Öğleden sonraya kadar bir şey olmadı. Doktor, savaştan bezmiş, zayıf, ufak tefek bir insandı. Kalçamdaki çelik parçalarını çıkarırken tiksintiyle bana bakıyordu. Lokal anestezi yaptığı için hasta kolaylıkla neresinin uyuştuğunu anlayabiliyordu.
Röntgen çektirirsem iyi olacağını belirtti. Röntgen Ospedale Maggiore'de (Maggiore Hastanesi) alındı; filmi çeken doktor heyecanlı, çalışkan ama neşesiz bir insandı. Gövdesindeki yabancı maddeleri röntgende görebilsin diye, hastayı omuzlarından kaldırıyorlardı.
Filmler sonradan gönderilecekti. Doktor not defterine adımı, birliğimi ve izlenimlerimi yazmamı istedi. Söylediğine göre, yabancı maddeler çirkinmiş, pişmiş, insafsızmış. Avusturyalılar orospu çocuklarıymış. Kaç kişi öldürmüştüm? Kimseyi öldürmemiştim ama onu memnun etmek için bir sürü insan öldürdüğümü söyledim.
Miss Gage yanımdaydı. Doktor kolunu omuzuna attı onun. Kleopatra'dan da güzel olduğunu söyledi. Acaba Miss Gage anlamış mıydı bunu? Kleopatra, eski Mısır kraliçesi. Evet, öyleydi.
Küçük hastaneye cankurtaranla döndük; bir süre sonra kendimi yukarıda yatakta buldum yeniden.
Filmler o gün öğleden sonra geldi; doktor öğleden sonra göndereceğine söz vermişti ve sözünü tuttu.
Catherine Barkley filmleri gösterdi bana. Kırmızı zarflar içindeydiler. Zarflardan çıkarıp ışığa tuttu, ikimiz, de baktık.
“Bu sağ bacağın,” dedi. “Bu da sol bacağın.”
“Kaldır onları,” dedim. “Yatağın ucuna gel.”
“Gelemem, “dedi. “Yalnızca filmleri göstermek için geldim buraya.”
Çıkıp, gitti; yatıyordum. O gün hava çok sıcaktı, ben de yatmaktan sıkılmıştım. Kapıcıyı gazete almak için gönderdim.
“Ne kadar gazete bulursan al,” dedim.
Kapıcıdan önce üç doktor geldi odaya. Dikkat ettim: bu işi pek beceremeyen doktorlar birbirlerinin görüşlerini almak birbirlerinin yardımlarına sığınmak istiyorlar. Apandisitinizi alamayacak bir doktor size başka bir doktoru salık verir ve o da bademcikleri bile doğru dürüst alamaz. İşte bu üç doktor da öyleydi.
O nazik elli doktor:
“İşte delikanlı bu,” dedi.
Uzun boylu, sakallı doktor ise:
“Nasılsınız?” diye sordu.
Kırmızı zarflar içindeki röntgen filmlerini tutan üçüncü doktor hiç sesini çıkarmadı.
Sakallı doktor:
“Sargıları çözelim mi?” diye sordu.
Hastanenin doktoru “Elbette,” dedi. Sonra Miss Gage'e dönerek: Hemşire hanım sargıları çözer misiniz?” dedi.
Miss Gage sargıları çözdü. Bacaklarıma baktım. Gezici hastanedeyken kokmuş köfteye benziyorlardı. Şimdi üzerleri kabuk bağlamıştı. Dizim şişmiş; bembeyaz kesilmişti. Baldır da çökmüştü ama içinde iltihap yoktu.
“Çok temiz,” dedi hastanenin doktoru.
“Hımm,” dedi sakallı doktor.
Üçüncü doktor ise hastane doktorunun omuzu üzerinden bakıyordu.
“Dizinizi kımıldatın,” dedi sakallı doktor.
“Kımıldatamıyorum.”
Sakallı doktor: “Bir deneyin bakalım,” dedi.
Kolundaki üç yıldızın yanında bir şerit daha vardı. Demek ki, önyüzbaşıydı. Hastanenin doktoru: “Elbette,” dedi.
İkisi sağ bacağımı yavaşça tutup büktüler.
“Acıyor,” dedim.
“Evet, biraz daha doktor.”
“Yeter,” dedim. “Daha fazla olmuyor.”
Önyüzbaşı: “Biraz oynuyor,” dedi. Doğruldu. “Filmlere bir kez daha bakabilir miyim, doktor?”
Üçüncü doktor filmlerden birini uzattı.
“Hayır, sol bacağı lütfen.”
“Sol bacak bu, doktor.”
“Haklısınız. Başka bir açıdan bakmışım.”
Filmi çevirdi. Öteki filmi de uzun uzun gözden geçirdi.
“Görüyor musunuz, doktor?” diyerek o yabancı maddelerden birini gösterdi.
Işıkta yusyuvarlak, apaçık görünen maddelerin bulunduğu filmi güzelce incelediler.
Sakallı doktor:
“Söylenecek bir tek şey var,” dedi. “Zamana bırakacağız. Üç ay bilemedin altı ay.”
Sahibini yenmen gerek kuşkusuz.”
“Zaman sorunu. Merminin çevresi açılmadan bu yarayı açmak olanaksız.”
“Ben de sizinle aynı kanıdayım, doktor “
“Ne için altı ay?” diye sordum.
“Dizin korkusuzca açılabilmesi için altı ay ister.”
“Aklım yatmadı pek,” dedim.
“Dizini kurtarmak istiyor musun delikanlı?”
“İstemiyorum,” dedim.
“Ha?”
“Kesilsin istiyorum,” dedim. “Kesilsin de üzerine kanca takılsın.”
“Ne demek istiyorsun? Ne kancası?” “Şaka yapıyor,” dedi hastanenin doktoru. Yavaşça omuzuma vurdu. “Dizini kurtarmak ister elbet. Çok yiğit delikanlıdır. Gümüş liyakat madalyası verilmesi için öneride bulunmuşlar.”
“Çok teşekkür ederim,” dedim. “Fikrinize saygım var.” Önyüzbaşı saatine baktı:
“Gidelim,” dedi. “Geçmiş olsun.” “Sağolun,” dedim. “Teşekkür ederim.” v.
El sıkıştık; üçü de odadan çıktıktan sonra: “Miss Gage!” diye seslendim/Geldi. “Bizim doktoru bir dakikalığına çağırır mısınız?” diye ricada bulundum.
Doktor, kasketi elinde, geldi, yatağın yanında durdu: “Beni mi görmek istediniz? Hep yatakta kalacak değilsiniz ya. Yaralarınızın güneşlenmesi gerekiyor. Ondan sonra koltuk değneğiyle yürüyebilirsiniz.” “Altı ay sonra mı ameliyat olacağım?” “En tehlikesiz yol bu. Yabancı maddelerin çevresi sarılmalı, eklem salgısı yeniden oluşmalı. O zaman dizi açmak kolaylaşır.”
“Sizce bu kadar zaman beklemem gerekiyor mu?”
“En sağlamı bu.” “O önyüzbaşı kimdi?”
“Milanolu çok usta bir operatör.”
“Önyüzbaşı değil mi?”
“Evet ama usta bir cerrahtır.”
“Bir önyüzbaşının ayağımla oynamasını istemiyorum. Doğru dürüst biri olsaydı binbaşı yaparlardı. Önyüzbaşı nedir bilirim ben, doktor.”
“Usta bir operatördür. Öbür doktorlardan çok onun görüşüne güvenirim.”
“Başka bir operatör ayağımı göremez mi?”
“İsterseniz elbette. Ama ben Dr. Barella'nın fikrini sorardım.”
“Başka bir operatör çağıralım, yaramı göremez mi o?”
“Valentini'yi çağırayım.”
“Kim o?”
“Ospedale Maggiore'nin operatörlerinden.”
“İyi. Teşekkür ederim. Anlıyorsunuz ya doktor, altı ay yatağa çivilenip kalamam.”
“Hep yatakta yatacak değilsiniz ki. Önce güneş tedavisi yapacaksınız. Sonra hafif egzersizler. Merminin çevresi kistle çevrilince de ameliyat...”
“Ama altı ay bekleyemem.”
Doktor nazik parmaklarını şapkasının üzerinde gezdirdi. Gülümseyerek:
“Cepheye dönmek için neden iki ayağınızı bir pabuca sokuyorsunuz?” diye sordu. “Neden olmasın?”
“Güzel şey,” dedi. “Yiğit bir delikanlısın.”
Eğilip usulca alnımdan öptü:
“Valentini'yi çağırayım. Merak etme. Uslu dur.”
“Bir içki içer misiniz?” diye sordum.
“Teşekkür ederim, alkol kullanmam.”
“Bir bardak.”
Kapıcı bardak getirsin diye zili çaldım.
“Teşekkür ederim. Gitmem gerek.”
“Güle güle,” dedim.
“Hoşça kal,” dedi.
İki saat sonra Dr. Valentini içeri girdi. Çok telaşlıydı, bıyıklarının ucu dimdik havaya kalkmıştı. Binbaşıydı yüzü güneşten yanmıştı, durmadan kahkahalarla gülüyordu.
“Bu belayı nasıl açtın başına?” diye sordu. “Film¬lere bakayım. Evet... Evet. Tamam. Bayağı sağlamsınız.
Kim bu güzel kız? Yoksa sevgilin mi? Ne pis bir savaş, değil mi? Acıyor mu? Sıkı delikanlısın. Doktorlar insana acı çektirmeye bayılırlar kimi zaman...
“O kız İtalyanca bilmiyor mu? Güzel bir kız istersen ben ona İtalyanca öğretebilirim. Keşke ben de burada hasta olarak kalsaydım. Ondan çocuğun olursa doğum giderlerini ödetmem. Bu kız seni yola getirir. Tatlı bir sarışın. Acaba benimle bir akşam yemeğe çıkar mı? Yoo, onu senin elinden almam. Teşekkür ederim, bayan. Tamam.”
Omuzumu okşadı: “Öğreneceğimin hepsi bu kadar. Sargılar açık kalsın.”
“Bir kadeh içki içmez miydiniz, Dr. Valentini?”
“Neden olmasın? On kadeh bile içerim, içkiler nerede?”
“Dolapta. Miss Barkley şişeyi getirir.”
“Şerefe, şerefinize hanımefendi. Ne güzel bir kız. Ben sana daha güzel konyak getiririm.” Bıyıklarını sildi.
“Ameliyata ne zaman başlarlar?”
“Yarın sabah. Daha önce olmaz. Miden boşaltılacak. Bir güzel de yıkanmalısın. Gidip aşağıdaki ihtiyar kadına yapılması gerekenleri söyleyeyim. Hoşça kal.
Yarın görüşürüz. Daha iyi konyak getiririm sana. Rahatın iyi burada. Hoşça kal. Yarın görüşürüz. Uyumana bak.”
Kapıdan elini salladı. Bıyıkları yukarıya dikildi, yanık yüzü gülümsüyordu. Kolundaki çerçevenin içinde bir yıldız vardı, binbaşıydı.