Emperyalizme Faşizme Karşı


REFAH, KRİZ, MAFYA VE SAVAŞ İKTİDARI



Yüklə 487,39 Kb.
səhifə4/9
tarix29.07.2018
ölçüsü487,39 Kb.
#62090
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

REFAH, KRİZ, MAFYA VE SAVAŞ İKTİDARI
REFAH, KRİZ, MAFYA VE SAVAŞ İKTİDARI

Sermayenin krizi her geçen gün derinleşiyor. Kriz içinde yeniden yapılanma politikalarıyla işleyen devlet mekanizması Refah Partisi'nin hükümette yer almasıyla yeni krizler dönemini başlattı. ABD ve savaş partisinin tercihi olmayı başaran RP ise iktidarda kaldığı sürede bu tercihin doğruluğunu gösterdi. Hükümetin ilk dönemlerinde yaşanan sorunlar (cezaevleri, OHAL, Çekiç Güç, İsrail anlaşması vs.) RP'nin niyetini ve gerçek yüzünü sergiledi. RP, tekelci sermayenin ve ABD'nin politikalarını uygulamayı kendine görev kabul etmiş; Amerikancı ve faşist bir düzen partisidir. Sürekli bir kriz ortamı yaratan RP, krize karşı tepkinin tek kanala akmasını engellediğinden, oligarşi açısından önemli bir noktada bulunmaktadır. Kirli ve illegal mekanizmalar ile varlığını sürdüren siyasal iktidar, her yaşanan süreçte biraz daha teşhir olmakta. Söylemezler çetesi ile "bomba" gibi patlayan mafya-polis ilişkisi, Susurluk'taki trafik kazasıyla ayyuka çıktı. Ve işkenceci polis şefi, içişleri Bakanı Mehmet Ağar, korunarak istifa ettirildi.



Refah-yol

Ülkemizde bir parlamenter kriz yaşanmaktadır. ANA-YOL hükümeti sonrasında bu kriz, en kirli biçimiyle ortaya çıktı. Hatta yeni hükümet, bir çeşit "suç gizleme" ortaklığı olarak oluştu. Hükümetin nimetlerinden yararlanma isteğinde olan RP tabanı, bu kirli ittifaka "yapılacak güzel icraatlar" uğruna karşı çıkmadı. Sistem, her şeye rağmen temkinli davranarak kendi devamlılığı için stratejik bakanlıkları "güvenilir" elemanına vermeyi tercih etti. Aynı zamanda, RP'nin bakanlıklara tanınmış "radikal" simalar yerine, devlete değişik şekillerde hizmet etmiş akademisyen ve bürokratları alması, RP'nin oligarşi ile girdiği ilişkinin düzeyine ve olabilecek icraatlarına ilişkin erken ipucu olarak karşımıza çıktı.



Savaş partisi, refah ve ABD

Ülkemizde hükümetlerin hükmetme yetkisini halktan değil de emperyalistlerden ve oligarşiden aldığı bir gerçektir. Hükümet olmak, ancak Pentagon, CIA patenti ve tekelci sermaye onayı ile mümkün olmaktadır. RP’de aynı yoldan geçerek hükümet oldu. RP hem emperyalistlere hem de oligarşiye ayrı ayrı kendisi ve yapacakları konusunda taahhütlerde bulunarak hükümet basamaklarını tırmandı. Erbakan'ın ABD gezisi, askerler, polis teşkilatı ve tekelci sermaye temsilcileriyle hükümet olmadan önce yapılan görüşmeleri bu çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir. ABD'nin "laikliğin ikili ilişkilerde önemli olmadığı" doğrultusundaki açıklaması, RP'ye hükümet onayı anlamına gelmekte idi.

RP'nin emperyalizme ve oligarşiye verdiği taahhütleri icraat döneminde hemen ve herkes tarafından görünen olgular oldu.

Refah-yol icraatları

REFAH-Yol’un icraatlarına bütünlüklü baktığımızda gördüğümüz; RP'nin ne pahasına olursa olsun hükümette kalma isteği, Amerikancı ve faşist olduğu ve kendi yerini sarsacak hiç bir toplumsal gücü karşısına almak istemediğidir.

REFAH-Yol’un ilk icraatı, yeni sağ politikalarla kemer sıktırılan kamu kesimi ücretlerine %50 oranında zam yapmak oldu. Yapılan bu zam bütün ekonomistleri kaynak sorunu tartışmaları ile baş başa bırakırken RP'nin önemli bir yüzünü gösterdi: RP hem halkla barışık olmak hem de hükümette olmak istiyordu. Bu durum RP'nin popülizminin temelini oluşturmaktadır.

Yıllardır az ilerleme kaydedilen özelleştirme konusunda RP'nin, merkez partilerin yapamadıklarını "adil" düzenci, halkı düşünen bir görüntü ile ve aynı zamanda ivedi bir tarzda yapmayı hedeflediği gözlenmektedir. Oluşturulan kaynak paketleri ve denk bütçe safsataları ile, RP'nin emperyalist tercihler dışı bir düşünüşünün olmadığını (ki bu konuda takiye de yapmadığını) göstermektedir.

RP icraatları döneminde oy aldığı topluluğun istemleri doğrultusunda fazla bir adım atmadı. Türban meselesinde hassas olan topluluğunu kızdırma pahasına, 30 Ağustos törenlerine eşlerini götürmeyen RP kurmayları, laiklik konusunda (kişisel patlamalar hariç) suskunluk dönemini başlattı. Üniversite rektörlük seçimlerinde bir kaç islamcı rektörün çok oy aldığı halde atanmaması, üniversitelerde türbanlı fotoğrafa kimlik verilmemesi, açılışlarda koparılan laiklik çıkışları karşısında RP suskun kalmayı tercih etti. Yapılan çıkışların amacı ise, iç topluluğunun moral düzeyini arttırmaya yöneliktir.

Ohal, çekiç güç, cezaevleri ve refah-yol

Eski "Adalet" Bakanı Mehmet Ağar tarafından çıkarılan 6-8-9 Mayıs genelgeleri karşısında devrimci tutsakların başlatmış olduğu açlık grevinin ölüm orucuna dönüştürüldüğü dönemde hükümet olan REFAH-Yol’un tavrı merak konusu idi. Şevket Kazan'ın ilk açıklamaları, genelgeleri kaldırması Refah'ın hükümete rengini vermeye başladığı tartışmalarını başlatmıştı ki olayın kokusu erken çıktı. Ağar genelgelerinin kaldıran Kazan, yerine bu genelgelerin özetini koymuştu. Kazan'ın kamuoyunu yanıltmadaki bu ilk "günah"ıydı. ilk ve büyük günahı işleyen Kazan, yeni demagojik açıklamalarına devam etti hem de bir devlet yetkilisi ağzıyla. Kazan, bu davranışları ile bir islami bir partinin bakanını değil de sistemin adamı olduğunu, hem de doğrudan temsilcileri kadar "adamı" olduğunu gösterdi. RP, sistemle savaşan devrimcilere savaş açarak, oligarşinin gözüne daha fazla girmeyi amaçladı ve başardı da. RP'nin bu kraldan çok kralcı tavrının diğer bir nedeni ise sol toplumsal muhalefetin RP iktidarını etkileme düzeyinin çok düşük olması idi.

Cezaevinde ölümlerin yaşandığı günlerde, RP'nin şu ana kadar en radikal bir şekilde karşı çıktığı Çekiç Güç ve OHAL tartışmaları da gündemdeydi. Bağımsızlıkçı sloganlarla iktidara gelen RP, "her ne pahasına olursa olsun hükümette kalmak" çizgisinde taviz vermeyerek, sürekli üç ay uzatılan Çekiç Güç süresini beş ay uzattı.Türkiye tarihinde ilk kez ABD temsilcileri TBMM'ye gelerek "ikna" görüşmeleri yaptılar. Bu gelişmeler RP'nin Kürt milletvekilleri ile diğer milletvekilleri arasında sorunların yaşanmasına sebep oldu. Kürt milletvekilleri Çekiç Güç'e evet, OHAL'e hayır derken diğer milletvekilleri tam tersi bir tavır içerisine girdi. Ve alınan parti kararı ile RP milletvekillerinin tamamı oligarşinin tercihine el kaldırdılar. Ölüm oruçlarının uzaması ve kamuoyunun gözünün bu katliamda olması RP'nin, bu kararlarla daha fazla yıpranabilecekken, bunu "hafif" atlatmasını sağladı. Erbakan'ın OHAL'in aşamalı olarak kaldırılacağına ilişkin açıklamalarının dayanağını ise, savaş partisinin yeni iller yasası oluşturmaktadır.

Refah-yol ve Kürt sorunu

RP, OHAL'in devam kararı ile Kürt nüfusla bozulan ilişkisinin, Nacar ve Erbaş girişimleri ile seçimler dönemindeki konumda kalmasını sağlamıştır. Savaş partisi, Kürt illerine ilişkin alınan kararların tek hakimidir ve kendi iktidarını hiçbir koşul ve şartta siyasi temsilcilere bırakmamaktadır. Seçilmiş meclisin tek işi, savaş partisinin gayri meşru davranışlarını yasallaştırmak ve ülkede demokratik işleyişin görüntüsü olmaktır. RP savaşan generaller iktidarını koşulsuz tanımıştır. MGK dışı hiçbir açıklama (bir kaç ayrıntı dışında) yapılmamıştır.

OHAL'in süre uzatımının hemen arkasından, Kürt sorununa ilişkin (Erbakan onaylı) İsmail Nacar'ın açmış olduğu tartışmalar yaşandı. Nacar, yıllardır ifade edilen, Kürt sorunun özgürce tartışılacağı bir ortamın yaratılması gerektiğine, Kürt halkının legal temsilcileriyle devletin görüşmesi gerektiğine ilişkin açıklamalar ile bir anda gündeme oturdu. Böyle bir tartışmanın gündeme gelmesi ve en önemlisi başbakan onaylı olması Kürt sorunu açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Ancak yaşananların yine Erbakan tarafından bir bıçak gibi kesilmesi ise savaş iktidarının tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi. Yapılan tartışmalar, Kürt halkının mücadelesini tanıyan; onu duyan, dinleyen ve anlamaya çalışan bir mecrada gelişmemiştir. Nacar, bugüne kadar yapılan benzer girişimlerin üzerine çıkamamış hatta Cem Boynerin ifadelerinden dahi geri bir noktada kalmıştır. Bu nedenle Nacar vakasını Kürt sorununun burjuva medyada dahi tartışıldığı bir durum olarak tartışmak yanlış bir değerlendirme olacaktır. Olaya sonuçları itibarıyla baktığımızda bu tartışmalar, hiçbir durum değişikliği yaratmamıştır. Tartışmaların siyasi çıkarı RP lehine yazmıştır.

OHAL onayı ile bölge insanını kaybetmek istemeyen RP'nin ikinci adımı ise boşaltılan köylere "geri dönüş" izninin verileceği açıklaması idi. Genel Kurmaylık planı çerçevesinde Erbakan'ın yaptığı bu açıklamanın koruculuk vizesine bağlı olduğu kısa bir süre içerisinde görüldü.

Esir askerlerin serbest bırakılması için Fettullah Erbaş'ın PKK'nin Güney Kürdistan kamplarındaki girişimi, Kürt sorununa yeni bir boyut katmışın Erbaş'a asker, polis, sivil faşist tepkiler, DGM'nin gelenekselleşen soruşturması yanında partisinden gelen tepkiler ve Erbakan'ın Erbaşla görüşmemesi, RP'nin savaş partisi karşısındaki "ümmet kardeşliğinin fazlaca bir anlam taşımadığını göstermiştir.

Kürt sorunu konusunda "ümmetçi" çözümü ifade eden RP, diğer icraatlarda olduğu gibi ve daha önceki hükümetler gibi savaş partisinin isteğini göre davranmaktadır. Bunun aksini düşünmek büyük saf dillik olur. Ancak RP'nin, diğer partilerin aksine önemli bir Kürt potansiyelin oylarını alması onu diğer hükümet partilerinden ayrı davranmaya itmektedir. Refahlıların son dönemdeki çıkışlarının gerekçesi Kürtleri kendi yanında tutma isteğidir.



Vatan sathında halka karşı savaş

OHAL tartışmaları sırasında kademeli olarak OHAL'in kaldırılacağına ilişkin açıklamaların ardından çıkarılan iller yasası, bütün ülkenin OHAL bölgesi olması anlamına gelmektedir. Sermaye halka karşı açmış olduğu savaşta, her geçen gün daha fazla özelleşmiş bir savaş aygıtına ihtiyaç duymaktadır. Özelleştirme politikalarının doğurduğu zulüm karşısında isyanı engellemek ve Kürt illerinde yürüyen kirli savaş iktidarını devam ettirmek için polis devletine ilişkin adımlar hızlandırıldı. Polisin görev ve sorumluluk alanının genişletilmesine ilişkin "yasal" düzenlemeler ve yeni iller yasası bu adımların son dönemdeki gelişmelerini oluşturmaktadır.

Polis ve savaşan askerler iktidarı, parlamento ve hükümeti sistemin görünen yüzü olarak var ederken, rutin devlet işleyişinin devamını istemektedir. Atanmışların (valiler, emniyet müdürleri) yetkisini arttıran iller yasası, devlet iktidarını bürokrat/polis/asker üçgeninde merkezileştirmektedir. Bu merkezileştirme aynı zamanda seçilmişleri saf dışı bırakan, yani halkın kısmi temsilini dahi dışlayan bir gelişmedir. Bütün bu gelişmeler, halkın sömürüsünün ve sindirilmesinin "yasal" yöntemlerle sürdürülmesi anlamını taşımaktadır. Bu tarz yasalar varken, ordunun ve polisin veya her ikisinin birden darbe yapmasının hiçbir gerekçesi yoktur. Çünkü bugün "365 gün 24 saat sürekli olağanüstü hal ve halka karşı savaş" devlet politikasıdır.

Mafya ve özel tim

Devletin toplumsal muhalefeti kanunsuz yöntemlerle yok etme isteği, aynı yöntemle çalışan mafyaya yaklaştırmıştır. Mafya bizim gibi kanunların işlemediği ülkelerin fiili kanunudur. Devletin kendi organlarının hukuku, insan haklarını düşman ilan ettiği bir toplumda, polis bu fiili kanunun doğal tarafı halini alır. Elindeki devlet erkinin yetkilerini de kullanarak ayrı bir üstünlük sağlayan bu devlet kurumları, mafyanın sürekli olmazsa olmaz destekçisidir. Mafya-devlet ilişkisi her iki tarafında karına işleyen bir süreç olarak mafya "tarihi"nin her döneminde karşımıza çıkmaktadır.

Son dönemde ortaya çıkan mafya-devlet ilişkisinde ise durum ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Şube müdürleri, görevli bulunduğu alanın aynı zamanda "baba"sı konumundadır. Söylemez Kardeşler çetesinde, Ağansoy’un öldürülmesinde, Alaattin Çakıcı ile devlet ilişkisinde ortaya çıkan isimlere bakıldığında polis teşkilatının tümünün bu bataklığın içerisinde olduğunu söylenebilir.

Kürt illerindeki kirli savaş yöntemleriyle eğitilen özel tim, aynı kirli yöntemlerini bölgenin ileri gelenlerinden haraç toplamak, fidye almak için de kullanmaktadır. Önemli uyuşturucu trafiklerinden birinin geçtiği bölgede korucular ile birlikte bu ağın bir parçası olarak "güvenliğini" sağlamaktadır. Özel tim-korucu-itirafçı-asker (kastedilen er değildir) dörtgeninde sürdürülen tüm kirli, mafyavari işler savaştan beslenenlerin aymazlığını ve doymazlığını göstermektedir.

Elindeki silah ile tüm halk üzerinde terör estiren bu özerk kurumların dağıtılması gerekmektedir. Çünkü savaştan beslenen bu kurumlar, savaşın devamının bir parçasıdır. Bu kurumlar dağıtılmadığı sürece bölge, bu gibi zevatların besi alanı olmaya devam edecektir.

Susurluk'taki kamyon çarpması ise mafyalaşan devleti tam anlamıyla açığa çıkardı. Kirli savaşın korucu başı Sedat Bucak, polis şefi, bir manken ve bir çok katliam sanığı sivil faşist A. Çatlı'nın aynı araçta kaza yapması ve hemen açığa çıkan M. Ağar ilişkisi bu sürecin vahametini sergiledi. Amerikancı ve faşist savaş rejimi, toplumun en kirli kesimleri ile ilişkisini gözler önüne serdi. İllegal örgütlenen ve bütün uygulamalarını da tüm kanallardan gerçekleştiren devletin, uyuşturucudan silah ticaretine kanla beslenen diğer illegal güç odağı mafya ile ilişkisi ilk defa bu kadar açığa çıktı. Kontra eylemleri, devlet-mafya-emniyet arası kirli ilişkiyi haklı göstermeye yönelik senaryolarla, hakkında arama emri olan faşist katili, "vatan kahramanı" ilan ederek aklama çabası savaş rejiminin yüzsüzlüğünü sergilemektedir. Açığa çıkan krizi kapatmak için sistem önemli bir adamını, Ağarı istifa ettirmek zorunda kaldı.



Refah-yol ve sol

Refah-yol'un hükümet olmasından bu güne geçen süreçte hiçbir ciddi muhalefet hayata geçirilememiştir. Cezaevlerinde 25 insanın ölümüne rağmen geliştirilen cılız eylemler, toplumsal muhalefetin ve solun güçsüzlüğünü gösteren en önemli gösterge olmuştur. Bütün bu olaylarda halkın insanlık yanında taraf edilememesi tüm devrimcilerin en önemli sorununu oluşturmaktadır. Ölüm oruçları dönemi, solun reformist ve düellocu iki görüntüsünün de berrak bir şekilde görüldüğü bir dönem oldu. Halkı devletle kendi örgütünün çatışmasında taraf olmaya çağıran düellocu anlayış, sempatizan kesimini dahi sokağa dökemeyerek çalışma tarzının en önemli krizini yaşadı. Halkın bütün sorunlarını "halk adına" çözmek için yetki isteyen, halkı özne değil de gövde gösterilerinin bir nesnesi konumuna indirgeyen bu anlayış, halkın militan mücadelesini gerektiren bu dönemde iflas etmiştir. "Akıllı" reformistler ise tutsakların taleplerinin ölmeye değer olup olmadığını tartışırken, ilk bir kaç ölümden sonra imza kampanyasını keşfettiler. Yani ateş düştüğü yeri yaktı. Reformistler en insani tepkide dahi en geri tavrı sergileyerek tarihsel misyonlarını, bir kez daha yerine getirmişlerdir. Militan kitle mücadelesinin eksikliği, devrimci tutsakların kazanırdan sadece bedenleriyle alması yani daha fazla ölüm sonucunu doğurmuştur.



Sonuç yerine

Amerikancı ve faşist refah-yol karşısında geliştirilen parçalı tavır, demokratik halk muhalefetinin yaratılmasının önünde aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır. Yapılan düzenli zamlar, nemaların ödenmemesi, emeklilik yaşının arttırılması, SSK'nın gayri menkullerinden başlayarak satılması, orta öğretime katkı payının getirilmesi, yükseköğrenimde özelleştirme girişimlerinin hız kazanması, yeni iller yasası vb. tüm gelişmeler bütünlüklü bir politik hatta mücadelenin eksikliğini göstermektedir. Kuşkusuz bu sorunların doğrudan muhatapları sesini çıkarmaya çalışmaktadır. Ancak saldırıya dur denilmesi, toplumsal muhalefetin mücadele örgütlerinin siyasallaşmasına bağlıdır. Çünkü nema sorunu ne sadece işçinin sorunudur ne de salt ekonomik bir taleptir. Bu soruna karşı mücadele de salt ekonomik olarak algılanamaz. Bu açıdan emek cephesinin yaratılması, mücadele örgütlerinin siyasallaşmasına bağlıdır. Gençlik, toplumsal muhalefetin ortak cephesinin yaratılması konusunda sahip olduğu üstünlüğü kullanarak, bu cephesel örgütün yaratılmasında özne olmalıdır. Ve yürüttüğü muhalefet biçimiyle tüm demokratik muhalefeti etkilemeyi yönlendirmeyi hedeflemelidir.

Emekçi yoksul kesimlerin oyunu alarak hükümet olan RP'nin her yerde ve her zaman teşhirinin yapılması, yoksul halk ile RP arasındaki bağın koparılması gerekmektedir. Zamlar, özelleştirmeler, gecekondu yıkımları vb. icraatları ile Amerikancı ve faşist olduğunu göstermiştir. Yaptıkları yapacaklarının göstergesi olacağından RP, sermaye ve emperyalizm yanında tavrı ile teşhir edilmelidir.

Kürt illerinde savaşın kirli yöntemlerinin her geçen gün mafya ve baskı yasalarıyla tüm ülkeyi sardığı bir dönemde, savaştan beslenen güçlere karşı devrimcilerin barış mücadelesini örgütlemelerinin kaçınılmazlığı ortadadır. Barış mücadelesinin, aynı zamanda demokrasi ve özgürlük mücadelesi olduğu gerçeğiyle, savaş partisine barışçıl ve barışçıl olmayan tüm yöntemlerle karşı konulması devrimcilerin görevi olarak durmaktadır. Kürt halkının zulüm cenderesinden kurtuluşu, tüm Türkiye halklarının kurtuluşudur. Ki bu da tüm yoksul ve ezilen Türkiye halklarının mücadelesinin eseri olacaktır.

Emek, barış ve özgürlük mücadelesinde militan kitle mücadelesinin ve onun devrimci öncülüğünün yaratılması devrimcilerin en önemli görevi olarak durmaktadır. Bu ikili ve ancak birbiri içinde gelişebilecek bir süreçtir. Devrimciler halkın sorunlarını ve taleplerini cephesel mücadele örgütlerinde geliştirerek böyle bir süreci yaratabilir ve oligarşiye karşı sokakta kazanım elde edebilirler. Militan ve kitlesel bir sokak hareketinin örgütlenmesi, devrimciler önündeki ivedi görevi oluşturmaktadır.

ÖZERK-DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE MÜCADELESİ
ÖZERK-DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE MÜCADELESİ

TARİH VE BUGÜN

Özerk demokratik üniversite sloganı yıllardır öğrenci hareketinin temel sloganıdır. Bu slogan, yalnızca bir üniversite modelini, verili duruma alternatif bir tasarıyı ifade etmemektedir. Öğrenci hareketinin bu sloganı, hareketin politik hattını tanımlayan, gençlik hareketinin güncel istemleriyle Türkiye'nin demokratikleştirilmesi ve devrim mücadelesi arasındaki bağı kuran bir bayrak olarak 1960'lardan beri devrimci gençliğin ellerinde dalgalanmaktadır.

Özerk-Demokratik üniversite istemi, yıllardır sürdürülen özverili bir mücadelenin sonucunda artık toplumun ortak bilincine malolan bir meşruiyete sahip. Ancak bu "ortak bilinç" aynı zamanda gençlik mücadelesinin ufkunu sınırlayan bir özellik de taşıyor. Egemen sınıflar ve sözcüleri, gençliğin özerk-demokratik üniversite mücadelesine karşı çıkamaz hale gelince bu istemin devrimci tarihsel içeriğini boşaltmaya ve çarpıtmaya giriştiler. Devrimci gençlik örgütlenmelerinin bu çarpıtmalara karşı başarılı bir sınav verdiği de söylenemez. Özellikle son yıllarda Özerk-Demokratik Üniversite kavramı etrafında yapılan tartışmalar, kavramı iyice belirsizleştirmiş ve içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Kazançlı çıkan ise, gençlik yığınlarının bilinçlerinde oluşan bu belirsizlikten yararlanarak, kavramı "özerklikle” sınırlayıp kurulu düzene bağlamaya çalışan egemen sınıflar olmuştur.

Özerk-Demokratik Üniversite kavramı, mutlak ve değişmez bir içeriğe sahip değildir. Bu nedenle Kavramın doğru bir biçimde tanımlanabilmesi ve mücadelenin etkili bir aracı haline getirilebilmesi için somut tarihsel içeriğinin doğ.j bir biçimde çözümlenmesi zorunludur.

Özerk demokratik üniversite kavramının şekillenmesi

Demokrat Parti'nin gerici diktatörlüğü üniversitenin devlete bağımlı yapısının gerici özünü belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. DP döneminde siyasal-toplumsal güçlerini kaybeden öğretim üyeleri, kaybettikleri konumu geri alabilmek için özerklik istemini öne çıkardılar. Bu istem, DP'yi hedef alan siyasal muhalefetin ortak istemi haline geldi. Böylece üniversite özerkliği sorunu, güncel politik mücadele içerisinde somut bir içerik kazandı. "Özerklik" kavramından anlaşılan, üniversitenin siyasi iktidardan özerk (bağımsız) hale getirilmesiydi. Ama "özerklik" istemi bu haliyle de nötr bir içerik taşımıyordu. "Özerklik" isteyen üniversite, aynı zamanda DP'nin gerici yönetimine karşı muhalefet saflarında aktif bir unsurdu da. Dolayısıyla "özerklik" mücadelesi, siyasal gericiliğe karşı mücadeleyle bütünleşiyor ve yalnızca akademik alanda değil, aynı zamanda siyasal bakımdan da demokratik bir nitelik kazanıyordu. Ancak, DP iktidarına karşı mücadele esas olarak egemen sınıfların bir iç mücadelesiydi. Bu nedenle "özerklik" isteminin demokratik içeriği, egemen sınıfların demokratik eğilimleriyle sınırlıydı. Nitekim 27 Mayıs 1960'tan sonra hazırlanan 61 Anayasası'nda tanımlanan "özerk üniversite"nin hukuki çerçevesi idari özerklikle sınırlıydı. Bu sınırlılık gerçekte düzenin üniversitedeki egemenliğini korumayı amaçlıyordu. Mali bağımlılık ye resmi ideolojinin egemenliği, üniversitenin devlete tabi niteliğini güvence altına alıyordu.

27 Mayıs hareketi üniversiteye güçlü bir siyasal-toplumsal konum kazandırmıştı. Ancak oligarşi 27 Mayıs hareketine öncülük eden küçük burjuva radikallerinin devlet iktidarı içindeki akünü kırmaya girişince üniversite de bu saldırıdan nasibini almaya başladı. Özellikle AP iktidarıyla birlikte oligarşi

üniversitedeki ilerici hareketin gelişmesini durdurmayı hedefleyen bir dizi saldırıya girişti. Özel üniversitelerin kurulması, büyük sermaye çevrelerinin öğretim üyeleriyle ilişki kurmasına olanak sağlanması, ders programlarının ve disiplin uygulamalarının ağırlaştırılması ve gerici-faşist çetelerin devrimci gençlerin üzerine yollanması, bu politikanın parçalarıydı.

"Kemalizm'le damgalanan küçük burjuva radikalizmi oligarşinin bu saldırısı karşısında etkili olamazdı. Üniversitenin siyasal-toplumsal konumunu kırmaya yönelik bu saldırıya karşı muhalefet, özünde emperyalizmin ve oligarşinin egemenliğine karşı bir muhalefet olarak gelişebilirdi. Bu ise üniversitenin demokratik istemlerinin egemen sınıflar içerisindeki bir düzlemden halkla oligarşi arasındaki mücadele düzlemine taşınması anlamına geliyordu. 60 Anayasası'yla tanınan kısmi "özerkliği" ortadan kaldırmaya yönelen ve üniversitede gericiliği besleyen iktidar uygulamaları karşısında muhalefetin başını artık öğretim .üyeleri değil, öğrenciler çekiyordu. Üniversiter muhalefetin omurgasındaki bu değişiklik, hareketin siyasal İçeriğinin de değişimi anlamına geliyordu. Üniversitenin demokratik güçlerinin ön safları Kemalist öğretim üyeleri tarafından değil, sosyalist öğrenciler tarafından oluşturuluyordu. Yüzünü milliyetçi küçük burjuva radikalizminden sosyalizme çeviren devrimci gençlik, özgür, bilimsel ve demokratik bir 'eğitim ortamının güvencesi olarak "özerkliğin" emperyalizmden kurtuluş ve oligarşinin yıkılması sorunundan bağımsız olarak ele alınamayacağı sonucuna varmıştı. Üniversitelerde gelişen demokratik muhalefetin ana teması artık "özerklik" değil, "devrimci bir üniversite" idi. Devrimci gençlik, "Halk için eğitim", "Devrim için eğitim", "Üniversitenin halkla bütünleşmesi" gibi amaçları öne çıkarıyordu. Artık "özerklik" kavramının içeriği de değişmiş, "idari-mali-bilimsel özerklik" biçimini kazanmıştı. Böylece demokratik üniversite talebi, üniversitenin idari rejimi ile sınırlı bir reform isteminden ibaret olan reformist bakış açısını aşarak devrimci bir nitelik kazanıyordu.

Solun 70'li yıllardaki yükselişi karşısında devreye sokulan sivil faşist teröre karşı direnişin ilk odağını devrimci üniversite gençliği oluşturdu. MC hükümetlerinin sivil Faşist terör şebekelerinin okulları ve yurtları işgal hareketlerini kolaylaştırmak üzere üniversite yönetimlerine, öğrenci yurtlarına müdahale etmesiyle devrimci gençliğin anti-faşist mücadelesiyle özerk-demokratik üniversite mücadelesi bütünleşti. "Öğrenim özgürlüğü ve can güvenliği" dönemin temel istemini oluşturuyordu. Faşist saldırıların polis ve idarenin desteği ve gözetiminde gerçekleşiyor olması, "özerklik" sorununu, üniversitenin idari yapılanışını ilgilendiren bir sorun olmaktan iyice uzaklaştırdı. Üniversiter muhalefet anti-faşist mücadele içinde biçimlenen bir hareketti artık. Üniversiteler ''faşizme karşı mücadelenin kaleleri" haline getirilmeliydi. Demokratik üniversite mücadelesi ile anti-faşist mücadelenin kaynaştığı 70'li yıllarda özerklik kavramının somut politik içeriği daha da genişlemişti.

1980 faşist darbesi, bir önceki dönemin tüm demokratik kazanımlarını yerle bir ederken, açık faşizmin üniversitedeki adı Yüksek Öğrenim Kurumuydu. YÖK, kazanılan tüm demokratik mevzileri yok etmekle, 80 sonrası gençlik mücadelesinin, işe en basit adımdan aşlamasına neden oldu. Kılık-kıyafet yönetmeliğinden, resmi ideolojinin gerici-faşist çerçevesine hapsedilen öğrenim programına, üniversitenin yönetim kadrolarındaki faşist kadrolaşmadan disiplin yönetmelikleri ya da polis-idare işbirliğine kadar hepsi cuntacı paşaların hazırlattığı Yüksek Öğrenim Kanunu'nun dayatmalarıydı. İste bu koşullarda, gençlik işe, YÖK ün kaldırılması talebiyle başladı. Bu dönemde "özerklik" istemi toplumun genel demokratikleşme isteminin üniversitedeki karşılığını oluşturuyordu.

Ancak toplumdaki "demokratikleşme" isteminin genel gelişme biçimi üniversiter muhalefete de damgasını vurdu. 12 Eylül yıllarında oligarşinin şiddetli saldırısına maruz kalan tüm toplumsal kesimler 12 Eylül sonrasında uğradığı zararın giderilmesi için kendi adına demokrasi istemeye yönelmişti. Toplumsal muhalefet parçalı bir gelişme gösteriyordu. İşçiler "ekmek", Kürtler özgürlük". Memurlar "Grevli, toplu sözleşmeli sendikal hak", aydınlar "insan hakları" istiyordu. Öğrenciler de farklı bir durumda değildi. Onlar da önce "Tek Tip Öğrenci Derneği Yasası"nın sonra da YÖK'ün ortadan kaldırılmasını istediler. Toplumun hiçbir kesimi, kendi özel istemini genel bir toplumsal kurtuluş projesinin bir parçası olarak sunmuyor, isteminin meşruiyetini kendisi için "yaşamsal bir gereksinim" olmasında arıyordu. Dolayısıyla "özerklik" istemi üniversitenin demokratik bir istemi olarak gündeme gelmesine karşın üniversitenin duvarları içerisinde kalan, toplumun diğer kesimlerinin istemleriyle bütünleşmeyen bir istem olarak kaldı. Bu ise "özerklik" isteminin somut toplumsal-politik içeriğinin cılızlaşmasına, üniversitenin işleyişine ilişkin bir isteme indirgenebilmesine neden oldu. "Özerklik" istemi politik bir mücadele bağlamına oturtulamadığı gibi, üniversitelerde politik mücadeleden kopuk bir mücadele anlayışı gelişti. Bu kopukluk, üniversiteden yükselen demokratik istemlerin üniversite içerisinde dahi bütünsel bir platformda buluşmasını olanaksız hale getirdi. Üniversitenin her bir unsuru, öğrenciler, öğretim üyeleri ve üniversite çalışanları, kendi özgül istemlerinin mücadelesini kendi başlarına yürütmeye yöneldiler.

Kabul etmek gerekir ki, özerk-demokratik üniversite kavramının içinin boşaltılması ve masum (egemen sınıfların iktidarını sarsmayacak) bir talep olarak sunulabilmesini kolaylaştıran en önemli etmen devrimci hareketin güçsüzlüğüdür. Bu güçsüzlük yalnızca ideolojik alanda değil, esas olarak kendisini demokratik toplumsal muhalefetin parçalı gelişiminde gösteren pratik alanda göstermektedir.

Devrimci hareketin güçsüzlüğü, öğretim üyelerinin, düzenle topyekün bir hesaplaşmaya girmeden muhalefet edilebileceği hülyası kuran "aydın" zihniyetiyle üst üste gelince üniversitenin istemleri üniversite ile siyasal otorite arasındaki bir "iç" soruna dönüştürülebilmiştir. Seçkinci aydınlar ve öğretim üyeleri, "özerkliği" siyasal iktidardan görece bağımsızlığa, demokratikliği" ise üniversitenin idari işleyişinde öğretim üyelerine (akademik hiyerarşideki sıra düzenine göre) güç kazandıran biçimsel düzenlemelere indirgediler.

Günümüzde bir üniversite hareketi olarak demokratik öğrenci hareketinin aşması gereken en önemli sorunu "özerk-demokratik üniversite" isteminin güncel içeriğinin yeniden tanımlanması oluşturmaktadır. Gerçekte, geçtiğimiz yıl yeniden yükselmeye başlayan gençlîk hareketi bu gereksinimin pratik eylem içinde karşılanması girişimi olarak ele alınmalıdır.

Özerk demokratik üniversite mücadelesinin yeni ufuk çizgisi:

Toplumsal devrim

Tarihsel bir perspektifle yaklaştığımızda, "Özerk-Demokratik Üniversite" isteminin içeriğinin güncel siyasal-toplumsal mücadele tararından belirlendiğini görüyoruz. Kendi başlarına ele alındığında ne özerkliğin, ne de demokrasinin somut bir anlam taşımadıkları ortada.

Günümüzde üniversitenin temel sorununun bilimsel bilgi ve formasyonun alınıp satılan bir metaya, bilimsel üretim sürecinin ise meta üretimi sürecine dönüştürülmesi oluşturmaktadır. Böylece yüksek öğrenim kurumları basit birer işletmeye, üniversite yöneticileri işletme yöneticilerine, öğretim üyeleri meslek edindirme mühendislerine, öğrenciler ise müşterilere dönüştürülmektedir. Bu düzenek, toplum şiddetli bir çöküntünün kucağına yuvarlanırken, üniversite öğrencilerini geleceklerini bu çöplükten kazanmaya hazırlanan ikbal avcıları olarak biçimlendirmeyi hedeflemektedir. Ama üniversite öğrencisi için üniversite bir "tüketici tercihi" değildir. O, üniversiteden yalnızca bir diploma edindirmesini değil, bütün bir hayatını kurmasını beklemektedir. Yüksek nitelikli bilimsel bilgi edinme pratiği üniversite öğrencisinin kendisini bekleyen dünyayı sorgulama eğilimini de beraberinde getirmektedir. Bu sorgulama, üniversite öğrencilerinin eğitimin amacını ve genel gelmektedir koşullarını topyekün bir eleştiriden geçirmesinin ve kendisine sunulan üniversiteyi ret etmesinin yolunu açmaktadır

Geçtiğimiz yıl yükselen "Parasız Eğitim" mücadelesi işte bu temel üzerinde gelişmektedir. Parasız Eğitim için mücadele, yalnızca öğrenim harçlarının kaldırılması için mücadele değildir. Yüksek öğrenimde fırsat eşitsizliğine, üniversitenin işletme biçiminde örgütlenmesine, öğretim üyelerinin holdinglere peşkeş çekilmesine, öğrencilerin müşteri haline getirilmesine karşı., mücadeledir. Bu mücadelenin hedefi YÖK’le ve bağlı olduğu devletin idari aygıtı ile sınırlı değildir. Bu mücadele bizzat sermaye egemenliğine ve sermaye egemenliğinin öngördüğü toplumsal eşitsizliğe, kapitalist üretim sürecine ve bu sürecin yabancılaştırıcı karakterine karşıdır. Gençliğin "Parasız Eğitim" mücadelesi "üç-beş kuruşun" mücadelesi değil, kapitalizmin yıkıcı toplumsal etkilerini ortadan kaldıran bir toplumsal yenilenmenin mücadelesidir. Yüksek öğrenimde fırsat eşitsizliğinin arkasında kapitalizmin yarattığı uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını görmezsek; birer kapitalist işletme haline getirilen üniversitenin arkasında bir bütün olarak sermayeye dayalı üretimi görmezsek; bilim adamını tüccara, öğrenciyi müşteriye çeviren ilişkinin arkasında kapitalizmin "homo economicus"unu görmezsek ve üniversitede meydana gelen yapısal deformasyonun arkasında Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme bayrağı altında ilerleyen emperyalizmi görmezsek, "Parasız Eğitim" için mücadelenin üç-beş kuruşun mücadelesi haline gelmesi kaçınılmazdır. Böylesi bir durumda da, örneğin hükümet öğrenim harçlarını otomatik bir kredilendirme sistemiyle fiilen kaldırdığında yaşadığımız bataklıkta boğulmaya mahdum oluruz.

Parasız Üniversite yalnızca öğrenim harcı alınmayan üniversite değildir. "Parasız Üniversite" paranın egemenliğinden kurtarılmış üniversitedir. Yani tüm öğrencilerin, özel okullara ve dershanelere tonlarca para dökerek değil, tam ve gerçek bir fırsat eşitliğiyle girebildiği bir üniversite; öğrenim süresi boyunca çalışmak zorunda kalmaksızın temel gereksinimlerini karşılayabildiği bir üniversite; tüccardan mal satın alır gibi değil, özgür ve demokratik bir bilim ortamında bilimsel bilgi üretimine katılarak yüksek nitelikli bilgi edindiği bir üniversite. Yani Yeni Dünya Düzeni içerisinde küreselleşen kapitalizmin üniversitesi değil, emperyalizmin ve oligarşinin tasallutundan kurtarılmış, emeğin özgür üniversitesi.

"Özerk-Demokratik Üniversite" hedefi işte bu bağlamı içerisinde gerçekten ilerici bir anlam taşıyabilir. Bu bağlamdan koparmamız halinde örneğin "özerkliğin" Bilkent’te olduğu gibi "işletme yönetimine katılma" anlayışının ötesine geçmeyen bir yönetime katılma pratiği olarak gerçekleşmesi, "demokratikliğin" "öğretim üyelerinin siyaset yapma hakkı"na indirgenmesi işten değildir. Oysa yukarıdaki bağlamı içerisinde "Demokratik Üniversite" toplumsal demokrasi yani toplumsal devrim için mücadelenin bir parçasıdır. Ve yine bu bağlam içerisinde "özerklik", üniversitenin emperyalizm ve oligarşinin müdahalesinden bağımsızlığını değil, oligarşiye karşı açık ve doğrudan mücadele halinde olmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla "özerk-Demokratik üniversite" istemi, ancak toplumsal devrim programıyla bütünleştirildiğinde günümüz üniversitelerinde yaşanan gerçek sorunların çözümünü ifade edebilir.

İşte bu noktada, kavramın geleneksel vurgusunda bir yer değişikliği zorunlu hale gelmektedir. Yukarıdaki özet anlatımdan da anlaşılacağı gibi bu güne dek “ özerklik” istemi üniversitenin demokratik istemlerinin ilerici toplumsal hareketle kesişme noktasını oluşturmuştur. Üniversitenin siyasal iktidarın ve devletin tasallutundan kurtarılması, toplumdaki devrimci gelişmenin bu alandaki mevzi mücadelesinde ilk sırada yer alıyordu. Oysa günümüzde üniversitede yaşanan sorunların çözümü için mücadelenin odağında sermayenin emekçilere karşı genel saldırısı bulunmaktadır. Bu nedenle üniversite gençliğinin demokratik tepkisi üniversitenin devletle ve siyasi iktidarla ilişkisine değil, bizzat sermaye egemenliğine yönelmektedir. Bu somut durum, "özerk-demokratik üniversite" isteminde vurgunun demokrasi istemine yapılmasını, demokrasi isteminin ise" dar siyasal anlamıyla değil, toplumsal yaşamın ekonomik, politik, ideolojik bütün alanlarını içeren bir anlamıyla tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır.

* Özerk-Demokratik üniversite tartışmasında ön bilgi için bkz. Devrimci Gençlik, sayı 2


Yüklə 487,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin