ROMANTİZM, VAROLUŞÇULUK, YENİ LBERALİZM ÜÇGENİ…
ROMANTİZM, VAROLUŞÇULUK, YENİ LBERALİZM ÜÇGENİ…
ve ormanda yol ikiye ayrılır
Ölü Ozanlar Derneği son bir kaç yıldır Türkiye’de ve dünyada en çok tartışılan filmlerden biri oldu. Türkiye'de geçtiğimiz günlerde filmin TV'de yayınlanması ve bir de kitabının piyasaya çıkmasıyla neredeyse öğrenci gençliği bir sinema tartışmasına sürükledi. Filmografi açısından belli bir düzeyin üstüne çıkmayı başarmasına karın, gerçekte filmi tartışma konusu haline getiren bu özelliğinden daha çok, ilettiği mesajlardı.
Okul, Hiyerarşik ve geleneksel yapısıyla ideolojinin yaratılması ve iletilmesinde taşıdığı önemle, "otorite" sorununu irdelemek isteyen hemen her sanatçı için elverişli bir mekan olarak seçile geldi. Gerek edebiyatta gerek sinema ve tiyatro gibi sanat kollarında okulu mekan olarak seçen bir çok yapıt üretildi. İlk bakışta Ölü Ozanlar Demeği de bir "okul" filmi olarak görülebilir. Nitekim bir çok eleştirmen filmin bu yönü üzerinde durarak Ölü Ozanlar Derneği'ni bir eğitim sistemi eleştirisi olarak değerlendirdi ve algıladı. Oysa filmin iletmeye çalıştığı mesajlar bütün bir toplumsal ilişkiler yumağı içerisinde geniş bir tabana oturan "birey" temasını ele alıyor. Bu nedenle film bir okul/eğitim tartışması yerine yaşamın bütünü kapsayan bir perspektifle irdelenmelidir.
***
Ölü Ozanlar Derneği kendine tarih olarak 60'ların başlangıcını seçmesine karşın, esas olarak bugüne sesleniyor. Üzerindeki tartışmaların yoğunluğu da bu seslenişten kaynaklanıyor. En genel anlamda "birey" tartışması bugünün moda tartışmalarının başında geliyor. Gerek teknolojik gelişmenin ve Kapitalizmin günümüzde kazanmış olduğu içeriğin ortaya çıkarttığı "kendi dünyasına itilmiş ve bu dünyanın normlarının dıştan güdülenmesine özgünlüğü elinden alınmış insanı; gerekse de yaşanan "sosyalizm" deneylerinin "yeni insanı ortaya çıkartmadaki başarısızlığı, "birey" tartışmalarının üzerinde yükseldiği zeminin ana unsurlarını oluşturuyor. Bu nedenle de "birey"in kendi özgünlüğünü kazanma noktasında kat etmesi gereken yolları eğitim sorunundan kalkarak işleyen Ölü Ozanlar Derneği büyük bir ilgiyle karşılandı.
Filmin gördüğü ilginin diğer bir şaşırtıcı yönü hem ülkemizde hem de batıda aynı yaygınlığa ulaşması. Oysa filmde olumsuzlanan dayağın, baskının, eğitimci tipinin, bir bütün olarak söylendiğinde filmde ortaya konulan eğitim sisteminin, bugün batı toplumlarında bazı kültürel motifler dışında varlığını sürdürdüğünden söz edilebilmesi mümkün değil. Bütün bunlar düşünüldüğünde Batı gençliğinin ilgisini bu nedenlerin dışında aramak gerekiyor. Türkiye açısından ise kuskusuz sorun çok daha farklı. Özellikle 12 Eylül’le birlikte birer kışlaya dönüştürülen okullarda gene insanlar filmde dile getirilen baskıların belki de daha katmeri isiyle birlikte yaşıyorlar. Dayak, baskı, tek tip olmaya zorlanmak, gerici içerikli ders kitapları, itaata zorlama Türkiye'deki eğitim sisteminin asli bileşenlerini oluşturuyor. Eğer Türkiye'deki ve Batıdaki eğitim sistemleri yukarıda dile getirilenler açısından ortak bir paydaya sahip değillerse, niye Ölü Ozanlar Derneği bu iki farklı coğrafyada da benzer bir ilgiyle karşılanıyor? Benzer bir ilgiyi ortaya çıkartan "ortak payda" nerede aranmalıdır? Bu ortak payda, Batı ve ülkemiz gençliğinin aynı sorunlara sahip olmasında değil, 80'li yıllarda egemen olan "Yeni Sağ "in hem Batı'da hem de ülkemizde yarattığı etkidir. Bu ortak ideolojik iklim, filmin kavranışında ve ortaya koyulan tepkide bir ortaklığa yol açmıştır.
Batı'yı ve Türkiye'yi etkisi altına alan ortak ideolojinin en önemli özelliği yeni-sağın ve yeni-liberalizmin bireyi tanımlayış tarzıdır. Bireyin bu tarz ele alınışı Ölü Ozanlar Derneği'nin hemen her sekansında islenen temaların ayrılmaz bir bileşenidir. Yeni-liberalizmin argümanlarıyla düşünen ya da ayrımında olmaksızın kendilerini bu yönde güdüleyen "özne"ler, Ölü Ozanlar Derneği'nde kendi "ideolojik gerçekliklerine" denk düşen temalarla karşılaşmakta ve filmde kendi dile getirilişleriyle yüz yüze gelmektedirler. Onlar açısından filmin ilgi çekmesinin altında yatan ana neden budur. Bu yazının amacı bir anlamda bu tezin temellendirilmesi olacaktır.
Romantizm-Liberalizm ve Ölü Ozanlar Derneği
Ölü Ozanlar Derneği, ilk bakışta otoriteyi sorgulayan ve otoritenin biçimlendirmeye, kalıba dökmeye çalıştığı birey anlayışına karşı çıkan bir film. Onun bu mesajıyla analizin ilk adımında birlikte olmak kuşkusuz doğru. Ancak reddedilen geleneğin ve reddedilen otoritenin yerine konulan konusunda aynı şeyleri söyleyebilmek olanaksız. Filmin otoriteye karşı çıkışını yalın olarak değerlendirdiğimizde onu olumlamakla yetinip tartışmayı, ölü Ozanlar Derneği'nin ilettiği mesajları değişik sonuçlarına ve felsefi dayanaklarına kadar götürmek ve öncelikle pozitif anlamda filmin savunduğu anti-otoriter başkaldırının aldığı biçimleri besleyen düşünsel kaynakların üzerinde durmak gerekiyor.
Ölü Ozanlar Derneği başlıca üç temel kaynaktan beslenen bir birey anlayışının savunusunu yapıyor. Romantizm, liberalizm ve varoluşçuluk. Ve yine bu üç kaynağın bir biçimde kesiştiği nokta Ölü Ozanlar Derneği'nin üzerinde yükseldiği düşünsel zemini oluşturuyor. Bu nedenle biz eleştirimizde önce bu düşünsel köklerin filmde kendini nasıl ortaya koyduğunu göstereceğiz ve ardından da bu akımların Köktenci bir anti-otoriterlik ortaya koyabilmek için yeterli olmadığını göstermeye çalışacağız.
Önce filmin isminden başlayalım. Ölü Ozanlar Derneği rastlantısal bir seçim midir? Bizce hayır. Bay Keating'e öğrencileri "Ölü Ozanlar Derneği nedir?" diye sorduklarında aldıkları yanıt şu oluyor; "Bizler bir Yunan teşkilatıydık". İlk bakışta anlamsız bir tanımlama izlenimi veriyor ama filmin başından itibaren geçen ozan isimlerini dikkatlice incelediğimizde, "Bizler bir Yunan teşkilatıydık" cevabı ne anlamsızdır ne de rastlantısal bir seçimdir, ilk romantikler Yunan Dostları (filhelen) adlı örgütün üyeleriydiler. Ve daha sonradan da romantik sanatçılar böylesi "masonik" örgütlenmeler kurmaya devam etmişlerdir. Böylece Ölü Ozanlar Derneği adının romantizmden esinlediği ortaya çıkıyor. Seçilen şairlerin ve düşünürlerin de hemen hepsinin romantik' olması bu düşüncemizi desteklemektedir. Lord Byron, Witham, Shelley, Tennyson, Thoreau ve Keats. Hemen aklınıza Keating adının İngilizlerin en önemli romantiği olan Keats'i çağrıştırmak için mi seçildiği takılabilir. Evet Bay Keating'in ön adı ile Keats'in önadı da aynı; John... Romantizme yapılan vurgulama sadece isimlerle sınırlı kalmıyor. Bay Keating edebiyat derslerinde gerçekçilerin bir çoğunu atlıyor ama romantiklerin tamamını okutuyor.
Yönetmen Weir'a romantizmin seçiminin bilinçli olup olmadığı sorulduğunda, bilinçli bir seçim olmadığını söylüyor.. Oysa Weir'in romantizm tercihi edebiyatçılar ve düşünürlerle sınırlı değil. Filmde fon müziği olarak romantik kabul edilen Beethoven'in yine büyük romantiklerden Schiller'in şiirini kullanarak bestelediği 9. Senfoninin Choral bölümünün kullanılması romantizm olgusunu belirgin bir biçimde hissettirmek içindir. Ve filmde okunan dizeleri ele aldığımızda filmin en önemli eksenlerinden birinin romantizm olduğu apaçık ortaya çıkıyor.
"Elinizdeyken gül goncalarını toplayınız.
Şimdi zamanınız varken.
Bugün size gülümseyen aynı çiçek
Belki yarına ölüp olacaktır bir diken."
"Ormanlara çekildim çünkü yaşamak istiyorum.
Derinliğine yaşamak ve hayatın özsuyunu emmek istiyorum."
"Ormanda yol ikiye ayrıldı, ben daha az
gidilmiş olanını seçtim"
"Güzellik ve aşk. Bunun için yaşıyoruz.
Yaşamın anlamı bu"
Romantizm vurgusunun yapıldığı daha bir çok örnek göstermek mümkün. Ama hala niçin romantizm sorusunu yanıtlamış değiliz. Bu sorunun yanıtını romantizm nedir sorusuna vereceğimiz yanıtta bulabiliriz.
Romantizmi, gerçekçilik, naturalizm, klasizm ve diğer akımlardan ayıran en belirleyici özellik bireyciliğidir. Romantizm kelimenin gerçek anlamıyla bireyciliği öğütler, ikinci olarak aklın karşısına duyguyu koyar. Romantiklere göre;
"... dünya kişiye ne denli kavranamaz, değişken, cisimsiz ve asılsız olarak görünürse, güç sahibi olmak için çabalayan bireyin duyguları da o denli kuvvetlenecek, özgürleşecek ve bağımsızlaşacaktır."
Bu belirlemeden de anlaşılacağı gibi, romantizm yaşamı akıl ve bilgi yoluyla kavramaya ve onu değiştirmek için müdahale etmeye karşı bir söyleme sahiptir. Zaten geçmiş ve gelecek, romantikler için önemli zaman kavramları değildir. Asıl olan yaşadığı gündemdir ve onun tadına varabilmektir. Yani ölü Ozanlar Derneği'ndeki vurgusuyla "Carpe Diem". Günü yakalamak, somutu yaşamak, yaşamın öz suyunu emmek gibi belirlemelere bakarak, romantizmin somuta yönelik bir bakış açısına sahip olduğu yanılsamasına düşülmemeli. Çünkü romantizmin somutu, somuttan kaçılarak varılan bir durakta bulunabilir ancak. Bu durak insanın "iç dünyası" ya da toplumun ulaşamayacağı bir "mağara" olabilir. Bireye ve bireyciliğe olağanüstü vurgu yapan romantizmin, toplum karşıtlığı içine girmesi çok doğaldır. Toplum, toplumculuk, topluluk, kolektivite vb. kavramlar romantizmin hep mücadele içinde oldukları düşmanları olmuşlardır. Bu nedenle romantik kişi, kendi dışından gelecek her tür etki, yönlendirme ve bağlayıcılığa karşıdır. Her şeyin merkezinde bireyin kendisi, dana doğrusu duyguları/hissettikleri vardır.
1 827'de "Cromwell" kitabına yazdığı önsözde Hugo, "Romantizm, edebiyatın liberalizmi" diyordu. Hugo liberalizmin birey anlayışıyla romantizm düşüncesi arasında bir koşutluk olduğunu fark etmiş midir bilemiyoruz ama tarihsel hem de sınıfsal bir koşutluk vardır. Romantizm bireye ve bireyselliğe yapmış olduğu vurguyla, "burjuvanın insanlık ölçülerine uyduğuna inanan ve onu insan örneği olarak kabul eden ilk sanattır." Kuşkusuz romantizme bir siyasal kimlik yüklemek mümkün değildir. Shalley gibi "sol da, Chateaubriand, Novalis gibi "sağ"da saf tutmuş romantikler olduğu gibi, Hugo gibi sağdan sola ya da Mordsvvorth gibi soldan sağa gecen romantiklere de rastlamak mümkün. Siyasal anlamda "ideolojiler" üstü bir misyona sahip olan romantizm sınıfsal olarak orta sınıflara özgü bir akımdı. Ve asıl olarak da gençlik kesimini etkisi altına almakta zorlanmamıştır. Çünkü gençlik her zaman geleneksel yapıların kısıtlamasından dolayı kendini ifade edecek kanalları bulmakta zorlanmıştır. Zorlandığı noktada bunalım ve kaçış eğilimleri ya da geleneksel yapıları değiştirme eylemliliği devreye girmiştir. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışından itibaren, tüm felsefi ve sanat akımlarında bu ayırımı görebilmemiz mümkün. Müdahalecilik ve kendiliğindendik farklı biçimler altında ortaya çıkmıştır. Bunalım, yenilgi ve toplumsal hareketliliğin zayıfladığı dönemler kendiliğindencilik ve kaçış eğilimlerini güçlendirmiş, müdahalecilik ise dışlanmaya çalışılmıştır, işte Ölü Ozanlar Derneği' nin ikinci eksenini, olayların yaşandığı yıllarda (1959J ortaya çıkan Varoluşçuluk akımının argümanları oluşturmaktadır.
Varoluşçuluk : "Carpe Diem"
Varoluşçuluğun en önemli isimlerinden olan J.P. Sartre "Varoluşçuluk bir hümanizmadir" adını verdiği denemesinde otorite ve gelenek karşısında kendi düşüncesinin konusunu anlatırken şunları yazıyor;
“…Sakın kurulu düzene karşı gelmeyiniz, iktidara kafa tutmayınız, çizmeden yukarı çıkmayınız, uslu olunuz!. Çünkü bir geleneğe yaslanmayan her eylem ROMANTİKLİKTİR. Doğruluğu anlaşılmış bir denemeye dayanmayan her girişim (teşebbüs) başarısızlığa uğramak zorundadır. Yaşantılarımız da gösteriyor ki kötüye eğilimlidir insanlar. Onları bundan alıkoymak için önlerine sağlam engeller koymak gerek; yoksa bir kargaşadır sarar ortalığı...'
Bu adamlar buna benzer can sıkıcı özdeyişleri (hikmetleri) ısıtıp ısıtıp önümüze sürerler. Dillerinden GERÇEKÇİ türküler eksik olmaz... (varoluşçulukta) onları korkutan varoluşçuluğun insana bir seçme olanağı tanımış olması mı yoksa"
Sartre'ın romantizm/gerçekçilik karşıtlığından hareketle vurgu yaptığı..varoluşçuluğun yaşam karşısındaki tutumuyla Ölü Ozanlar Derneği'nin temaları arasındaki benzerlik gerçekten de çarpıcıdır. Sartre 'nin de belirttiği gibi geleneğe yaslanmamak romantizmin de önemli özelliklerindendir. Öznelliğe yapılan aşırı vurgu her ne kadar bireyin seçme özgürlüğü' ile gerekçelendirilirse de hem romantizmde hem de varoluşçulukta bir tür gerçekçilikten uzaklaşma olarak şekillenmektedir. Ölü Ozanlar Derneği'nin en çok tartışılan yanlarından biri ailesinin kendisinden istediği hazırladığı gelecekten vazgeçerek aktör olmaya kalkışan Neil'in aile baskısından "bunalarak intihar etmesi, soruna varoluşçuluğun argümanlarından yaklaşıldığında netleşmektedir. Neil geleneğe başkaldırarak seçme özgürlüğünü kullanmıştır. Varoluşçuluğun dünyasında seçme özgürlüğünün bir yönü de intihardır. Filmin bu sekansında konunun seçimi ve olay örgüsü bir rastlantı olmasa gerektir. Çünkü Ölü Ozanlar Derneği'nde, dünyayı algılamada romantizmin argümanları ön plana çıkarken, nasıl bir yaşam sorusuna verilen yanıtlar daha çok varoluşçuluğun argümanlarıyla oluşturulmaktadır.
Varoluşçuluğun ilk izlerine filmin başında, öğrencilerin kendi yaşam felsefelerini yansıtmakta kullandıkları dört ilkede rastlıyoruz; "Eğlence, korku, çaba, deneme". Ardından "Günü Yakala" (Seize the Day) önermesi filmin en önemli motifi haline getiriliyor. Tüm bunların yanı sıra asıl olarak "ölüm/intihar" temasının işlenmesi sırasında varoluşçuluk bütünüyle su yüzüne çıkıyor.
"Çünkü biz kurtlar için gıdayız çocuklar... bir gün artık nefes almayacağız soğuyup öleceğiz... bu çocukluk bugün nergis çiçeklerine gübre görevi yapıyorlar... Yaşadığım hayatın hayat olmadığını ancak öleceğimi öğrenince anlamaya başladım. (Chris'i Overstreet telefonla aramadan önce) daha kötüsü olamaz ki, nasıl olsa öleceğim... ve Neil'in intiharı..."
Ölüm, ölüm, ölüm bu denli yoğun olarak ölüm temasının kullanılması da bir tesadüf müdür? Varoluşçuluk felsefesine kısaca göz attığınızda bunun tesadüf olmadığı ve romantizmi tamamlayan bir tema olduğu açığa çıkıyor.
Önce 29 bunalımı, ardından II. Savaş’ının yıkıma uğrattığı toplumsal yaşam, varoluşçu düşüncenin etkinlik kazanmasına uygun zeminleri hazırlamıştı, insan yaşamın değersizleştiği ve bu yaşamın insanın kendi dışındaki güçler tarafından belirlenmiş olduğu düşüncesi savaş sonrasında yaygınlık kazanmıştı. Varoluşçuluk da bunları söylüyordu zaten; "(İnsan)... kendisinin etkileyemediği, ama kendi alınyazısını belirleyen yabanıl güçlerin yönettiği bir dünyada yaşar... doğmuş olmamız anlamsızdır, öleceğimiz anlamsızdır, yaşamamız saçmadır". Ve Sartre ünlü önermesini bu anlamsız yaşam düşüncesine bağlı olarak yapar; "CEHENNEM BAŞKALARIDIR"....
Atom ize birey düşüncesi varoluşçuluğun merkezine bu biçimde yerleştirilir. Bireyin kendi dışında kalan her şey cehennemdir. Romantizm ile var oluşçuluğun birinci çakıştığı nokta bu bireycilik düşüncesidir. Toplum her ikisinde de düşman güç olarak kabul edilir.
İkinci ortak nokta her iki akımında öznel düşüncesi olmasıdır. "... insan nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer... İnsan özünü kendi yaratır... yeryüzünde insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. "Topluma güvenenleyiz... Toplumun nereye yöneleceği bilinmez." Üçüncü ortak nokta olarak, birey toplum karşıtlığı içinde inşa edilen bir düşünce sistemi de romantizm gibi akıl dışılığı ve bilinemezliği savunur. Varoluşçulara göre nesnel gerçeklik akıl yoluyla ve bilimsel olarak kavranamaz ancak bireysel olarak yaşanılır. Yaşanılan "an" tek gerçekliktir.
Şimdi artık ölüm düşüncesini tekrar ele alabiliriz. Varoluşçu Jaspers'a göre "Felsefe yapmak ölmesini öğrenmektir. Heidegger ise "ölüm deneyimdir der. Sartre de ölüm düşüncesi daha da açıklık kazanıyor; "..İnsan her an ölümle karsı karşıya olduğunu duymalı. Çünkü ancak böylelikle bilimden, amaçlanandan, ideallerden vb. kurtulur ve her anının değerini bilir..." Evet Bay Keating "bir gün nergis çiçeklerine gübre olacaksınız", "yaşadığımız hayatın hayat olmadığını ancak öleceğimi öğrenince anlamaya başladım" "Elinizdeyken gül goncalarını toplayınız... Belki yarın ölüp olacaktır bir diken" sözlerini devamlı tekrar etmesi, öğrencilerinin her an ölümün varlığını hissederek, hiçlik duygusunu yaşamalarını sağlamak içindir, insan bir kez hiçlik duygusunu yaşamaya başladığı andan itibaren, her şeyin değersizleştiğini duyumsar; ne uğrunda mücadele edeceği bir idealin ne de toplumsal yaşamın bir anlamı vardır artık. Bu hiçlik duygusu uç noktalarına vardırıldığında mistisizm, nihilizm gibi insanın kendisini de değersizleştirdiği düşünsel iklimlerin içine girilmesi kaçınılmazdır. Varoluşçuluğun önemli bir varyantını temsil eden Camus; Evren rast geledir, boşunadır, hiçbir sağlamlığa dayanmamaktadır ve sizin için ölümle bitmektedir. Bu aydınlığa varan kişi, iki yol tutabilirdi; kendini öldürmek ya da evrenin ötesini umut etmek" diyerek hiçlik duygusuna sahip olan bireyin iki yolu olduğunu belirtiyor. Neil bu yollardan ikincisini seçti ve ... Diğer bir ifadeyle "kendi dramını sonuna kadar yaşayarak" yaşamın gerçekliğine erişti. Çünkü varoluşçuluk ölümü bile bireyin kendini gerçekleştirme eylemi olarak görür; "ölümün bile söz konusu olsa, kendi eline al...". Ölüm olgusu romantizm düşüncesi içinde de önemli bir yer tutar. Ünlü romantiklerden Lord Byron ve Neil'in intiharı hemen hemen aynı görüntüler içinde gerçekleşir. Byron da başına zeytin dalları takarak intihar eder. Neil de intihar öncesi aynı Byron gibi başına zeytin dallarından örülmüş bir taç koyar... Neil ölüm hakkını kullanır... Yeni olağanüstü ise "evrenin öte yüzünü" tercih ederek, kendi bireysel varoluşunu gerçekleştirmesine engel olan welton'dan ayrılır. Filmin bir diğer kahramanı Charles'ın "Yeni olağanüstü" adını alması da varoluşçu düşüncenin etkisini gösteriyor. Nietzsche! de varolan üstün insan kavramı, varoluşçulukta da yer alır. Heidegger, olağanüstü olmanın ön koşullu olarak verili toplumsal yaşamın dışına çıkılması gerektiğini ileri sürer. "Biz eğlenildiği gibi eğleniriz; okunulanı okuruz; bir sanat üzerinde yargılama yapıldığı gibi yargılama yaparız... Bu 'onlar' olağan dışına yer vermez. Direnmek isteyen herkesi durdurur. Olağanüstü olmak İsteyeni hizaya getirir, sıradan insan yapar onu da. Neil ve Charles varoluşçuluğun önerdiği iki.yoldan sıra dışı olmayı işte böyle başarırlar! Hayır! Ölü Ozanlar film bittikten sonra okulunuza giderek isyan etmenizi önermiyor. Koltuğunuzdan kalkıp eve dönmenizi öneriyor. Ama bir yandan da evinizin olmadığını nihilist çığlıklarla yüzünüze çarpıyor, "işte hepsi bu"... yeni-Liberalizm ve Ölü Ozanlar Derneği Filmin en çok tartışılan iki sekansı da önsözün yırtılması ve masaların üstüne çıkılması sıradanlıktan kurtulma olarak yorumlanmaktadır. Oysa filmin olay örgüsü içinde son derece haklı bir konum taşıyan bu farklı olma mantığı derinlemesine düşünüldüğünde doğrudan bir biçimde burjuva liberalizmin birey anlayışını olumlamak anlamına gelecektir. Romantizmin, var oluşçuluğun ve liberalizmin çakıştığı en önemli noktalardan biri olarak her türlü bağdan kurtulmuş ve böylece özgürleşmiş birey anlayışı olduğunu belirtmiştik. Bu biçimde ele alınan özgür birey anlayışı önemli bir yanılsamaya dayanmaktadır. Keating'in yaratmak istediği birey tipi filmin başından sonuna dek bu yanılsamayı sürdürmektedir. Biz de Keating'in .bu yanılsamasının tarih içindeki izini sürerek Ölü Ozanlar Derneği'nin üstündeki yeni-liberalizm örtüsünü kaldırmaya çalışacağız.
Toplumsal bağların belirleyiciliği altında davranan insanın toplumla göbek bağını" kopartması ve giderek kendini toplumun karşısında konumlandırması daha doğru bir ifade ile bunun en yetkin biçimine ulaşması modern burjuva toplumunun yarattığı nesnel zeminin üzerinde yükselir. Rönesans'la ortaya çıkan "yeni insan" kelimenin gerçek anlamıyla burjuva toplumunun yarattığı insanın bir prototipidir. Artık kapitalizm öncesinin kendini ancak toplumsal bağları içinde ifade edebilen insanı, yerini toplumu karşısına alan "burjuva bireyine bırakmıştır. Burjuva toplumunun bu nesnel insan ilişkilerinin en net iradesi kendini "liberalizm" olarak teorileştirir. Bir ön varsayım olarak burjuva birey, topluma öncel olarak konumlandırılır. Verili toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak görülmesi gereken "birey" bu toplumsallığından arındırılarak toplumun karsısına dikilir. Aynı durum burjuva bireyinin tarihselliğinin yadsınması içinde geçerlidir. Tarihselliği ve toplumsallığı bir diğer ifade ediliş tarzıyla zamanı ve mekanı olmayan liberalizmin bireyi bütünüyle "soyut" bir kavram olarak tanımlanır.
Bu tanım burjuva toplumunun bütün insansal ilişkilerin piyasa mekanizması dolayımından geçerek kurulduğu bir toplum biçimi olmasından kaynaklanır. Her tür tarihsel ve toplumsal belirlenmişliklerinden kurtularak özgürlüğünü elde eden burjuva bireyi, kendi dışındaki dünya ile özgür ilişkilere girer. Bu ilişkiler insanın doğuştan sahip olduğu özelliklerin dışında her hangi bir kısıtlılıkla yüz yüze değildir. Bu anlamda da burjuva toplumunun bildirgesi olarak ortaya çıkan insan hakları evrensel beyannamesine, insanların eşit ve özgür doğdukları ve devredilemez doğal haklara sahip oldukları yazılmıştır. İşte liberalizm burjuva toplumunun yaşayan' canlı bireyinin soyutlanması olarak "birey anlayışını geliştirir. Liberalizmin bireyi gerçekten de toplumsal etkinliğe piyasa ilişkileri içinde katılan atomize olmuş burjuva bireyinin felsefi ifadesidir.
Böyle bir "birey" anlayışı aslında burjuva toplumunun evrenselliğine olan ideolojik bir inanışın doğal sonucudur. Kendini en gelişmiş ve insan doğasına en uygun sistem olarak gören burjuva toplumu tarihin ve her türlü toplumsallığın üstünde bir evrensel varoluşa sahip olarak algılar. Oysa tarih burjuva toplumu ile sona ermedi, insan belirli bir tarihsellik içinde insan oldu; ve tarihin bir diliminde "bellek yitimine" uğrayarak kendi tarihsizliğinin teorisini yaptı. Burjuvazi kendi toplumunun insanlarını tarihsiz bir birey olarak tanımladı ve yine insan hep bir "toplumsal hayvan" olmasına karsın, toplumsal gelişmenin daha karmaşıklaştığı bir kesitte burjuvazi toplumsuz insanı keşfetti. Bu anlamda burjuva toplumunun ve dolayısıyla onun felsefi ifade ediliş tarzı olarak liberalizmin "birey"i, tarihten ve toplumdan soyutlanmış tarihsiz ve toplumsuz bir "insan"dır.
Liberalizm burjuva toplumunun insanını "doğallıktan yola çıkarak tanımladı. Mark'ın deyimiyle "18. yüzyıl bireyi... geçmişte bir zamanlar yaşamış olması gereken ideal bir varlıktır; tarihi bir sonuç değil tarihin hareket noktasıdır; tarih içinde gelişmiş değil tabiat tarafından kendi insan tabiatı anlayışlarına münasip olarak ortaya konan Doğal bireydir, "insanın doğal olarak kendi çıkarlarının peşinde koştuğu bir ön varsayım olarak konulduğunda burjuva toplumu da "bellum omnium contra omnes" (herkesin herkesle savaşı)'in yaşandığı bir alan olarak görülür. Toplumsal sözleşme bu savaşın kurallarını belirleyen ve toplumsal yaşamın varoluş koşullarının üzerinde yükseldiği bir uzlaşmadır. Böylece başlangıç olarak toplumun karşısına koyulan tarih ve toplum ötesi bireyler, aralarında bir sözleşme imzalayarak toplumu oluştururlar. Bu tür bir katılım bütünüyle sözleşme koşulları tarafından sınırlandırılmış olmasına karşın esas olan bir bireysel çıkarlar çalışmasıdır. Ekonomik olarak piyasada serbest rekabet koşullarına bağlı olarak süren bu çatışma ortamında "bireysel" yetenekleri fazla olanlar yükselme olanağına sahiptirler. Politik düzlemde ise bireyler politikayı eşit haklara sahip "yurttaşlar" olarak katılırlar ve kural yine çatışan çıkarlar arasındaki rekabettir.
Yeni liberalizm Keynesciliğin antiteziydi bir anlamda. Devlet yerine güçlü birey, bürokratik düzenleme yerine serbest piyasa, müdahale yerine özgür tercih, eşitlik yerine rekabet, "toplumsallık" yerine atomize olmuş ilişkiler... ve tüm bunlara bağlı olarak kayıtsızlık, politikadan uzaklaşma, ideolojisizlik, akıl dışılık, hazcılık, başarma içgüdüsü, tarihsizlik vb gibi düşünce biçimleri geliştirildi, iste yeni liberalizmin yaratmak istediği birey buydu. Ve insan bir kez daha "özgürleşme" adına maymunsu haline geri dönüyordu.
Keynescilik, toplumun akıllı insanlar tarafından idare edilmesi düşüncesine dayanıyordu. Yeni Sağ ise akıl yerine, güçlü ve girişimci özelliklere sahip bireylerden oluşmuş bir toplumu yaratmayı amaçladı. Akıl ve bilimsel düşüncenin varolana itilmesi doğal olarak duyguların ve bilinemezciliğin ön plana çıkmasına yol açtı. Bu denli öznelliğe vurgu yapılması beraberinde, herkes için geçerli ahlak kurallarının varlığını da ortadan kaldıracaktır. Böylece bireyin kendi çıkarı için yaptığı her şey meşrudur anlayışı tek gerçeklik olarak kabul edildi.
İşte Ölü Ozanlar Derneği'nde romantizm ve varoluşçuluk temelinde ortaya konulan öznelci, akıldışı, yalıtılmış, apolitik ve hazcı birey tipi asıl olarak 80'li yılların burjuva dünyasının yaratmak istediği insan kavramıdır...
Bay Keating'in öğrencilerine özgürleşmeleri için yaptığı tavsiyelere bir göz attığımızda liberalizmin bu birey anlayışıyla karşı karşıya kalırız.
"Benim sınıfımda kendiniz için düşünmeyi öğreneceksiniz"
"Güçlü oyun devam etmekteyken siz ona bir tek koşuk ekleyebilirsiniz"
"Masanın üstüne neden çıktım biliyor musunuz? Kendime her şeye değişik yönden bakmayı hatırlatmak için"
"Okuduğunuz zaman sadece yazarın düşündüğünü kabul etmeyin, kendiniz de düşünün"
"Etkiden çıkın ve yeni yerler bulun"
"inanmalısınız ki inançlarınız özeldir, kendinizindir, başkaları bunu garip bulsa bile"
"Kendi yolunuzu seçmenizi istiyorum sizlerden. Uğraşmak ve mücadele etmek için yolunuzu. Ne yönde, ne tarafa olursa olsun, ne istiyorsanız. Çocukluk, aptallık her ne ise"...
Dikkat edilirse, Bay Keating'in verdiği tüm örnekler ve önermeler bireyin kendisine ait yaşamıyla sınırlı. Böylesine bir özgürleşme anlayışının sınırlılığının ötesinde bir yanılsama olduğu apaçık ortadadır. Bay Keating'in bireyi bu haliyle toplumsal ve tarihsel koşullarından soyutlanmıştır. Yani bu bireyin toplumun yanı sıra, maddi yaşamdan bağımsız olarak oluşması tasarlanmıştır. Kendi tasarımları, düşüncesi, geleceği, bedeni, beğenileri vs. üzerinde her tür yönlendirmeden ve baskıdan uzaklaşmış olan bireyin yakalayacağı bu özgürlük, "pasif" bir özgürlüktür. Çünkü bu birey içinde yer alacağı toplumsal yaşamın hiç bir alanının yaratılması, denetlenmesi, dönüştürülmesi eylemliliğine katılmamaktadır. Diğer bir ifadeyle kendi dışında yaratılmış bulunan sistemin bir parçası olmayı kabul etmektedir.
Liberalizm bireylere bir insan olmaktan doğan hakları ve bir de yurttaşlık hakları olarak ikili bir alan sunar, ama bu iki alanı birbirinden ayırarak. Marks'ın ifadesiyle; "insanın kendi güçlerinin toplumsal güçler olarak elinden tutup bunları kendisinin düzenlemesi yerine, bu güçlerin "siyasal güçler" biçimi altında insana yabancılaştırarak kendisinden ayrılmasını ifade eder" Çokça sözü edilen bireyin atomize edilmesi bu gelişimin sonucu oluşur. Kendi alanına hapsedilen birey, kendisine sunulan pasif özgürlük alanı içinde sınırlandırılır. Bay Keating in yaptığı tek şey bu pasif özgürlük alanını kendi mantıki sınırlarına ulaştırmaktır. "Kendi dışınızda oluşan düşüncelere iman etmeyin" diyor Keating. Bu önerme feodalizmin insanı sınırlayan teolojik düşünce sisteminin karşısına dikilebilecek bir öneridir. Ve sistem içidir. Sistem dışı olabilmesi için Keating'in öğrencilerini önsözün yırtılmasına karar verilmesine ve yerine konulacak yeni önsözün ne olması gerektiğinin saptandığı sürece katması gerekiyordu. Oysa Keating bunu yapmıyor. Bir gün geliyor ve Bay Preacnerd'ın (ingilizce nasihat edici anlamına geliyor) önsözünün saçma olduğunu öğrencilere iriyor. Öğrenciler bu karara pasif bir tarzda bile katılmıyorlar. Sadece söyleneni yapmakla yetiniyorlar. Yani onlar için Bay Preacherd gidiyor, Bay Keating gelmiş oluyor. Özneler yine eğiticiler, eğitilenler ise yine nesne durumundalar. İnsanı yabancılaştıran iş bölümü bu kez eğiten-eğitilen ikiliği içinde karşımıza çıkıyor.
Masanın üstüne çıkılması eylemi de aynı biçimde gerçekleşiyor. Bay Keating çıkılmasını buyuruyor ve öğrenciler çıkılmasının ne anlama geldiğinin bile farkında olmadan şaşkınlık içinde masaların üzerine çıkıyorlar. Masanın üstüne çıkmanın, birey üzerinde yaratacağı etki yine sistem içi bir çözümlemedir; tek bir bakış açısına saplanmadan, olgulara birden fazla prizmadan bakılması. Bu önerme de Rönesans'ın yaratmış olduğu birey anlayışının bir sonucudur. O güne değin Kilisenin ve Tanrı'nın bakış açılarının dışına çıkmayan insanlara, değişik açılardan bakmaları önerisi, feodalizmden kapitalizme geçiş çağının ürünüydü.... Keating bu önermelerini 1800'lü yıllarda yapmış olsaydı, belki bir anlamı olurdu. Onun bugün yaptığı, romantizm ve varoluşçuluk bulamacına bandırılmış olarak "Yeni Liberalizmin ideolojisini sunmaktan öte bir anlam taşımıyor. Eleştirdiği sistemin kendisi değil, teorinin gereğinin yapılmamasıdır. Marks'ın deyimiyle; "Bir şeyden pay vermek gerektiği zaman, kişileri, araçları feda etmek, ama söz konusu olan şeyi, kurumun kendisini olduğu gibi korumak sahte-liberalizmin huyudur"
Anlaşılan huylu huyundan vazgeçmiyor.
Bireyin gerçek anlamda özgürleşmesinin kendi içe dönük dünyasında gerçekleşemeyeceğini ileri sürdük, öyleyse gerçek özgürlük nasıl elde edilebilir? Kendini toplumsallık/kollektivite içinde ifade edecek olan birey, hem farklı düşünceler üreten insanlarla girdiği ilişkiler, hem de ortaya çıkacak olan ürüne aktif katılım sayesinde pasif özgürlük alanından aktif özgürlük alanına ilk adımını atmış olacaktır. İkinci zorunlu koşul ise, herkesin maddi yaşamın bütününe katılımının sağlanması olmalıdır. Diğer bir ifadeyle işbölümüyle ayrılmış bulunan alanların arasındaki sınırların kaldırılmasıdır. Böylece birey Keating'in bireyinin aksine toplum aracılığıyla toplumsallaştığı ölçüde özgürleşecektir; topluma rağmen, toplumun dışında kalarak değil. Keating'in bireyi her günkü faaliyetlerin yönetilmesinde bağımsız bir rol alacak gelişkinlik düzeyine hiç bir zaman varamaz. Çünkü o kendini sadece kendi içe dönük dünyasından sorumlu hisseder. Nesnel gerçekliğin bilinemezliği düşüncesi, onu yaşam karşısında edilgen bir hale getirir. Oysa bireyin en eksiksiz özgürlüğe kavuşması, nesnel gerçekliği kavraması ve bu kavrayış doğrultusunda "zorunluluk" duygusunu hissetmesidir. Bu tür bir zorunluluk, kuşkusuz özgürlüğü ortadan kaldırmaz.
Özgürlüğü, "bilincine varılmış zorunluluk" olarak ele aldığımızda, Bay Keating'in bireyinin öznelci, tek benci, usdışı, bilinemezci öğretilerden kaynaklanan "bilinci"yle bu tür bir özgürlüğe ulaşması mümkün değildir. Keating'in sözleriyle;.
"Güçlü oyun devam etmekte ve siz buna katkıda bulunabilirsiniz. Güçlü oyun devam etmekteyken siz bir tek koşuk ekleyebilirsiniz ona..."
Hayır, biz devam etmekte olan "güçlü oyuna" bir tek koşuk eklemek istemiyoruz. Biz bu oyunun dışında, kendi oyunumuzun koşuklarını yazmak istiyoruz. Bu ise Keating'in yaptığı gibi sistemin içinden yapılan bir eleştiriyle gerçekleşemez.
"Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu, bunu insanı gerçek umutsuzluğa götüren zincirler taşısın diye değil, zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı" (Marks)
Ormanda yol ikiye ayrıldı ve biz umutsuzluğa götüren en az gidilmiş olanı değil, canlı çiçeklerin olduğu "YOL"u seçtik...
Dostları ilə paylaş: |