Allahın sopası Avrupa’da
Baskın Oran
Türk filmi adına benzedi ama, geçen hafta Türkiye için kullandığım “Allahın sopası” terimini Avrupa da fazlasıyla hak ediyor.
Avrupa sermayesi, devletin ordularını ardına alarak, 1870’lerde dünyaya taştı: Emperyalizm.
Bunun bir yararı da, işten atılma nedeni olarak suçlayıp nefret ettiği makinelerden kurtulmak isteyen proletaryasına rüşvet vermek olacaktı. (Oldu da. Çünkü bu yayılma hem baklava tepsisini büyüttü, hem de bu mazlum insanları “ulusal gurur” söylemiyle uyuşturdu).
Bu saldırı özellikle Afrika gibi bakir yerlerde korkunç sonuçlar verdi. Yüz binlerce Siyah, yeni çıkmış makineli tüfeklerle biçildiler. Amerika’ya kafileler halinde köle yollandılar. Yeterince çalışmayan Siyahların elleri bileklerinden kesildi, vs.
“Uygar” Avrupalının bu rezalete tepki göstermemesi için, bütün bunları döneme uygun bir teorik temele oturtmak lazımdı. Bunun yöntemi, Birinci Küreselleşme’de (1490’lar, sömürgecilik) “Allahsızlara Tanrının dinini götürüyoruz” olmuştu. İkinci Küreselleşmede de (1870’ler, emperyalizm) “Aşağılık ırklara uygarlık götürüyoruz” oldu.
Birinci sloganda “allahsız”lığı kanıtlamak gerekmiyordu, çünkü bu insanlar Hıristiyan değildi. İkinci sloganda “aşağılık”lığı kanıtlamak gerekliydi ve tarihte ilk defa ırkçı teorileri doğuran işte böyle bir ihtiyaç oldu. Vahşilerin “insan olmadıkları” kanıtlandı ve Avrupalıların içi rahatladı.
Allahın sopası yok. 1215 Magna Carta’dan başlayan demokrasi sürecini damla damla inşa eden Avrupa, ırkçılığı icat ederek bu büyük onuru mirasyedi gibi harcayan kıta olmuştu.
Allahın sopası yok. Bu emperyalizm çok kısa sürede korkunç bir rekabete de dönüştü. Yayılmaya erken başlamış İngiltere-Fransa ile yeni başlamış Almanya-İtalya iki kere dünya savaşına tutuştular ve bu sefer kendi gençlerini daha modern makineli tüfeklere biçtirdiler.
Zamanla, fiili işgal biçimindeki emperyalizm pahalı geldi. Bağımsızlık hareketleri benzin ateşi gibi yayıldı. Artık işgale olanak da yoktu, gerek de. İşgalciler Avrupa’ya evlerine döndüler, yerlerini ticari ilişkilere bıraktılar.
Allahın sopası yok. Dalga tersine döndü ve bu sefer Afrika vs. kalkıp Avrupa’ya gelmeye başladı. Avrupa’nın buna itirazı olmadı, çünkü 1960-70 büyümesini besleyecek ucuz işgücü geliyordu. Ama, Türkiye’den de epey yabancı işçi getirten bu büyümenin durulmasıyla birlikte durum değişti. Gettolarında yaşayan, en berbat işleri en ucuza yapan bu insanlar Avrupalılara batmaya başladı. Değişmek ve gelişmek istemedikleri keşfedildi. Gün geldi, Paris’in kenar mahalleleri Paris Komünü dönemine taş çıkarttı.
Allahın sopası yok. Irkçılık yapma sırası, bu sefer, işe girememe nedeni olarak suçlayıp nefret ettiği bu insanlardan kurtulmak isteyen lumpen proletaryaya geldi. “Dazlak” dediklerimiz.
Şimdi de, lumpen olmayan Avrupalıların ırkçılığı başlıyor.
Okullarda Almanca konuşmayan öğrencilere bahçe süpürten. Rotterdam’dan gelip geçenleri Felemenkçeye zorlayan.
Strasbourg Üniversitesindeki kızın başına-kıçına karışmayı asla aklına-hayaline getirmeyen, ama Türkiye’deki üniversiteli kızın türban taktığında okuldan atılmasını onaylayan Strasbourg Mahkemesi kararları üreten. Yani, işin ucu kendine dokunmaya başlayınca kendi ilkelerini inkâr eden.
19. yüzyılda işten atılmanın faturasını küreselleşmeye çıkartacağına makinelere çıkartan insanların kıtası, 21. yüzyılda küreselleşmeye çıkartacağına yabancı insanlara çıkartır hale geldi.
Allahın sopası yok. Avrupa, yüzyıllar boyunca demokrasinin beşiği olmaktan damla damla biriktirdiği onuru, şimdi de tutarsızlık yaparak ikinci defadır ki mirasyedi gibi harcıyor.
Ama, işin bizim için tatsız bir tarafı da şu ki, Avrupa demokrasiden henüz nasibini tam alamamış ülkelere yol göstermekte gittikçe daha çok zorlanacak. Türkiye’nin demokratikleşmesinden ödü kopanların dili daha da uzayacak: “Bakın, onlar da yapıyorlar aynı şeyi” diye bayram edecekler.
Netice-i kelâm, bize binecek fatura yine. Allahın sopası yine gelecek, bizi dürtecek…
Dostları ilə paylaş: |