Büyük Ödül yarışının başlamasına daha üç saat vardı. Landon'u arabaların bulunduğu yere çekildikten sonra, Nana evindeymiş gibi rahatça yerleşti. Bi-jou ile Louiset'yi de getirmek aklına esmişti. Hava sıcak olduğu halde, eteğinde yatan köpek üşüyor, tir tir titriyordu. Kurdeleler ve dantellerle süslenmiş olan çocuk da, açık havaya çıkınca benzi sararmış, balmumundan yapılmış bir bebeği andırıyordu. Genç kadın çevresindekilere aldırmadan, önündeki sırada oturan Hugon kardeşlerle yüksek sesle konuşuyordu. Gençler, beyaz gül ve mavi «unutma beni» buketleri arasında kaybolmuş gibiydiler.
Nana :
- İşte böyle... dedi, fena halde canımı sıkmaya başlayınca kapıyı gösterdim kendisine... İki gündür küs benimle...
Muffat'dan söz ediyordu, ama gençlere bu ilk kavgalarının gerçek sebebini açıklamamıştı. Bir akşam Muffat odasında bir erkek şapkası buldu, genç kadının budalaca bir hevese kapılıp can sıkıntısıyla getirdiği bir adamındı bu şapka.
Bir takım ayrıntılar vererek eğleniyordu :
- Bilmezsiniz ne kadar acayipleşmişti. Aslında içi geçmiş bir sofudan başka bir şey değil... Her akşam dua eder durur. Hiç kaçırmaz bunu. ilk defa yatağına giren ben olduğum için farketmiyorum sanıyordu bunu, ama onu rahatsız etmek istemiyordum. Ama göz ucuyla dikiz ediyordum, bir dua mırıldanıyordu durmadan, sonra istavroz çıkartarak üstümden atlayıp yatağa dalıyordu...
EMİLE ZOLA
345
- Hele bak! Kıyak iş, hem önce, hem sonra mı yani? Genç kadın tatlı tatlı güldü :
- Evet hem önce hem sonra uykuya dalacağı sırada yine mırıldanıp durduğunu duyuyordum... Ama asd canımı sıkan her kavga edişimizde günah çıkartmaya kalkması oldu.' Ben hani dine bağlıyımdır her zaman. Alay edin isterseniz ama, ben inandığım şeye inanıyorum işte... Ama çok kafa şişiriyor, hıçkırarak ağlıyor, vicdan azapları içinde kıvrandığını söylüyor. Önceki gün de aramızda geçen bir çekişmeden sonra gerçekten bir kriz geçirdi, adam... Ne yaptımsa yatıştıramadım bir türlü...
Ama birden durdu, sonra :
- A, bakın Mignon'lar geliyor, dedi. Oo, çocuklarını beraber getirmişler!... Aman ne kadar kötü giydirmişler bu çocukları!..
Mignon'lar çiğ renkli bir landona binmişlerdi, sonradan görme bir burjuva zenginliği akıyordu üstlerinden. Ro-se, sırtında kırmızı şeritli ve düğmeli gri ipek bir elbise vardı. Arabanın ön tarafındaki sıraya oturan Henri ile Char-les'in sevinci karşısında mutlulukla gülümsüyordu. Oğlanlar, bol okul kıyafetlerinin içinde kaybolmuş gibiydiler. Ama landon arabaların bulunduğu yere geldiği zaman önce dört atlı arabasını ve üniformalı uşaklarını sonra da Na-na'yı buketler arasında şahane bir tavırla oturur görünce dudaklarını ısırdı ve surat asarak başını çevirdi. Mignon ise aksine, güler yüzle elini sallayarak selâm verdi. Kadınlar arasındaki kavgalara karışmamayı prensip edinmişti.
- Aklıma gelmişken dedi, Nana. Bozuk dişli, kibar bir ihtiyar var tanıyor musunuz? Bay Venot diyorlar... Bu sabah konuşmak üzere bana geldi.
Dostları ilə paylaş: |