Emperyalizme Faşizme Karşı


SAVAŞ REJİMİNİN GERÇEKLEŞME TARZI : İŞKENCE



Yüklə 487,39 Kb.
səhifə7/9
tarix29.07.2018
ölçüsü487,39 Kb.
#62090
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

SAVAŞ REJİMİNİN GERÇEKLEŞME TARZI : İŞKENCE
SAVAŞ REJİMİNİN GERÇEKLEŞME TARZI : İŞKENCE

Savaş Rejimi "olağanüstü"yü olağanlaştırıyor. Modern toplumların demokrasi alışkanlıklarının "olağanüstü" saydığı bir çok şey, arkasında büyük duyarsız kitleler yaratarak, hızla olağanlaşıyor.

Öncelikle, rejimin kendisi olağanlaştırılmış bir savaş rejimidir. Ve savaş rejimi bir olağanlaştırma rejimidir. Olağanüstü diye tanımlanan kriz dönemleri savaş rejiminde olağandır ve süreklidir. Sıradan demokrasilerin krizden çıkış (anti-kriz) programları savaş rejiminde yerini krizi yönetme programlarına bırakmaktadır. Rejim varlığını krize borçludur ve krizin devamını sağlayan bir kriz ustasıdır. Olağanüstü denilen kriz dönemlerine özgü uygulamalar savaş rejiminde sıradanlaştırılmıştır. "Olağanüstü Hal Yasası (OHAL)" "iller İdaresi Yasası" olarak, OHAL'in kirli savaş uygulamalarını, bütün Türkiye için, sıradan, günlük, yasal uygulamalar haline getirmiştir. Açık askeri faşizmlere özgü parlamento kapatmalar ya da basmalar, hapishane katliamları, kitle katliamları, çeşitli provokasyonlar aracılığıyla sıradan-olağan bir yönetim şekli haline dönüştürülmüştür. Savaş ve faşizm uygulamaları olağandır.

Savaş rejiminde terör de olağandır

Hak eden her şeye karşı terörü re ı gören devlet etme geleneğimiz yeni dünyayı örgütleyen terör-demokrasi Kutuplaşması ortamında, terörü, düzeni "tehdit eden" herkese reva görmektedir. Terörü hak etmenin ölçüsü gerçekten düzeni tehdit etmek değil, oligarşinin çıkarları dışında hareket etmektir.

Dünyanın "hür dünya-komünizm" ekseninde kutuplaştırıldığı eski zamanlarda komünist tehlikeye reva görülen terör, dünyanın "demokrasi-terörizm" ekseninde örgütlendiği şimdiki zamanlarda herkese yöneltilebilmektedir. Düzeni rahatsız eden herkese terör uygulamak geleneksel terör odaklarıyla mümkün değildir. Ancak, terörü topyekün örgütleyebilen bir savaş rejimiyle mümkündür. Savaş rejimi bir terör rejimidir ve terörü olağanlaştırır. Geleneksel terör odakları, artık rejimin içinde ihtiyaç halinde etkinlik gösteren bir işlev yerine, rejimin tamamına dönüşen bir yönelim içindedir. Bu rejimde devlet bir terör aygıtına, yasa bir terör yasasına (3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası) ve kontrgerilla içişleri bakanına dönüştürülür. Bütün toplumsal yaşam, insan, ahlak, estetik, ideoloji, kültür ve alışkanlıklar terör aracılığıyla yeniden kurulur, teröre müsait hale getirilir ve terörle güdülür. Artık terör, bir yönetim tarzıdır.

"Korku dağları bekler"

Terör "korku"yla yönetir. Korku terörün atmosferidir. Amaç, bu atmosferi teneffüs eden herkesi korkunun egemenliği altına sokmaktır. Korkuyu yönettiğiniz zaman korkunun egemenliğindeki herkesi Köleleştirmiş olursunuz.

Korkuyu toplumsal yaşamın her hücresine kadar egemen kılan savaş rejimi bir korkutarak yönetme tarzı geliştirmektedir. Korku bu rejimin doğasıdır. Korkuya itaat eden modern köle topluluklar hedeflenmektedir. Geleneksel terör odaklarının evrimine bağlı olarak, korku da, özel, kazara, sınırlı olmaktan çıkar, topyekün bir özellik arz eder. Savaş rejimi faşizmin evriminde bir ileri aşamaya tekabül eder. Gelinen noktada, terör, korku ve şiddet basit bir kitle pasifikasyon aracı değil, bütünsel bir yönetim tarzıdır.

Rejim, bu işlevini, kendisini bütünleyen her öğesini tarihsel evrimine ve bu öğeler arasındaki ilişkinin özel biçimine borçludur. Söz konusu olan, terörün, korkunun ve şiddetin evrimidir. Tarihi insanın toplumsallaşma tarihi kadar eski olan işkence, bugün, rejimin kurucu öğelerinden biridir.



İşkence: insanın insan üzerindeki çıplak egemenliği

İşkence şiddetin özel bir biçimidir. İnsan üzerindeki en çıplak egemenliktir. Bu egemenliğin biçimi, tıpkı şiddet gibi, son tahlilde, sınıflar mücadelesinin kurallarınca belirlenir. Tarihin kimi dönemlerinde ilkel-vahşi, kimi dönemlerinde modern-gaddar biçimler kazanır. Yöntemleri, araçları ve örgütleri değişir: Açıktır; teşhir edilir ya da gizlidir; sistematize edilir. Ama mutlaka, insana yönelen şiddetin en uç biçimi olarak, tarihin bütün aşamalarında kullanılmıştır.

Son zamanlarda, işkence konusunda modern bir yalanla karşı karşıya bulunuyoruz. Yalana göre, işkence eski çağlara ait bir uygulamadır. Barbar toplumların, ilkel devletlerin işidir. Bugünün modern demokratik Türkiye’sinde işkence yoktur. Zaman zaman ortaya çıkan işkence olayları devletin ve rejimin kabahati değil, münferit olaylar olarak, görevini kötüye kullanan güvenlik görevlilerinin suçudur. Yalan, en kötü durumda, devlet içindeki karanlık odaklardan bahsederek yine devletin bekasını kurtarır: Suçlu karanlık odaklardır!

Tarih karanlıklarından kimi işkence uygulamalarını örnek göstererek bugün işkencenin yokluğu kanıtlanamaz. Tarih dışı bir işkence kavramı yoktur. Hele hele münferit işkence olaylarının sorumlusu olarak bazı karanlık odaklar göstermek, işkencenin rejimdeki bütünselliğini ortadan kaldırarak onu anlaşılmaz kılmak ve rejimi kurtarmaktır. Burada önemli olan, işkencenin varlığını kanıtlayarak yalana karşı gerçeği ortaya çıkarmak değil, işkenceye karşı mücadele esaslarını belirlemektir.

İşkenceye karşı mücadele esasları işkencenin evrildiği noktada, aldığı yeni biçimde saklıdır.

Gelenekselden moderne işkence

İşkence gelenekselden moderne gayri sistematikten sistematiğe bir yol izlemektedir.

İşkence ülkemizde bir gelenektir. Bir devlet geleneği, bu geleneğe uygun bir toplumsal alışkanlık ve toplumsal kabulleniştir. İşkence kültürünün kökleri hem devlet etme alışkanlıklarından hem de toplumsal alışkanlıklarda saklıdır.

Geleneksel devlette, örneğin Osmanlılarda, işkence ağırlıkla sorgulama ve cezalandırma tekniği olarak kullanılmaktadır. Esasen bir yönetme tekniği değildir. Kuşkusuz, bir sorgulama ve cezalandırma tekniği olarak bir yönetme güdüleme işlevi vardır; fakat, yönetme işlevi sinim ve güdüktür. Vahşi yöntemler kullanmaktadır. Öldürme cezalarında boğmak, yakmak, kızağa geçirmek, çarmıha gererek teşhir etmek, ikiye bölmek, demirle dağlayarak ve üzerine taş yığarak öldürmek gibi metotlar vardır. Alelade kafa uçurmak en müşfik öldürme şeklidir. Vücudu iki ya da çok parçalara bölmek, vücuttan kesilen et parçalarını ağza tıkamak, vahşi hayvanlara parçalatmak, kızgın güneş altında küçük kurt ve solucanlara yedirmek için leşle birlikte asmak, vurarak öldürmek, boğmak, doldurarak gezdirmek, çeşitli organları koparmak, vücudun kemiklerini kırmak, delmek oymak, gözlere mil çekmek oyulan yerlere yağ mumu döküp yakmak, topla birlikte patlatmak ve bütün bunları mümkün olduğunca azap çektirici şekillerle yapmak değişik işkence yöntemleridir.

Osmanlı işkencesinin diğer bir özelliği açıktır, alenen yapılır, teşhir edilir...İbret vericidir, suça tabi caydırıcılık hedeflenir. Özel bir örgütü yoktur. Saraya bağlı cellatlar tarafından yapılır. Çoğunlukla, kemik kırma çekici, ip, kılıç, kerpeten, şiş, kazık, çarmıh ve günlük yaşamda kullanılan herhangi bir alet işkence aracı olarak kullanılır. Özel işkence haneler bulunmamaktadır. Her yer işkence hane olarak kullanılabilir.

Kısacası, Osmanlılarda, işkence açıktır, vahşidir ve sistematik değildir. Ve Osmanlı, okul ve orduda eğitim amacı dayak ve karakolcu dayak kültürünün başlangıcı olarak işkenceyi olağanlaştıran toplumsal kültürün başlangıcıdır.

18. yüzyıldan itibaren ülkemizde modern devletin oluşumu başlar. O zamandan günümüze modern devlete paralel olarak işkence de çeşitli evrimler geçirir. Bu bakımdan modern devletin en belirgin özelliği işkenceyi "gizlenmesidir". Herkes işkencenin yapıldığını bilir, fakat gizlidir. İşkenceyi gizlemek, aynı zamanda sistematize etmek demektir.

Artık, işkence, modern devlette sistematik bir uygulamadır. Özel işkence örgütleri kurulur, eğitilir, işkence mekteplileştirilir. İşkence hane olarak özel mekanlar donatılır. İşkence aletleri üretimine dayalı sanayi ve teknoloji geliştirilir.

Savaş rejimi sömürge tipi faşizmin gelişmiş bir evresine tekabül eder. İşkence de öyle. İşkence savaş rejiminde topyekün bir nitelik kazanmaya başlar. Devletin faşist çekirdeğinin rejimi belirlediği bu aşamada bir yönetme tarzı olarak ön plana çıkar, işkencenin diğer işlevleri de varlığını sürdürür; fakat bir yönetme tarzı olarak, mesajları geneldir, bütün toplumadır.

İşkence rejimin üzerinde bir hayalettir. Toplumsal bütünlük parçalanmış ve bir korku toplumu ortaya çıkmıştır. Bir varoluş biçimi olarak toplumsuzlaştırma savaş rejiminde işkencenin temel işlevlerinden biridir. İhtiyaçlarına uygun bir kitle tabanının yaratılmasında işkence son derece işlevseldir. Bir yandan sağ bir kitle temeli yaratılırken, diğer yandan edilgen, duyarsız bir kitle hali yaratılmaktadır, işkencenin bütün topluma yöneltilmesinin nedeni budur. Ayrıca, savaş rejimi işkenceyi olağanlaştıran toplumsal kültürde bir sıçrama aşamasına tekabül etmektedir. Düzeni yeniden kurarken muhalefeti parçalar ve etkisizleştirir. Bu özellik işkencenin evrimine doğrudan yansır.

 

Gör gönlüm kör gözüne

Geleneğimizin ilkel dönemlerinde insan bedenini ayıra bildiği en küçük parçalara ayırarak üzerinde egemenlik kuran işkence, modern Türkiye’de bu vahşi yöntemleri uygulamamaktadır. Zaten hedef, insanı fiziksel olarak parçalamak değildir. Gerçi fiziksel parçalama yöntemleri de kullanılıyor; fakat, işkencenin gelişmekte olan yönü bu değil. Bugün insan, sadece bir beden olarak değil, insan olarak parçalanıyor.

Kapitalist toplumun oluşma aşamasında yeni bir insan kavramı karşımıza çıkıyor: Özgür birey. Ortaçağ feodal toplumlarının kul-insanı'ndan kapitalizmin modern toplumlarının özgür bireyine geçilmektedir.

Ortaçağda aslında tanrıya ait olan kul-insanın bedenini, yeryüzünde tanrının temsilcisi olan iktidar odakları istedikleri gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Tabii tanrı adına! Kul-insanın elinde alınabilecek çok şeyi yoktur: Bir beden ve bedeni ancak ayakta tutabilecek kadar akıl ve duygu. Sorgulama ve cezalandırma amaçlı ortaçağ işkencesi kul-insanın elindeki en değerli varlığa yönelen tehdit olarak gelişiyor. Bedeninin parçalanması ona yapılabilecek en büyük kötülük oluyor.

Modern kapitalist toplumlarda insan özgür bireydir. O kimseye ait değildir. Onun bedensel varoluşunun yanında gelişmiş bir akıl, derin bir ruhsal dünya ve son derece gelişmiş bir gönlü, zengin duyguları vardır. Ruhu, damak zevki, estetik beğenileri vardır. Bedensel varlığı ikincil plana düşer, manevi yanı (tinsel) öne çıkar. İnsan bir bütündür, farklı parçaların sentezidir. Tek başına anlamı olamayan parçalar insanda bütünleştiği zaman insanı meydana getirmektedir. Tek başına teni insanı insan yapamıyorsa, tek başına sevme yeteneği, tek başına düşünme yeteneği, tek başına korkma ya da cesaret duygusu da insanı insan yapamaz. Hatta, bunların tek başınalığı insanı insansızlaştırır.

Modernize edilmiş işkencenin insanın modernliğinden bir şey çalması lazımdır. Dolayısıyla onun, somut gerçekliğini ortadan kaldırması; yani, bütünlüğünü bozması gerekmektedir. Modern işkencede parçalamanın niteliği değişir. Nasıl ki, modern toplumlarda toplum atomize olur, küçük hücreler ve bireyler ortaya çıkarsa; modern işkencede de insan atomize edilir, küçük parçalara ayrılır, insansızlaştırılır.

İnsan bir bütündür; değişik, birbirini tamamlayan parçaların uyumudur. İnsan bir harmonidir; değişik parçaların estetik uyumudur. İnsan bir terazidir; eşitsiz parçaların dengesidir. Özgürlük, kölelik, mücadele, akıl, zeka, mantık, yalnızlık, paylaşım, aşk, sevgi, nefret, korku, cesaret, gözü-karalık, aptallık, acıma, acı çekme, cinsellik, namus, inanç, şefkat, hoşgörü, vicdan, ve diğer bir çok insanıl özellik bir arada birbirini tamamlayan parçalardır. İnsan bu parçaların değişik şekillerde ilişkisi sayesinde insanlaşabilir. Bu öğeler insanı yaratan kuvvetli bir enerji oluşturur. Yaratıcıdırlar. Aralarındaki yaratıcı etkileşim insani bütünlüğü ortaya çıkarır. Özgürleştirir ve köleleştirir, korkaklaştırır ve cesurlaştırır, aşıklaştırır ve nefretlileştirir, kahreder ve yaratır...

"Sen yoksun"

Gayrı insani terörist saldırının hedefi insansızlaştırmaktır. İnsansızlaştırmak, bütün insanı parçalara ayırmak, harmoniyi ortadan kaldırmak, teraziyi bozmaktır. İnsana yönelen en uç şiddet olarak işkence seanslarındaki esas hedef insansızlaştırmaktır. Mutlaka, sorgulama yöntemiyle bilgi almak; yani, genel geçer tanımıyla "çözmek", cezalandırmak, düşmandan intikam almak, toplumsal korku hali yaratmak işkencenin hedefleri arasında yer alır. Ancak, bütün bunların temelinde insansızlaştırmak vardır, işkence insansızlaştırarak başarabilir.

İnsansızlaştırmak, insanı parçalamak demektir. Parçalamak, eski zamanlarda olduğu gibi, bedeni parçalara ayırmak değil, insanın somut bütünlüğünü ortadan kaldırmak, soyutlamak ve onu herhangi bir parçasına indirgemek demektir, işkence seanslarında çokça rastlanan acı, yalnızlık, korku gibi motifler insanın indirgendiği öğelerdir. Bir işkence klasiği olan "senin için her şey bitti artık, senin için her şey biziz" sözleri, "sen yoksun!" mesajı vermektedir. Ortaçağın kul-insanına tanrı adına uygulanan, işkence kulu tanrı için yok etmektedir, işkence, tanrının herkese açık, seyirlik bir tecellisidir.-Özel gizli mekanlarda, toplumsuzlaştırıcı hücrelerde gerçekleştirilen modern işkence özgür bireyi varoluş ortamından, yani yaratıcısından (insanın toplumsal bağlamı) soyutlayarak, onun varoluşunu çarpıtır. Modern işkencede geliştirilen tek başına hücreye hapsetme, hücrede yalıtma yönteminin amacı toplumsuzlaştırarak insanı zayıf bırakmaktır. Her ne kadar söylemde tersi de olsa, işkenceciler tanrının yerine kendilerini ikame etmezler, insanın kendi özelliklerini ikame ederler. Özgür bir insan olarak "sen yoksun". Artık, sen sadece korkan şey , acı çeken şey, yalnız şeysin! Böylece, işkence insanın somut bağlamını ortadan kaldırır; onu sadece bir parçasına indirger. İnsanın kendi parçasını, insanı yaratan şeyi, onun üzerinde egemen kılar. Korku egemen, yalnızlık egemen, acı egemen ve insan köle olur.

Parçalanmanın diğer bir boyutu da cinsel alanda yaşanıyor. Toplumsal alanda yaşanan cinsel istismar işkenceye de yansır Cinsel taciz ve tecavüz çok sık kullanılan işkence yöntemleri arasında yer alır. Amaç, insanı sırf cinselliğe indirgemek ve cinsel istismar üzerinden insana egemen olmak, insanı tecavüzleştirmek. Acaba namus insanın neresinde bulunur. Herhangi bir uzvunda, mesela cinsel organında mı, yoksa, insanı insan yapan bütün değerlerin özgür seçiminde mi!? Tecavüze karşı direnişin cevabı bu noktada saklı.



Böl yönet

Tıpkı rejimin yönetebilmesi için ikili bir karaktere (faşizm ve demokrasi) bürünmesi gibi, işkence de egemen olabilmek için ikili karakterin minyatür izdüşümlerini kullanır: "İyi polis-kötü polis" gibi. Rejim-işkence arasında benzer taktikler hep vardır. Mesela işkenceci somut bütünsel insanı kolayca yönetemez. Yönetebilmek için, insanı parçalara ayırıp her bir parçaya egemen olması gerekir. Emekçi sınıflara ve sömürge halklarına uygulanan "böl yönet" taktikleri, işkencede konsantre halde uygulanır. İnsan parçalara bölünür ve her parçaya ayrı ayrı egemen olunur. Yani işkenceci, insanı değil, korkuyu, yalnızlığı, acıyı yönetir. Bu bakımdan, işkenceci tarafından gelen tehdit ikincil derecede çelişki yaratır. Birincil çelişki, içte, insanın özgürleşme dinamiklerinde saklıdır. Yani, burada özgürlük mücadelesi, parçalan-mama-çözülmeme mücadelesidir. Çünkü çözülmek, parçalanmaktır, insansızlaşmaktır.



Maruz kalanlar da işkenceden sorumludur !

İşkence şiddetin özel biçimi olarak sınıflar mücadelesinin özel biçimlerine tekabül eder. İşkence hane her şeyin bittiği geri dönülmez bir noktayı değil, sınıflar mücadelesinin başka çelişkilerle yeniden kurulduğu bir mekanı temsil eder. Burada mücadele başka araçlarla yürütülür. Mücadele koşullarının değişmesi, sadece, çelişkilerin, araçların ve örgütlerin değişmesine işaret eder. Burada kapitalizm-sosyalizm, devrim-karşı devrim, devrimci faşist arasındaki çelişki konsantre bir nitelik kazanır ve işkenceciyle-işkenceye uğrayan arasındaki bir çelişki olarak kendini gösterir. Bunun ideolojik bakımdan en zararsız ifadesi insan-la-insanlık dışı arasındaki çatışma şeklinde gösterir kendini.

İşkenceye karşı mücadele üç alan üzerinden düşünülmelidir: Rejimsel, toplumsal ve bireysel-örgütsel.

Savaş rejiminde işkence rejimsel bir boyuta tırmanmıştır. İşkenceye ve işkencecilere karşı mücadele işkence kurumuna ve işkence odaklarına karşı mücadeleye dönüştürülmeli. Ne var ki, savaş rejiminde bu yetmez. Rejimi masumlaştırıcı "karanlık odak" yalanına karşı mücadele rejimsel boyutlara çıkarılmalı. İşkenceye karşı mücadele, işkenceyi bir gerçekleşme tarzı olarak kullanan savaş rejimine karşı mücadeleden ayrılamaz. İşkenceye karşı mücadele devrimci savaşın tamamlayıcı mücadele alanlarından biri olmalıdır.

İşkenceye karşı mücadelede en büyük dezavantajlarımızdan biri, kuşkusuz, toplumumuzun işkenceyi olağanlaştıran kültürüdür. Yüzyıllardır, dayağın, şiddetin, tecavüzün, işkencenin haklılaştırıldığı, olağanlaştırıldığı bir kültürle yoğruluyor halkımız, işkenceyi suç sayan demokratik bİr toplumsal kültür uğruna verilecek mücadele işkenceye karşı ikinci mücadele alanıdır.

Üçüncüsü ve belki de kısa vadede en önemlisi işkenceye maruz kalan insanların bireysel-örgüt-sel mücadelesidir. Ateş düştüğü yeri yakar. Tıpkı kapitalizmi yıkmanın ondan en fazla zarar gören işçi sınıfının örgütlü mücadelesi öncülüğünde mümkün olduğu gibi, işkenceyi yıkmak da ondan en fazla zarar gören insanların ve inisiyatiflerin öncülüğüyle mümkündür.

Her şeyden önce karşımızda örgütlü, terörist bir suç örgütü bulunmaktadır. Nasıl ki, değişik mücadele alanlarında bu suç örgütünün değişik biçimlerine karşı mücadele veriliyorsa* işkence koşullarında da aynı suç örgütüyle savaşılmalıdır. Bu savaşı özgürlük mücadelesinin lehine bir zaferle sonuçlandıracak uygun araçlar ve örgütlenmeler yaratılmalıdır. Kuşkusuz gerçek direnişin ölçüsü özgürlüktür. Parçalamaya karşı bütünleşme, beklemeye karşı etkinleşme, sorgulamaya karşı işkenceden hesap sorma mücadelenin tramplen tahtalarıdır. Eğer işkence insanı, insanla yok etme silahıysa, aynı silahla, insan da yaratılabilir. İnsana dair olan her şey işkenceciye karşı bir mücadele silahıdır, ideoloji, korku, acı, aşk, yalnızlık, açlık, dayanışma, örgüt ve diğer bir çok şey birer direniş aracıdır.

Bir araç ancak işlevsel olduğu sürece kullanılır. İşkence işe yaradığı sürece hep kullanılacak, işe yaradığı sürece işkenceciler bu aracı kullanmaktan vazgeçmeyecekler. Burada işkencenin sorumluluğunun önemli bir bölümü devrimcilere aittir.

İşkenceyi yıkmanın birinci adımı, onu işe yarar olmaktan çıkarmaktır.

REFAH'IN ZULÜM DÜZENİNE İSYAN
REFAH'IN ZULÜM DÜZENİNE İSYAN

Refah Partisi, 27 yıllık uzun bir bekleyişten sonra koalisyon ortağı olarak da nihayet iktidarda... 20 Ekim 1991 erken genel seçimlerinde -MÇP ve IDP ittifakıyla- %16.2 oy alan RP koalisyon ortağı olmasını sağlayan 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden %21.4'lük oy oranıyla kıl payı birinci parti olarak çıktı.

Sırtını tekelci sermayeye dayayan RP, oluşturduğu bir çok dezavantaja rağmen başka hiç bir 'düzen partisi'nin sahip olmadığı özgül avantajların yardımıyla, sermayenin de tercihiyle iktidara geldi. RP'nin seçimden önce "biz gidersek Refah gelir" diyerek halkı uyandırmaya çalışan Çiller'in DYP’siyle koalisyonu, büyük sermayenin olduğu gibi ABD'nin ve MGK'nın de ortak tercihiydi.

Yıllardır her seçim öncesinde diğer 'düzen' partilerinden olmadığının propagandasını yapan RP, en güçlü kanıt olarak 21 Ekim '91 genel seçimleri sürecinde İbrahim Karagülle (*) ve ekibi tarafından hazırlanan Adil Düzen programını sundu. Gerçekten de bütün siyasi partiler içerisinde bir programa sahip tek parti RP idi. Ancak hem sosyalist demokrasiyi hem burjuva demokrasisini ekseriyet sistemi olarak adlandırarak, "yüz koyun içinde 99 koyunun yanında bir koyuna da hak tanıyacak" gerçek çoğulcu demokrasiyi savunan adil düzenin uygulanmasının mümkün olmadığı da çok açıktı. Teminatını inançlı ve irfan sahibi kadroların, önemli ayaklarından birini de serbest piyasa ekonomisinin oluşturduğu adil düzenin hem tutarlı-oturmuş bir teorik çerçevesi yoktu hem de sonuç olarak vaatlerle dolu dolu programın gerçekleşmesi için bir tür devrimin olması gerekmekteydi. Milli Görüş'ün yeni düzeninde faiz olmayacak, haksız vergiler kalkacak, krediler adil ölçüler içinde faydalı iş yapan herkese verilecek, herkes sigortalı olacak, herkes bugünkü düzende bir ekmek aldığı parayla üç ekmek alma imkanına kavuşacak, aynı işletme sermayesiyle bugünkünün üç katı üretim yapabilecek, üç katı insan çalıştırabilecek, her şeyin fiyatı üçte birine düşecek (falan falan) ve böylece Türkiye, "inşallah" çok kısa bir zamanda dünyanın en güçlü ülkelerinden birisi olacaktı. Zaten, programın belirsizliklerle dolu olması RP'nin oldukça işine gelen bir durum yaratmakta ve Adil Düzen, partinin seçim propagandasına süslü ve akılda kalıcı sloganlar üretmek için malzeme olmaktadır. Yıllardır her seçim öncesinde "herkese bir ev, bir araba"ya kadar varan abartılı vaatlerle kandırılmış geniş yığınlar açısından islamcı söylemle sulandırılmış 'sistem dışı' sloganlar oldukça çekiciydi. 'Hayal kırıklıkları iktidarından, hayal gücünün iktidarına' başlığıyla tanımlanan RP'yi iktidara taşıyan propagandanın özü hakkında Türkiye Günlüğü dergisinin Temmuz-Ağustos 1996 tarihli 41. sayısında şu satırlara yer veriliyor: " Nihayet, hayalleri yıkıla yıkıla, hayal gücünü yitirmeye başlayan bir toplum.

İşte ve asıl bunun içindir ki, eşi menendi görülmemiş ölçüde farklı, muhaliflerini bile teslim alacak kadar parlak ve büyük bir hayalin beslenmesi, kışkırtılması ve hakikat oluncaya kadar kesin bir inanç kuvvetiyle takip edilmesinden başka bir merhem sarmaz bu toplumun yaralarını..."

Ancak koalisyon ortağı olduktan sonra, iktidarda daha uzun süre kalabilmek uğruna devletin bekasını vazife edinen; ne derecede isabetli bir tercih yaptıkları konusunda ABD'ye, büyük sermayeye ve MGK'ya her düzeyden mesajlar yollayan RP, İbrahim Karagülle 'yi haklı çıkardı: "RP iktidara gelirse bir şey olmaz. Diğer partilerin sofraları biraz kısılır, aralarında RP’liler de pay alırlar. Bu mantıkla problemleri çözemezler ve bugünkü çetin günler ağırlaşarak devam eder... RP adil düzen diyor, ama arkasından ekseriyet sisteminin peşine koşuyor. Düzenin zulmünden o da yararlanacak. Olacak budur..." (**)

RP, koalisyon ortağı olmasının ardından, oy potansiyelinin gözünde iktidarını uzun süreli kılacak ilk icraatlarına zaman geçirmeden başladı: Kamu çalışanlarının ücretlerine %50 oranında zam yapıldı, asgari ücret %100 oranında artırılarak brüt 17 milyona çıkarıldı, polisin demokratik kitle eylemlerini hedef alan ve hükümetin kurulamadığı dönemde şiddetlenen tavrı yumuşatılır gibi yapıldı, Mehmet Ağar tarafından hazırlanan ve cezaevlerini birer tabutluğa dönüştürmeyi hedefleyen kararnameler geri çekildi. Aynı sıralarda kamuoyunda, asgari ücretin vergi dışı bırakılacağı, taban fiyat ve destekleme alımlarında da aynı politikanın izleneceği, yakılan ve boşaltılan köylerin tekrar yerleşime açılacağı haberleri yayılıyor ve bu türden beklentiler yaratılıyordu.

Ancak oligarşinin kriz içinde yeniden yapılanma politikası kısa sürede RP'yi, takındığı popülist tutumu terk etmeye (en azından oldukça geri bir plana atmaya) itti. Ve Refah, ABD'nin yeni sömürgesi olan ülkemizde iktidar ortağı durumundaki bir düzen partisinin temel yükümlülükleriyle baş başa kaldı. RP, daha iktidarının birinci ayını doldurmadan, "cezaevleri krizi”, "Çekiç Güç krizi" ve "olağanüstü hal krizi" birbiri ardına patlak verdi. Böylece ABD'nin yeni Ortadoğu projesinde önemli (ABD açısından işlevli olabilecek) bir yer edinme potansiyeli barındıran RP'ye, iktidarda kalabilmek uğruna tüm kriz noktalarında katı bir devletçi ve Amerikancı tutum takınmaktan başka bir çıkar yol kalmadı. Çekiç Güç krizi, ABD temsilcilerinin mecliste brifing vermesinin ve artık ABD'nin, işi millet meclisi salonunda olası muhalif milletvekillerinin kulaklarını çekmeye kadar vardırmasının ardından, "tatlıya" bağlandı. Seçimden önce, hatta seçimden sonra 6a bir süre daha OHAL'i kaldıracağını söyleyen RP'nin oyuyla OHAL'in ve Çekiç Güç'ün süresi bir kez daha uzatıldı. Cezaevleri krizi ise, Sivas katliamı sanıklarının avukatı, adil düzenci partinin cehennemlik Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın, iptal ettiği Ağar'a ait 9 kararnameye karşılık hazırlatmış olduğu cezaevleri kararnamesiyle başladı. Ağar'ın kararnamelerinin dedi toplu hale getirilmiş bir biçimi olan Kazan'ın kararnamesi, karşısında ölümü hiçe sayan devrimcilerin kararlı bedenlerini buldu. Ölümlerin birbiri ardına yaşandığı 21-27 Temmuz arasındaki bir hafta, Kazan'ın birbirinden saldırgan açıklamalarıyla geçti. İlk günlerde tutsakların gizli gizli yemek yediklerini ve öleceklerine inanmadığını söyleyen Kazan, son günlerde olası bir operasyonun zeminini hazırlamak için tutsakların elinde silah bulunduğunu iddia edecek kadar pusulayı şaşırdı. Ölüm orucu, on iki devrimcinin ölümünün ardından yapılan anlaşmayla; tutsakların zaferiyle sonuçlandı. Zaman gazetesinden Fehmi Koru'nun deyişiyle, devletin bekasını gözetmek Refah'a kalmıştı. Refah Partisi, TC hükümetinde yer alan bir siyasi partinin yapabileceği tek şeyi hem de fazlasıyla yapmıştı.

Tüm bu yaşananlar daha iktidarının birinci ayı dolmadan RP'nin gerçek yüzünü tüm açıklığıyla ortaya çıkarmıştı: Bir düzen partisi olmadığı iddiası bir yana, en az daha önceki iktidar partileri kadar Amerikancı ve faşist olduğunu...

RP, iktidara gelmesinin hemen ardından, iktidarını sarsma olasılığı bulunan her türlü konuda önemli tavizler verirken, partiyi iktidara taşıyan "sistem dışı" kesimin gündelik hayatında önemli yer tutan noktalarda popülist bir tutum takınmıştır. Söz konusu İslamcı kesimin yıllardır simgeleştirdiği Taksim'e cami meselesinin çözülmesi, Çekiç Güç ve OHAL'in onaylanmasına karşılık gayri resmi yoldan Kürt sorununda demokratik çözüm/uzlaşma tartışmasının başlatılması, Erbakan'ın ilk dış gezisini İslami cemaat için ayrı bir öneme sahip olan İran'a yapması islamcı kesimi bir miktar oyalayabilirdi. Zaten taviz verilen konular da partiye oy veren kesimin gündelik hayatında önemli yer tutmayan meselelerle ilgiliydi.

Emperyalizm ve tekelci sermaye açısından RP'nin sözde anti emperyalist ve anti Siyonist söyleminden ne derece hızla uzaklaşacağı kaygı yaratan bir noktaydı. Ancak muhalefetteyken tutturduğu söylemle toplumda bir beklenti yaratan RP, emperyalizm ve tekelci sermayeyi, kaygılarının yersiz olduğuna ikna etti, ikna etmekle de kalmadı, bunu kanıtladı. ABD, Ortadoğu politikasında İsrail-Mısır-Ürdün üçgenine dayanan mekanizmanın yanında, Türkiye-İsrail-Ürdün kompozisyonunu da değerlendirmeye tabi tutuyor. Bunun gerçekleşebilmesi için Türkiye'nin gerek iç gerekse de dış politikada ABD ile uyumlu bir tutum izlemesi gerekiyor. Bu uyumun en temel şartı, içerde terörcü, dışarıda ise jandarma rolü üstlenebilen bir rejimdir. RP'nin içerdiği islami temeli Ortadoğu politikasında işlevli kılabileceğinin hesaplarını yapan ABD açısından en katlanılmaz olan, RP'nin belirsizliklerle dolu söylemi idi. Ancak iktidara geldiği ilk günlerde siyonist dediği İsrail'le askeri savunma işbirliği anlaşmasını imzalayan RP, ilk sınavı başarıyla verdi. ABD emperyalizminin yeni uşağı RP, bir taraftan taviz üstüne taviz verirken, diğer taraftan da 1 milyarlık İslam aleminin lideri pozlarını takınıyor. Dünyanın en "gelişmiş" 7 ülkesi arasındaki askeri ve ekonomik işbirliğine benzer bir birliği Müslüman 8 ülke arasında kurmaya çalışan Erbakan'ın tartışmalı dış gezilerinin durakları bu ülkelerden oluşuyordu. Iran, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya, Pakistan ve Türkiye arasında kurulacak bir islami birlik, ABD emperyalizminin yeni dünya düzeni programında anlamlı olduğu ölçüde yaşam bulabilecektir. Gerisi Erbakan'ın laf kalabalığı ve göz boyamasıdır.

Nasıl muhalefet

RP, iktidara uzanan yolda bir taraftan Türkiye toplumunun inançlı ve ezilen kesimlerinin beklentilerini istismar ederken, diğer taraftan sistem dışı yaşayan yoksul kesimin sisteme eklemlenip etkisizleştirilmesinde çok önemli bir rol oynadı, iktidara yaklaştığı dönemde kendisini diğer partilerden ayıran düzen dışı söylemini yavaş yavaş terk eden Refah, partiyi sistem dışı olduğunu kanıtlayarak yıpratacağı yanılgısına düşen hakim medyanın sağladığı avantajı uzun süre kullandı. Partinin sınıfsal tercihinin hızla tekelci sermayeye dayandırıldığı iktidar yolculuğunun son dönemlerinde içindeki merkez sağ özün belirleyici unsur olarak ön plana çıktığını izledik. İktidara gelmesinden sonra da iktidarını uzun ömürlü kılabilmek için sürdürdüğü emperyalizm ve devlet partisiyle iyi geçinme siyaseti merkez sağ yaklaşımının partinin gerçek rengi olduğunu ortaya çıkarttı. Partinin son kongresini de bu konuda atılan önemli bir adım ve iktidarını onaylayan kesimlere verilen önemli bir mesaj olarak değerlendirmek gerekiyor. Kongre salonunun çoğunluğunu oluşturan ve sahip olduğu militan özü korumakta kararlı görünen önemli sayıdaki delegeye rağmen, daha önce yeşil bayrakların sallandığı salonda bu kez Refah bayrakları dışındaki tek bayrak Türk bayrağıydı. Refah kitlesi örnek disipliniyle, verilen mesajı aldığını gösteriyordu. Refah'ın, merkez sağın aranan taze kanı olduğunu kanıtlamak noktasında Atatürk'e övgüler düzmek ve laikliği savunmak görevi hocanın, radikal kesimin duygularına tercüman olmak görevi ise Recep Tayyip Erdoğan'ındı. Böylece devlet partisinin dikkate alacağı partinin merkezinden, sistemle uyumlu çalışma konusunda teminat verilirken, partinin kanatları ise bir süredir karnından konuşan radikal kesimin isteklerini doyuruyordu.

RP'deki merkez sağ unsur, dış politikada Suudi gericiliği kanalıyla en bayağı Amerikancılığı temsil ederken, iç politikada ise devletin en gerici, en şovenist ve en terörist kanadı içerisindeki yerini alıyor.

RP, Amerikancı ve faşist çehresiyle düzen için bir tehdidi değil alternatif bir yönelimi temsil etmektedir. Özelleştirme, savaş siyaseti ve söz konusu politikaların doğal bir sonucu olan faşist baskılar, toplumsal kamplaşma ve çürüme RP iktidarının da ana rengini -zorunlu olarak- oluşturacaktır. Dolayısıyla islam soslu zulüm düzeninde de toplumsal muhalefetin ana gündeminde ciddi bir değişiklik yaşanmayacaktır.

RP'nin iktidar olmasının hemen ardından koparılan "laiklik elden gidiyor" feryadının RP'ye muhalefet etmek bazında hiçbir değer taşımadığı görülmelidir. Çünkü somut bir siyasi çıkar söz konusu olduğunda, hiçbir siyasi partinin İslamcı görünmekte ve ezan-bayrak edebiyatı yapmakta sakınca görmediği Türkiye'de sistemin özü laiklik değil, yeni dünya düzenindeki görev ve sorumluluklardır. Ayrıca somut bir siyasi çıkar söz konusu olduğunda, diğer partiler ne kadar 'İslamcı'ysa Refah da o derece başarıyla 'laik' olabilmektedir. Zaten RP'nin 'sistem dışı' görüntüsü laikliğe karşı olmasından değil, çokça kendisine dayatılan düzenden rahatsız olan oy potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Özellikle Kemalist kesimin, tüm siyasi konum alışların laiklik etrafında şekillendiği paranoyası ve 'şeriatçıların’ gelip 'dinsizleri keseceği türünden korkularıyla laiklik üzerine kopardığı fırtınanın muhalefet iddiası taşıyanlar için son derece önemsiz bir yer işgal ettiği ortadadır. Benzer biçimde, muhalefet iddiasında olanları ilgilendirmesi gereken RP'nin takiyye yapıp yapmadığı değil, ne yaptığı ve ne yapmak istediğidir. Refah Partisi muhalefet adına, takiyye ve laiklik tartışmalarının yapıldığı son dönemde özellikle zaman kazanmaktadır.

RP'nin iktidar olmasından sonra devrimciler önemli bir avantaj sahibi olmuştur; ezilenler, yoksullar, proleterler ve sistem dışı yaşayanlar açısından tek umut artık soldur.

Devrimciler, gericiliğin "islami yaşama" olarak yozlaştırdığı özgürlük kavramının emekçi halkın köleliğine yol açtığını, bağımsızlığın yolu olarak sunduğu "İslam dünyası"nın örtük tir ABD uşaklığını temsil ettiğini, barışın yolu olarak gösterdiği "ümmet birliği"nin yeni çatışmalar yaratmak ve kirli savaşı derinleştirmekten başka bir işe yaramadığını, eşitlikle özdeşleştirdiği cemaat dayanışmasının mevcut yoz ekonomik ilişkileri yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacağını tüm açıklığıyla göstermelidir.

RP'nin gerici, faşist, Amerikancı ve istismarcı kimliği devrimciler tarafından her fırsatta ve mümkün olan her yöntemle teşhir ve tecrit edilmelidir.

Devrimciler, ilişkide bulundukları herkese, özellikle halkın beklentileri ve özlemleri sömürülen yoksul ve ezilen kesimlerine her fırsatta evde, okulda, kahvede, otobüste ve her yerde RP'nin yalancı yüzünü anlatmalı, Amerikancı ve faşist Karakterini örneklendirerek kavratmalıdır. Özellikle kentin gecekondu mahallelerinde RP'nin ov deposunu oluşturan kesimle tartışmaktan kaçınılmamalıdır.

Devrimciler, yanlış doğrultularda ilerleyen muhalefet biçimlerine müdahale etmeli, yazarak, konuşarak, katılımcı ve eylemci olarak ağırlıklarını koymalıdır.

Devrimciler, RP'nin gündelik uygulamalarını adım adım izlemeli ve yerel eylemlerden başlayarak RP'ye karşı anti emperyalist ve anti faşist bir eylem politikası yaratmalı ve geliştirmelidir.

RP bir düzen partisidir ve sistemi eleştirmediğimiz sürece, sistemle bütünleşmek noktasında özellikle iktidar olduktan sonra hızla ilerleyen Amerikancı ve faşist Refah Partisi'ni eleştirmek mümkün değildir. Yeni dünya düzeninde, emperyalizmin yeni sömürgesi olan Türkiye'nin geleceği noktasında son söz, kapitalist pazar ilişkilerinin ve ABD emperyalizminindir. Ülkeye şeriat düzeni gelecekse efe onun onayından geçmesi koşulunda gelecektir. Öyleyse aslolan, emperyalizme, gerici (iğe ve faşizme karşı eşitliğin, özgürlüğün ve barışın kavgasını vermektir.

(*) Adil Düzen'in fikir babası ve en önemli ideologu İbrahim Karagülle, halen Bişkek'te, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Asker Asayev'in danışmanlığını yapıyor.

(**) Aktaran Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, s. 146, Metis Yayınları, 1994



Yüklə 487,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin