Davamı davası kabul eden avukat Mehmet Ali Şahinsa-vunma yaptı. Savunma değil sanki Emr-i bil ma'ruf idi. Zaten ben de onu istiyordum. İçimden "helal olsun" dedim. Ceza alacağım ama hiç önemli değil. Kulaklarım, gözlerim, bu sahneye şahid oldu ya, bir deyimle ölsem bile gözlerim arkada kalmazdı. "Müvekkilim, gençliğe bir hizmet vermiştir. Gayesi uçuruma giden, kahve, kumarhane gibi kirli yerlerde kirlenen gençliği uyarmaktı." şeklinde savunmaları gerçekten mükemmeldi. Mahkeme ara kararı verdi. Dışarı çıktık. Dışarıda bekleyen yakınlarım ve din kardeşlerim vardı. Babam ağlıyordu. Heyecan son safhadaydı. Babama birazdan alacağım ceza için telkinler yapıyordum. Fakat biliyordum ki babamın ve beni sevenlerin üzüntüsü geçmeyecekti. Ve yine biliyorum ki benim ceza almam beni sevenleri kıyama daha çabuk götürecekti.
Tekrar içeriye çağrıldık. Hakim: "Karar veriyoruz, bir diyeceğin var mı?" dedi. "Hayır" dedim. Tekrar oturdum. Gür bir ses: "Sanık ayağa kalk" dedi ve kalktım. Reis son karan okuyordu. "Türk Ceza Kanununun 163. maddesini ihlâl ettiğinden 9 yıl 6 aya ceza öngörülmüştür. Bu cezanın mahkemede iyi halden bir buçuk yıl civarı indirilmesine, iki yılının Antalyada gözetim altında tutulmasına, böylece toplam (iki yıl gözetim hariç) altı yıl üç ay hapis cezasına karar verilmiştir." O anda avukatıma baktım "Ne yapalım" der gibi elleriyle işaret verdi. Sonra salondan çıktık.
20
Salondan çıkar çıkmaz Devlet Güvenlik Mahkemesinin karşısındaki karakola aldılar. İçeri girdim. Komiser yoktu. İki polis vardı. Birkaçı da içeriye girip çıkıyorlardı. Polisin birisi "Ne suç yaptın bacı?" dedi. Belli ki bu polis insanlık duygusu olan biriydi. Hemen yanındaki cevap verdi. "Baksana çarşaflı, hırsızlıktan başka ne olabilir?" dedi. Böylece ikinci mahkemem başlıyordu!..
—Size şimdiye kadar gelen hırsızlar çarşaflımıydı? dedim.
Aynı polis:
—Başka ne suçun olmuş olabilir ki? dedi.
—Cevap vermiyorum. Bilhassa size. İnsan önce sorar sonra fikrini söyler. Sizin ön yargılı suçlamanızdan sonra size cevap vermem hata olur dedim.
İnsanlık duygusu olan polis memuru:
—Sen k»sura bakma bacı. O ne konuştuğunu bilmiyor. Siz bana söyleyin. Suçunuz ne?
—Dinî bir kitap yazdım "SUÇ" kabul edildi. Polis üzüntü ile:
—Geçmiş olsun bacı... derken öteki sordu:
—Hoppalaaa... Dinî kitab yazmış. Öyle olsaydı ceza ve-rirlermiydi? Kimbilir ne kitabı idi... Koruduğu devleti tanımayan bir polisti bu.
Biraz durduktan sonra. —Hangi dine ait kitabınız?
—Siz hangi dini biliyorsunuz ki? diyerek, ikinci bir kelime söylemedim. Çünkü anlamıştım ki, bu adam ne dinden anlıyordu ne dinsizlikten. Konuşmaya ne gerek vardı.
Efendi olan polis, üzüntüsünü belirtirken:
—Ne yazdın be bacı? Yazık ettin kendine dedi. Temiz duygulu bir polisti.
Bu arada eşimle babamı yanıma çağırdılar. Babam ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sadece benden ayrılmasına değil, bana yapılan muameleye idi. Onlarla son dakikalarımızı yaşıyoruz. Ben bir damla göz yaşı Kararlıyım dökmeye ceğim. -21
Ama onların haline üzülmüyor da değilim
Derken komiser de geldi. "Suratının rabbi yessiri silinmiş" derler ya. İşte ilk bakış öyle bir suratla babamla eşime "Çıkın dışarı" dedi. Sert ve küçümser bir tavırla. Tabii ikisi de çıktılar. Onların öyle azarlanması sanki kalbimde bir delik açmıştı. Öyle içerledim ki neredeyse "Sen de kimsin" diye isyan edecektim. Hiçbir faydası olmayacağını bilhassa bana zarar vereceğini bildiğim için kendi kendimi zoraki yatıştırdım. Öyle ya, elin oğlunun kâhyasımısm, kalkar bir tokat patlatır, kim bir şey diyebilir ki? "Burada kanun benim" der adam. Der ya... Kim karışabilir? Ona oradaki polisler kelepçe takamazlar ya. Başbakan da kanunlar da adamı göremeyeceğine göre!..
Babamlar dışarıya çıkınca sordum:
—Daha yumuşak söyleyemez miydiniz Komiser bey? Ne olurdu sanki iki dakika onlarla konuşsaydık?
Sert, Frankeştayn'ı andıran suratı yine asık*olduğu halde sordu:
—Senin suçun ne?
—163. maddeyi ihlâl.
—Ne demek o?.. Haaa. lâikliğe aykırılık. Din işi ile devlet işini bir tutuyorsunuz. Halbuki lâiklikte Din işi, devlet işi ayndır. Sen bunu bilmiyormusun? Kaçıncı asırdayız? bu asırda din geçmez kızım, geçmez.
—Dinsizlik geçiyormu komiser bey?
—Dinsizlikte iyi bir şey demiyorum. Herhalde biz de müs-lümanız.
—Tam emin değilsiniz yani...
—Ne demek, emin olmaz olurmuyum?
—Dini beğenmiyorsunuz, sonra da "Ben de müslümanım" diyorsunuz. Arkasından bir de kocaman "Her-halde"yi ekliyorsunuz. İnsan müslümansa bunu kesin olarak bilmesi ve itiraf etmesi gerekir.
—Senin tahsilin ne?
—Tahsilden kasdınız nediV komiser bey?
—Tahsil işte. 22
—Neyin tahsili?**» —Tahsilin neyi mi olur?
—Elbette olur. Şimdi siz kalkıp "Tıp tahsili gördüm" diyebilir misiniz?
—Anlamadım, tahsil deyince neyi kastedersin sen?
—Gerçek ve faydalı bilgiler tahsildir. Tahsil ya bu dünya, ya da ötekine ait bilgiler vermeli. Tahsil emeklisi (bilgi) diye yutturulmamalı. "Bir filozof şöyle dedi" öteki "Böyle dedi" yıllar sonra bir başka filozof çıkıp o "şöyle"yi de "böyle" yi de iptal edip, aynı konu hakkında bir başka teori oko-mamalıdır. Gerçek hakiki ilimleri tahsil etmeli. İşte ö zaman tahsil yapmış olur. Neyse ben sorunuza cevap vereyim. İlkokul mezunuyum. İslam'a göre değil tahsil yapmış olmam, talebe bile olamadım.
—Vay vay bu kadar zor mu İslâm bilgileri?
—İslâm bilgisi deyince siz ne anlıyorsunuz?
—O kadar bilgimiz var canım. Günah, sevap işleri tabii...
—Nedense daima günah ve sevab olarak İslâm'ı tanıtırsınız veya öyle biliyorsunuz. Biliyormusunuz, ikiyüz küsur büyük günah var. Binlerce büyük sevab. İslâm günah ve sevab-dan ibaret olsaydı, bir iki yılda herkes alim olur çıkardı. Siz biliyormusunuz, İslâmiyette, müslümanlardan hiçbir fert doktor olmazsa o beldedeki müslümanların hepsi günahkâr olur. Sonra.İslâmiyet gök yüzünden, deniz altından dağlardan, kayalardan, insanın beyin yapısından, ruhundan evliliğinden, ceza kanunundan, alış-verişten, mirasından dünya ve ahiret saadetinden, yani insanların dünyada nasıl hareket edeceğinden, bahsettiği gibi, ahiret hayatından da bahseden bir dindir. Onu günah ve sevabla sınırlandırmak Allah'a hakaret olur. Tabiî sizin anladığınız manada sınır.
—Bak seeen... Biraz anlat bakalım.
—Kitabta anlatmıştım, suç oldu. Onun için bir saat önce 8 yıl ceza aldım. Onun için hepsini anlatmam mümkün değildir. Siz gerçekten öğrenmek istiyorsanız, önce öğrenme azmiyle yola çıkın, gerisi gelir." Soruyu siz sorarsınız suçlu olmazsınız, ama biz cevap veririz suçlu oluruz...
23
Komiser güzel güzel dinlerken, damdan düşer gibi ortaya bir soru attı:
—Ne yani, şimdi bir kadın geliyor bize teklifte bulunuyor. Onu red mi edelim?
Bu soruya hem utanmış, hem sinirlenmiş hem de üzülmüştüm. Tepeden inme bir soru. Bu kadar erkeğin içinde nasıl cevap versem acaba? Caiz midir, değil midir diye düşündüm. Bu arada eşim hem de hocam Recep Özkan'ın sözü aklıma geldi. "Sana ne şekilde lâf atılıp soru sorulursa lâyıkıyla cevap ver'' demişti.
Aslında söyleyecek çok şey vardı. Ama nereden başla-saydım! Ben böyle düşünürken tabii cevap gecikti. Komiser sordu:
—Ne o, cevap vermedin? Hak verdin bana değil mi?
—Hayır, hak filan verdiğim yok. Sadece bu soruyu bana sormanız biraz ters geldi. Bunca sorular içinde niçin bunu sordunuz diye düşündüm. Kısaca cevaplandırayım:
Siz, sözde devletin namusunu (!) şerefini korumaya yemin eden kişilersiniz. Aynı devletin evlâdının namusunu nasıl kirletirsiniz? Bu durumda kediye ciğer teslim edilmiş olmuyor mu? Bu bir... İkincisi; Komiser bey, insanlık, dürüstlük odur ki, sizi teşvik ettiği halde, siz kirli şeylerden uzak duracaksınız. Size bir kadın böyle bir teklifte bulunuyorsa, o yoldan çıkmış bir zavallı demektir. Onu doğru yola sürüklemeniz gerekir. Kimbilir onu o durumlara düşürenler kimlerdir. O duruma ağlamanız gerekir. Siz üstelik hem müslü-man hem de devletin ''namusunu, şerefini!, korumaya!" yemin etmiş memurlarsınız. Memurluk bu söylediğinizi kabul edebilir! Ama müslümanlığınıza hem de verdiğiniz söze riayet etmiyorsunuz. Bu durumda İslâm'a göre bir müslüman ahlâkı ve namusu ile ilgili görevleri heryerde aynıdır. O müslüman asla bir kadını eğlence metaı yapıp onun kanma girmez. Ya onunla evlenir veya ona maddi yardımlar yapar. Fakat siz, ne İslâmî vazifenizi ne de memurluk vazifenizi yapıyorsunuz, farzedelim sizin kızınızı kötü yola düşürdüler...
24
—Benim kızım düşmez! Kendine gel!
—Kötü yola düşen kızların babaları da aynı şeyi söyle-
mişler,dirj Farzedelim diyorum. Sizin kızınızı bir komiser kurtarıyor. Ne kadar sevinirdiniz değil mi? İŞte sizin doğru yola iteceğiniz kızların aileleri de öyle sevinirler. Fakat siz, düşmüşse bir tekme daha atıyorsunuz. Biz bu gerçekleri söyleyince hemen bir maddeyi ihlâl etmiş oluyoruz. Fakat siz ne söylerseniz söyleyin hiç bir maddeyi ihlal etmiş olmuyorsunuz. Ben komiserler duymuşumdur, namuslu ve şerefli..^Yabancı kızı da kendi kızı gibi koruyan... Bu adam memur olduktan sonra insanlığını yitirmemiş bazı değerlerini yitirse bile. Ama siz, fırsat düşkünüsünüz. Sizin yaptığınızın İslâm'da yeri yok. Ama siz illâ da aynı yaşantınıza devam edecekseniz edin. Elbette birgün siz de kefen giyecek gerçeği göreceksiniz. O zaman omuzunuzdaki rütbenin hiçbir faydasını göremeyeceksiniz. İşte o gün bizi anlarsınız. Komiser bey söyleyecek çok söz var ama, hepsi yarım kalacağı için uzatmak istemiyorum. Şuna inanıyorum ki günümüzde her iki polisi beklemek için bir polis lâzım. Şu durum gösteriyor ki polisin çoğu sizin durumunuzda... İslâmı tanımıyor. Bir bünyeye Allah'ın emirleri yer etmemişse o kişi ne büyük tanır ne küçük. Ne din tanır ne vatan. İşte size bir misal: Biraz önce eşimle babamı kovdunuz. Babam sizden büyük olmasına rağmen "Dışarı çık" derken bile herşey göz önüne seriliyordu. Siz "Dışarı çıkarmışınız" diyebilirdiniz. Fakat siz vatandaşı, bilhassa vatandaşın müslüman olanını küçük görüyorsunuz. Komiser bozulmaya başladı tekrar:
—Şimdi senden ders mi alıyoruz?
—Hayır, siz sordunuz ben cevap verdim. Tıpkı yazdığım kitap gibi, SORU SORUYORLAR CEVAP VERİYORUM... SORAN SUÇSUZ CEVAP VEREN "SUÇLU" OLUYOR. Madem cevaplarım sizi rahatsız edecekti niçin sordunuz?
—Sen bu çarşafınla bu kelimeleri neyle üretiyorsun?
—Komiser bey karıştırıyorsunuz herhalde. Dil, kıyafete göre konuşmaz. Akıl ve bilgiye göre konuşur. Çarşafımın beni dilsiz yapacağına inanmıyorsunuz ya?
—Şimdi anlıyorum. Seni hapse atmakla çok iyi yapmışlar. Sen tehlikelisin.
—Mesela yanlış ne konuştum?
25
—Önemli değil...
—Doğru söylediniz. Zaten mühim olan yanlış konuşmam değil doğruyu konuşmamdır, değil mi? Yanlış konuşsam beni tehlikeli göremezdiniz...
Komiser tekrar sordu:
—Yani şimdi ayağımıza gelen kısmeti tepecekmiyiz? Adam'a erkek demezler be...
Tekrar çok sinirlenmiştim: (Şunları yazarken bile sizden haya ediyorum ama bunları böylesine medeniyetsizleri yazmakta fayda var zannederim... Tanımamız yönünden.)
—Kusura bakmayıa ama ben bu konulara girmek istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim, günümüzde erkek denince kadınlarla ilişki akla geliyor galiba. Asıl erkeklik, dinine, eşine ve namusunu korumakla mükellef olduğu kişilere ihanet etmemekle olur. Afedersiniz hayvanlar önüne gelen dişi ile ilişki kurarlar. Fakat unvanları yine hayvandır. İlişkileri onlara "Erkek" unvanı vermemiştir. Bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum, demiştim. Sormak istediğiniz daha başka bir soru varsa onu sorun...
—Ne yani şimdi biz hayvan mı olduk?
—Size hayvansınız demedim. Sadece hayvanların bir vasfını anlattım.
Bu arada çıkma saatimiz geldi. Sağmacılar cezaevine gidiyoruz.
Kayıt işlemleri tamamlandı. Sıra kelepçeye geldi. Komiser: —Kelepçe takalım mı? dedi.
—Dışarıda bekleyen babam ve eşim var. Bilhassa babam beni kelepçeli görsün istemem. Ama siz bilirsiniz.
Komiser imah bir şekilde:
—Kaçarmısın?
—Asla. Şimdilik lüzum görmüy0rum.
—Size inanıyorum. O yüzden kelepçe takmayacağım.
—Biz!i! niçin anlamıyorsunuz?
26
Siz... Siz dürüst insanlarsınız. Ben insanları bir görüşte tanırım.
—Ne kadar ilginç değilmi? Hem herkesten fazla bizim dürüst olduğumuza inanırsınız, yine de herkesten fazla bize ceza verirsiniz. Şu bir gerçek ki İslâm ile tanışmamışsınız... onun içinde...
—Ne münasebet efendim, ben İslamcılığı bilirim.
—Evet biliyorsunuz, fakat siyonizmin müsaade ettiği ölçüde öğrendiğinizi biliyorsunuz...
Komiser bir müddet suskunluktan sonra:
—Aslında sizler iyi insanlarsınız, ama bir suçunuz var çok zekisiniz ve zekanızı İslâm devleti kurma yolunda kullanıyorsunuz, dedi.
—Biz Allah (cc)'ın dediği olsun, insanlar İslâm'ı tanısınlar istiyoruz. Ne koltukta ne de sarayda, hiçbirinde gözümüz yok. Biz sadece Allah'ın emirlerini uyguluyoruz. Veya çalışıyoruz. Bütün mesele bu...
Komiser İslam'ı bilmiyor ama buna rağmen bildiğini zannediyordu. Hatta "Karımı birine teslim etmem gerekse sizler gibi müslümana teslim ederim" gibi sözler etti. Bende "Kadın, Silah ve Din kimseye bırakılmaz, onu bizzat kendin koruyacaksın" dedim.
—Ne yani, müslüman, dindar erkeğe karımı bırakamam-mı, onlara güven olmaz mı? dedi.
—Diğerlerine göre dindarlar çok daha fazla güvenilir hakiki ise. Fakat yine de kadın kimseye emanet edilmez. Çün-ki/insamn nefsi kötülüğü emreder. Erkek de bir kadına emanet edilemez... dedim.
Neticede iki polisle salona çıktık. Babamı, eşimi ve yakınlarımı bekler vaziyette buldum. Kimin yüzüne baksam^ğ-lıyordu. Sadece bir ben vardım ağlamayan bir de eşim...
Yanımda, babam, eşim ve polis olduğu halde taksiye bindik. Annemle vedalaşmâya-gittik. Annem mahkemeye gelmemişti. Beni görünce:
—Mahkeme bitti mi? dedi.
27
—Evet.
—Otursana, niye ayaktasın?
Annem dışarda beni bekleyen polisten habersizdi. Anneme nasıl anlatacağımı bilemedim. Acele etmem de gerekiyordu. En sonunda anacağım İslâm'ı savunmamdan dolayı bizi ayırıyorlar, beni hapsettiler anam, dedim. Annemi hiç o kadar şaşkın görmemiştim. Sanki şok olmuştu. Her zamanki gibi söylenmeye başladı:
—Ben sana demedimmi evladım. Bu işlerden vazgeç diye... Dünyayı sen mi müslüman yapacaksın? Bu millet yola gelmez. Kendini yaktın evlâdım, bizi de yaktın. Ne olacak şimdi ha?
—Ben millet için değil, vazifeli olduğum için çalıştım. Dileyen iman eder dileyen etmez anacığım, üzülme.
Annem kendine görehaklıydı. Kızının ahirette ayrı kalması ona göre çook uzak bir konuydu. Ama şimdiki ayrılık hemen yanındaydı. Sadece annem değil ki "Bu millet yola gelmez boş verin" diyen anaların çoğu öyle diyordu. Analar öyle demeseler, evlâtlar böyle olurmuydu? Annem çocuğunu düşünüyordu ama yalnız benim annem değildi bu anneler hep öyleydi...
Anamın elini öptüm: "Hakkını helal et, bu dünya ayrılığı bir şey değil, ahiret mühim... Anacağım, ölmeye gitmiyorum. İnşaallah bir gün dönerim, bu kadar üzülme. Velevki ölüme bile gitsem" diyerek annemden ayrıldım. Doğrusu insan hiç üzülmüyor desem yalan olur. ayrılık sahneleri insanı bayağı üzüyor. Ama ebedi üzülmemek için, geçici üzülmeleri söze almak zorundayız. Ve annemin, şaşkın ve üzüntüden do-nukla^mış bakışları arasından sıyrılıp dışarı çıktım. Gözlerimden yaşlar süzülmek üzere. Mırıldanıyorum. Allah'a ısmarladık anne... Çok üzüldün biliyorum ama ne yapayım... Beni ben yargılamadım ki. Ben de isterdim sıcak evimde kalmak. Bende isterdim sıcak çorbamı evimde içmek. Fakat ne yapalım anacağım. Zalimler bizi ayırıyorlar. Asıl suçlular kendileri iken, bizi suçlu gösteriyorlar. Sen dua et anacağım. Anaların dualarını Allah (cc) kabul eder...
28
Saçmacılar Cezaevine geldik
Beni en çok düşündüren yer, Sağmacılar cezaevinin önü oldu. Polis eşimle babama:
—Tamam. Sizin müsaadeniz buraya kadar dedi.
Koca demir kapı babamlarla bir anda arama giriverdi. Durun beni sevdiklerimden ayırmayın... Yooo! Ayırın ayırın... Biraz çile çekeyim, beni biraz hırpalayın ki bulunduğum dünyayı daha iyi tanıyayım. Ben polisle beraber 40-50 metre kadar ilerde olan cezaevinin binasına girecektim. Kapının arasından babama sarıldım. Hep ağlıyordu.
—Bu acı günün bir de tatlı günü olur kızım. Olur ama o zamana kadar biz de biteriz. Ne yapalım? Allah (cc) yardımcın olsun evlâdım... Unutma bir gün bu kapıdan gülerek çıkacaksın.
Sonra muhteremle vedalaştım. (Eşime Recep Yerine Muhterem diye hitab ediyorum)
Böylece cezaevinin ilk birinci kapısı sayılan dış kapıdan girdim.
Bir an mahşer gününü düşündüm. O gün birbirimizden ayrılırsak ondan büyük acı olur mu?.. Düşünceler... Düşünceler...
Babamdan ve eşimden ayrılıp cezaevi binasına yaklaşırken yine düşündüm, orda demekki ben hayırlı evlât olmadığım ve de kendi derdime düşeceğim için o gün babamı eşimi düşünmiyeceğim, onlar da beni! Ancak nasib olur da cennete gidersek ebediyyen görüşmemiz devam edecek. Madem ki en acı gerçek ordadır. O halde şu anki ayrılık bir hiçten başka bir şey değildir. Buna rağmen insan ne kadar gafildir. Yine üzülür, yine hiç olmayacak şeylere sinirlenir, kahr olur.
Dönüp arkama baktım babam ve eşim hâlâ kımıldama-mışlardı. Bu düşünceler içerisinde son defa veda edercesine baktım... Baktım! Çok garip düşünceler içinde ikinci kapıya geldik. Kapıda bir Jandarma vardı. Yanımdaki polisten tu-
29
tuklu olduğuna dair belge istedi. Polis belgeyi verdi, sonra elimde bulunan fermuarlı çantayı açtı... İçinde Kur'an-ı Kerim vardı. Kur'an'ı eline alıp cildini de yırtarak, her tarafını kontrol edip geri verdi. Çantamda bulunan iğne ve ipliği aldı. Sadece Kur'an-ı yırtılmış olarak bana verdi. Sonradan öğrendiğime göre, kitap ciltleri arasında hapishaneye eroin, esrar vs. maddeleri sokuluyormuş. Neyse, jandarma, koca kilitli kapıyı açtı, oradan içeri girdik. Çöp dolu bir bahçe daha, sonra üçüncü kapıya geldik. Kapıların yüz manzarası soğuk. Kapıyı geçince, hemen sağda "Karantina" göze çarpıyor. İçerde ayakta duran bir sürü genç delikanlı. Kimi dayaktan şişen ayakları üzerinde sızlanarak duruyor, kiminin gözleri şişmiş, ilk bakışta hapishanenin tek tip elbiseleri ve sıfır numara saçları genel bir manzara arzetmesine rağmen, hepsinin halet-i ruhiyesi ve yüzlerinin taşıdığı ifadeler başka başkaydı. Onların tam karşısındaki küçük hücre gibi bir yere girdik. Dördüncü kapı... Fakat kimse yok, polis bana sandalye getirdi.
—Otur... dedi. Oturduk. Sonra ben bakmaya devam ediyorum. Bu defa gözlerim karantinada. Bir sürü genç... Bir kısmı 13-f5 yaşlarında... evet çocuk denecek yaştalar.
.Hele o korku ve çaresizlik dölü halleri. Ah, çocuklar. jÇoeuklara önce gözüm takıldı. Ardından kafam ve düşüncelerim. Burada düşünmek te suçtur belkide. Ama nasılsa sessiz düşünecektim. Kime ne? Devam düşünmeye. Beynime düşünceler soru yağmuru şeklinde geliyor, "Bu çocukların suçu ne olabilir? Suça nasıl itilmişler acaba? "Suçlu" çocuklar burada olduğu halde onları suça itenler neredeler? o asıl suçlular... Asıl caniler. Dalkavuklar. Her zaman su üstüne çıkmayı beceren yağ tabakaları. Parayı ve Allah'dan gayrisini "İLAH" edinenler. Evet, nerede onlar? Kimbilir hangi köşeyi dönmekle meşguller. Hangi büyük hesaplarla meşguller. İnsanlar onların umurunda mı sanki!
Nasıl olsa kimse duymuyor söylediklerimi. Aklıma gelen bir yılana ve onun yavrularına istediğim gibi atıp tutuyorum. Köpek!.. Ah köpek!.. Bunların sorumlusu sensin... Evet sen... İşte sana köpek dedim ne olacak? Beni duysana bakalım, söylüyorum işte... Zorla değil ya, sendende, sülalenden
30
de, hocandan, talebenden de nefret ediyorum. Hepsinde sen kokuyorsun.
Evet ben kendi kendime mırıldanıyorum. Çünki içimde-kilerini sadece kendi kendime söylersem özgürüm.
Suçlu namussuzlar... Hırsızlar dışarda. Gençler onların umurundamı sanki. Peki ya ana babaları, onlar nerede acaba? Çocuklarının şu durumunu biliyorlar mı? Acaba daha iyi bir istikbal için bir şeyler düşünmeye başlamışlarmı? Yoksa olaylara teslim olmuş akıntıya kapılmış gidiyorlar mı? Birde anasız, babasızlar. Yuvalarda büyüyenler ve bütün bunların karşısında hiç bir mes'uliyet hissi duymayan mes'ul kişiler var. Aman ya Rabbi... Ruhumda bir burukluk hissettim. Binlerce kez bu gençliği bu hale düşürenlere lanet ederek. Evet bütün bunlar acı verici olaylardı. Gözle görülen, bir de herkesin farkedemeyeceği büyük bir acı vardı. Gençlerin beyin ve düşünce yapılarının durumu. Düşünemiyorlar ve bilmiyorlardı. Neyimi? Tabii ki kendilerinin bu durumlara düşmelerine sebeb olanları. Ahh... Gençlik bunu bir idrak edebilse. Neler değişmezdi bu dünyada, neler yapmazdı bu gençler... Ben bu kâbusun içine dalmışken memurun gelişiyle toparlandım. Ve bakışlarımı çevirdim. Polis evrakları gelen memura verip ayrıldı. Şimdi, mahkum teslim memuruyla, aramızda bir masa vardı. Memur bir taraftan bana bakıyor, bir taraftan da sigarasını içiyordu.
—Hııımmm, diyerek dosyayı açtı ve sormaya başladı:
—Adın, sodayadın?
Söyledim.
—Suçun?
—İslâm'ı savunmak.
Şaşkın bir surat ifadesiyle;
—Ne demek o?
—İslâm'ı anlatmak, daha doğrusu İslâm'ı sansürsüz anlatmak.1 Haydaaa... Al başına bir hasta..
O anda taksim meydanında bazı vatandaşların satışlarını hatırladım. "Lavanta var hanııımmm" diyorlardı.
Bir de bohçacı kadınların bağırması: "Masa örtüleri, el
31
işlemeleri var hanııımmm".
Memur beni hasta ilân etmişti.
—Suçun ne hanım?
—Suçum dinimi kötüleyenlere karşı onu müdafaa etmem.
—Bırak şimdi bu safsataları, suçun ne?
—Dedim ya müslüman olmak.
—Ne yani biz gâvurmuyuz? Bizi niye hapsetmiyorlar? Suç işlersiniz, işlersiniz burada melek kesilirsiniz. Hadeee, suçunu söyle, yalan da söyleme dosyan elimde.
—Suçum, 163. maddeyi ihlâlmiş.
—Ne demek o?
Hayret bilmiyor, açıklıyorum.
—Laikliğe aykırılık.
—Bak bir de suçum yok dedin. Bundan büyük suç olur mu? Demek ki din işi ile devlet işini birleştirmek istemişsin. Bu zamanda din olurmu?
—O zaman siz dinsiz misiniz?
—Ne münasebet?
—Bu zamanda din olurmu dediniz, din olmazsa dindarda olmaz, öyle değilmi? Sizin sözünüzü söylüyorum. Hiç olmazsa "bu zamanda din olurmu" demeyin. Diyorsanız ki özgürsünüz, size biz hidayet veremeyiz. O zaman "Ben müslümanım" demeyin. Sizin açınızdan daha gerçekçilik olur bu!
—Benimle böyle konuşamazsın bayan...
—Siz konuşabilir misiniz? Beni yeniden mahkeme ediyorsunuz. Suçum ne olursa olsun, beni azarlamaya hakkınız yok. Ben mahkûmsam bu mahkûmiyetim, dört duvar arasında yaşamaktır. Tekrar hesap vermek değil.
—Sen de suçunu doğru dürüst anlatsaydın.
—Haklısın. Aslında nasıl suçlu olduğumu anlatmam lâzım. Evet ama bana neden suçlu-dediklerini anlatmam da suç olur. O suçumu anlatırken ikinci suçu işleyeceğim mecburen.
—Bırak edebiyat yapmayı. Demek suçun lâikliğe aykın-
' / 32
'ık. Rahat dursaydın bu cezayı almazdın.
Söylene söylene nihayet işlemleri bitirdi. Bir başka memur çağırdı.
—Al şunu götür.
İkinci memur bana bakarak:
—Suçun hırsızlık mı?
—Alnımda öyle bir yazımı var?
—Peki ne için geldin buraya seni camiden mi aldılar?
Bir taraftan yürüyoruz. Dördüncü kapı açıldı. Yine sordum: .
—Hırsızlıktan gelenlerin hepsi çarşaflı mı? —Hayır...
—Peki niçin hırsızlık damgası vurdunuz bana?! —Ne bileyim. Çarşaflılar için öyle derler de...
—O zaman niçin bütün çarşaflılar tutuklanmıyor hiç düşünmedin mi?
—Ne bileyim dedim ya. Öyle derler.
—Hep "derler" zaten. Ama ortada "derlerden" hiçbir şey yoktur. Bak kardeşim, ben dini bir kitab yazdığım için buradayım. Daha fazla hakaret etmeyin. Adam birden durakladı. "Özür dilerim bacı, geçmiş olsun, biz dindar insanlara karşı saygılıyız, benim ailemin hepsi beş vakit namaz kılarlar" dedi. Ve samimi idi de.
Derken, beşinci kapıya geldik, büyük anahtarlarla kapı açıldı. İçeri girdik. Bir yoklama. Ad, soyad ve suçum işlendi....
—Tamam, dedi memur. Bir sürü merdivenlerden sonra "ARAMA MAHALLİ" denilen yere geldik. Altıncı kapı... Aynı büyüklükte. Koca koca kilitler. Alışana kadar ürpertici. Açıldı girdik. Bu sefer yanıma başka bir memur verdiler. O memur da:
Dostları ilə paylaş: |